karanlık odada uzun uzun tavana baktım ve bu kadar erken kalkmanın saçma bir fikir olduğuna karar verip uyku ile uyanıklık arasında 6.30’a kadar yatakta döndüm durdum… sonrasında kalktım ve normal sabah rutinini yaşadım; farklı olarak bugün tai chi süresini 30 dakikaya çıkardım ve hareketleri doğru yapmaya çalışmaktan çok, doğru nefes alıp vermeye odaklandım…

iki gecedir gördüğüm rüyalar çok enteresan; bir gün önce akdeniz’de bir tekneyle kızılçam ormanlarının olduğu bir kıyıya paralel giderken, bu gece bir arabanın açık penceresinden bakarak hafif bir sisin altında çok sulak ve yemyeşil bir bölgeden geçiyordum. sanırım büyük bir nehirdi; hayal meyal kocaman ördeklerin kıyısında yüzüşünü hatırlıyorum. yüzüme çarpan rüzgarı hissetmek ve yeşilin her tonunu görmek çok iyi geldi.

burada önce sözü ursula’ya

“…

Uyanır uyanmaz bütün bağlantılar kopuyor ama

gizli yuvaya uzanan yoldaki küçük pati izleri

huzur veriyor hala bana.“*

sonra da agnes obel’e bırakıyorum…

[audioplayer file=”http://radyoz.info/wp-content/uploads/2018/05/Agnes-Obel-Riverside-Official.mp3″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

riverside diyoruz. (8.25)
When that old river runs past your eyes
To wash off the dirt on the riverside
Go to the water so every near
The river will be your eyes and ears
I walk to the borders on my own
Fall in the water just like a stone
Chilled to the marrow in them bones
Why

(8.25)

***

rüzgar çıktı… (12.19)

***

hepimizin ruh hali tuhaf… kimilerinde inanılmaz bir umursamazlık ve ne olup bittiğinin farkında olmama kimilerinde ise ucu kaçmış bir panik hali… virüsten kaçarken deterjan, dezenfektan ve çamaşır sularıyla zehirlenecek olanlarsa ayrı bir kategori olarak yerini aldı…

sosyal medya ve hadi kabul edelim hepimizin WhatsApp grupları çok şizofrenik; bir taraftan çok kötü haberler ve senaryolar paylaşılırken bir taraftan olayı tamamen tiye alan videolar, görüntüler, sanal müze gezileri, kitap tavsiyeleri, yalnızlık üzerine güzellemeler, bir arada olmanın cehennem azabı, ekmek yapanlar, börek açanlar, reçel yapanlar gibi bir sürü şey uçuşuyor.

eleştiriyor değilim yanlış anlaşılmasın; sadece buraya not düşüyorum diyelim. bu durum zaten epeydir ve her durum için “normalimiz” olmuş durumda…

bu arada reçel yapanlar derken kendimi kastediyordum. bugün limon ve pergamut reçeli yaptım; bütün ev limon kokuyor şu an ve hakikaten güzel oldu. bu sefer tarif vermiyorum. isterseniz olayın ayrıntıları şurada

bugünlük bu kadar olsun.

son şarkımız uzun bir aradan sonra bugün döndüğüm jane birkin‘den şahane bir parça

baby alone in babylon

diyoruz. (17.30)

[audioplayer file=”http://radyoz.info/wp-content/uploads/2020/03/Jane-Birkin-ARABESQUE-15-baby-alone-in-Babylone-.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

* şimdilik her şey yolunda, (son şiirler 2014-2018), ursula k. le guin

marmaray neredeyse boş; mutfak penceresinden sıkı takipteyim. ev buz gibi ama salon ve mutfağın pencereleri açık. bütün kokular çok rahatsız ediyor bugünlerde; dün gece rüyamda hissettiğim koku hala benimle…

bugün 7.00’da kalktım. ama bundan sonra iş günlerinde olduğu gibi 5.00’da kalkmaya karar verdim. biraz ortalığı toparladım, 20 dakikalık tai chi hareketlerimi yaptım, twitter’a baktım, sonra covid19 günlükleri okudum. şimdi mutfak masasındayım, fox tv açık, sabah kahvemi yudumluyorum ve bunları yazıyorum. (8.35)

***

çocuklara tost ve kahve hazırladım ve odalarına bıraktım. ben de mutfak masasında yalnız başıma  yumurta, avokado, salatalık, az peynir ve bol maydanoz ile karbonhidratsız bir kahvaltı yaptım. sessizlikte bütün dikkatimi yediklerime verdim ve ağır ağır  çiğnedim…

sonra sevgili bora’nın red’e yazdığı şahane yazıyı yeniden okudum. önce şuraya bir alıntı bırakayım:

” ...Meraklı biriysen kendini hadım etmelisin, sen etmezsen ailen eder, öğretmenlerin eder. Gelelim, sahi ne demek bu kutu kutu pense? Çocuğun penseyle ne işi olacak? Meğer biz oyunu Fransızcadan uyarlamışız. Orijinali acoute acoute pense, yani dinle dinle, düşün. Çocuk dinle dinle, düşün diye, oyun oynuyor. Bir anlam dünyası oluşuyor böylece. Bunun aynısı o piti piti karamela sepeti için de geçerli. Ne kadar yaratıcı değil mi?  Orijinaliyse İngilizceden: Oh pity pity care em all so pity…

bora yazısında bugün içinde olduğumuz pek çok sıkıntının  dil-zihin bağının kopukluğundan kaynaklandığını düşündüğünü söylüyor; kesinlikle haklı. özellikle böylesi zamanlarda pek çoğumuzun gerçekten bir şey söylemek ve kendini ifade etmek yerine mütemadiyen söylenenini tekrar ettiğini ve tekrar ettiği şeyi kendisinin bile duymadığı bir noktada olduğunu düşünüyorum…

bora’nın yazısını okuyun derim… (11.30)

bütün bunları yazarken bana lhasa de sela eşlik ediyor ve is anything wrong diyor.

[audioplayer file=”http://radyoz.info/wp-content/uploads/2020/03/01-lhasa-is_anything_wrong.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”.000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

I used to say

I’m ready show me the way

Then another year or two

Would pass me by

Is anything wrong?

Oh, love, is anything right?

And how will we know

Will time make us wise?

***

benim yaptığım işte çok fazla uzaktan çalışma şansım yok. bazı dokümantasyon işlerini getirdim. ara ara onlara zaman ayırıyorum; dönüşte beni biraz rahatlatacak bu kısa çalışmalar. dolayısıyla belki daha sistematik bir şekilde bunlara zaman ayırsam iyi olacak diye düşünmeye başladım bugün. böylece ev ve mutfak işlerine de sarmamış olacağım…

öğleden sonra mutfak işleri, hafif bir temizlik, twitter, medyascop ve habertürk’den olan bitenin takibi, çocuklarla konuşmalar ve yine onlarla birlikte bir hindistan cevizini kırmaya çalışarak geçti. şimdi herkes kendi hindistan cevizi payını alarak odasına çekildi.

öğleyin güzel bir zeytinyağlı kereviz pişirdim. pişmiş kerevizden hiç hoşlanmam aslında ama bu hiç fena olmadı. bir ilk olarak buraya tarif bırakacağım. evet efenim malzemelerimiz şöyle:

bir iri kereviz

bir orta boy havuç

iri bir soğan

dört büyük diş sarımsak

iki diş sarımsak büyüklüğünde taze zencefil rendesi

bir tatlı kaşığı zerdeçal ve biraz taze çekilmiş karabiber

zeytinyağı (miktarı size bırakıyorum)

yarım portakalın suyu

kullanacağım yağın yarısı ile yarım daire şeklinde iri iri doğranmış soğanları, doğranmış havuç ve ezilmiş sarımsakları hafifçe soteledim. bunun üzerine zerdeçal ve karabiberi ekleyerek soteleme işine birazcık daha devam ettim. sonra rendelenmiş zencefil ve iri küpler şeklinde doğranmış kerevizleri, yarım bardak kadar ılık suyu ve tuzu ekleyerek pişirdim. ben döküm tencere kullanıyorum; hızlıca pişti.

pişen malzemeyi bir kaba aldım ve üzerine taze doğranmış kereviz saplarını ve yapraklarını ince ince doğrayarak ekledim. yarım sıkılmış portakal suyu ve kalan zeytinyağını da yemeğin üzerine gezdirdim. tadı, kokusu ve rengi nefis bir yemek oldu. benim hiç sevmediğim pişmiş kereviz kokusu da tamamen kaybolmuştu…

hava hala kapalı, koyu gri bir gün geçirdik bugün ve şimdi bunları yazarken dEUS

nothing really ends‘i söylüyor. (18.05)

[audioplayer file=”http://radyoz.info/wp-content/uploads/2020/03/Nothing-Really-Ends.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

 

işe başlayana kadar her gün bir yayın yapmaya karar verdim. neden derseniz biraz günlük rutinimi paylaşmak, biraz da bu tuhaf günleri burada benim bakışımla kayıt altına almak için…

uyku sorunum yine arttı. sürekli kesintiye uğrayan ve derinleşemeyen uykular uyuyorum.  doktor uyku hijyenimin bozulduğunu söylüyor; şu günleri atlatalım bunun için bir doktora gideceğim…

bu sabah da kötü bir uykunun ardından kalktım, ilacımı içtim, evi havalandırdım, salonu toparladım, twitter’dan son haberlere hızlıca baktım ve kapattım, dişimi fırçalayıp, nemlendiricimi sürdüm ve 20 dakika tai chi ve qigong hareketleri çalışarak vücudumu esnettim…

bu #evdekal günleri’nde tai chi ve qigong çalışmayı günlük rutinime dahil ettim, sonrasında da sürdürmekte kararlıyım… tao’cu yaklaşıma göre bunu 100 gün yaparsam kalıcı olurmuş; bugün ilk gün olsun! (7.45)

***

ben çocuklarla evdeyim ama a. her gün bisikletle tek başına çalıştığı ofisine gidiyor… az önce onu geçirdim; kahvaltı için bir yumurtalı sandviç ve akşamdan kalan yemeklerden hazırlanmış bir öğle yemeği kumanyası ile…

hayat evde başka türlü akıyor artık…

fox tv açık; hacettepe’den bir halk sağlığı uzmanı konuk… bu kanalın habercilik anlayışından nefret ettiğim halde son günlerde çok fazla izliyorum…

az sonra ben de kahvaltımı yapacağım… sonra ada için bir kahvaltı hazırlayıp masasına bırakacağım; saat 10.00-14.30 arası ‘bilgisayar başında okulda’ olacak çünkü… tezer kalktığında kendi başının çaresine bakar…

sonrasında günümü planlayıp bir süre ben de çalışacağım… (9.45)

***

bulaşıkları yıkadım ve çalışma masama geçtim….  niye bilmiyorum ama uzun bir aradan sonra putumayo’nun samba bossa nova seçkisini dinlemeye başladım. belki de bossa nova’nın insana sakin bir ritim vermesinden dolayıdır…

instagrama baktım ve sevgili alkım‘ın tam bu günlere uygun şahane metnini gördüm. onun yazılarını her okuduğumda blog günlerimizi özlüyorum.

şimdi buraya onun metnini bırakıyorum:

Bugün bu ressamın kitabıyla zaman geçirdim biraz. İsveçli ressam Carl Larsson’la (1865-1919) geçen yaz tanışmıştım. Berlin’de bir bit pazarında kitabını görmüştüm. Aslında resimleri tam olarak benim hoşlandığım tarzda değildi ama bakmaktan kendimi alamıyordum. Çocukluğumun Ayşegül serisindeki resimlerine benziyordu sanki biraz. Ve bir önyargımın daha yıkıldığına şahit olarak kitabı aldım. Ressam tamamen kendi aile hayatının sıradan anılarını resmediyor. Yaşadığı evi, karısını, kendisini ve 8 çocuğunu. Ev “insanın ilk evreni”. Yani çocukların kapıyı ağız, pencereyi göz olarak çizmeleri boşuna değil. Bachelard şöyle diyor: Yalnız anılarımız değil, unuttuklarımız da bir yere yerleşmiştir, bilinçdışımız yerleşmiştir. Ruhumuz bir konuttur. Ve evleri, odaları hatırlayarak kendi içimizde konaklamayı öğreniriz.” Kendi içimizde konaklamayı öğrenmek, ifadesi tam da ilk evrenimize döndüğümüz bugünlere denk düşüyor sanki.

***

sizi bilmiyorum ama bu belirsizliğe, huzursuzluğa ve tuhaf günlere rağmen evde olmaktan mutluyum ve bu süreçte elimden geldiğince iç sesimi dinlemeye çalışacağım.

evet şimdi size rosa passos‘dan bir samba boss nova şarkısı çalıp çalışmaya başlıyorum;

e luxo so

diyoruz. (12.30)

[audioplayer file=”http://radyoz.info/wp-content/uploads/2020/03/09-E-Luxo-So-Rosa-Passos-.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

birisine kötü bir dilek için ‘ilginç günlerde yaşayasın’ diyorlar. sanki bizler de böyle bir bedduanın etkisindeyiz ve ilginç olmaktan öte tuhaf günler yaşıyoruz…

yaşadığımız çağın her geçen gün üzerimize çöken ağırlığı yetmezmiş gibi 2019 yılının sonlarında ortaya çıkan covid19 virüsü dünyayı tamamen ele geçirdi. bir uzaylı istilası beklerken virüs istilası yaşıyor bütün dünya. çin’in ardından virüsün merkezi artık avrupa ve bizim memleket her ne kadar üzerine gelen felaketi idrak etmese de o çoktan kapıya dayandı…

yeni bir paradigma değişimin başlangıcındayız ve hakikaten çok ilginç günlerden geçiyoruz aslında ve fakat sürekli ekran karşısında izleyici konumunda kalan zihnimiz bu yeni durumun gerçekliğini de tam olarak hissedemiyor sanki. pek çok ülkeden insanlar içeride kalmaya direniyor ve aç kalma güdüsüyle market raflarını delirmişçesine boşaltıyor. bunun için çok eleştiriliyorlar ama aslında bu bir sonuç. yıllardır tüketmeye şartlandırılan ve zihni sürekli manipüle edilen homo sapiens’in artık her hücresine kadar homo consumer yani tüketici olduğu gerçeğini kabul etmenin vakti geldi de geçti…

ve insanlara bir günde ‘değiş tonton’ denildiğinde değişmeyecekleri gerçeği de muhakkak…

bu gece gördüğüm tuhaf bir rüyanın ardından uyandığım nevruz sabahında bir süre kendime gelemedim. haberlere ve yazılanlara baktığımda memlekette bir sokağa çıkma yasağının geleceğinin işaretleri vardı. ikisi genç dört yetişkin olarak evde süresiz günler geçireceğimiz fikri beni bile tedirgin etti. mutfaktan sorumlu anne olarak tedbir almalıydım ve 52 yaşıma girdiğim bu günü evdeki yiyecek stokunu gözden geçirmek ve eksikleri tamamlamakla geçirdim. çocuklara da önümüzdeki günlerde yediğiniz şeyleri düşünerek yemenizde fayda var konuşması yaptım…

öğleden sonra yürüyüş yapmak için dışarı çıktığımda dışarıda hayatın neredeyse hiç değişmeden aktığını hissettim; sanki değişen tek şey arada maske ile dolaşan insanların artması ve marmaray tren istasyonundaki halka tatlıcısının yerini kolonya satan bir amcanın almasıydı.

***

bu doğum günü uzun yıllardan sonra geçirdiğim en hüzünlü ve huzursuz doğum günüydü ve fakat günün sonunda kendime hediye olarak kabul ettiğim bir michelle gurevich şarkısı canım noir’den çıkageldi.

bu tuhaf günlere yazılmış şahane bir şarkı dinliyoruz şimdi.

yine yapacağını yapmış michelle!

evet love from a distance

diyoruz.

[audioplayer file=”http://radyoz.info/wp-content/uploads/2020/03/Michelle-Gurevich-Love-From-a-Distance.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

 

 

It seems a dream
That we could be
So far apart so suddenly
How quickly life can change
Into something very strange

The spring has sprung
But it’s no fun
All our plans abruptly turned to none
Now the sad songs of the war
They seem closer than before

başbakan harold wilson kraliçeye “hiç bir şok 48 saatten fazla sürmez, bir sonraki şoka açlık hisseder” derken durumumuzu tarif ediyordu adeta ve henüz o cümleyi daha sindirememişken suriye haberi geldi; üç dört gündür onunla kalkıp yatıyoruz.  yarın ne gelecek bilmiyoruz… ve sonraki gün ve ondan sonraki gün…

olayın kendisi ve sonuçları bir yana ardından olanlar, konuşulanlar, söylenenler tamamen akıl dışı. doktor türker kılıç twitter‘da  “… bilgi işleyememek ölümün esas tanımıdır” demişti. sanırım öldük ve arafta kaldık; bu akıl dışılığın başka bir açıklaması yok!

artık hissetmeyi bile beceremediğimiz bir bulantı ve baş dönmesiyle geçiyor hayat; bir görüntünün karşısında 15-20 saniyeliğine öylece donup kalıyoruz ve sonra devam ediyoruz…

ama bazı anlar ve görüntüler insanın içine ağır ağır gömülüyor ve her hücremizde baskıyı hissedebiliyoruz; hala hissedebiliyorsak tabii. bazılarımızın bu yetisinin mutasyona uğradığını düşünüyorum artıkbenim içime bütün ağırlığıyla yayılan iki görüntünün biri hiç uğruna ölüme giden o gencecik çocukların ailelerinin aynı boyda bayraklar asılmış evlerinin kolajı olan fotoğraflar ve  diğeri de çoluk çocuk bir bota binip denize açılarak muhtemel bir ölüme giden göçmenlerin görüntüsü; ölüme göndermenin reality show’u! ( 2 mart)

***

anestezi uzmanı yanaklarımı avuçlarının içine alıp “sizi şimdi çok güzel bir yere göndereceğim, nereye gitmek istersiniz, sımsıcak miami’ye mesela” dediğinde bir anda kalakaldım; “hayır daha soğuk iklimlere ve dağlara gitmek istiyorum” demek isterken uyumuşum… (4 mart)

***

onun kadın dünyası şu sıralar bana iyi gelir hissiyle  isabel allande’nin son çıkan kitabını okumaya başlamıştım ama bu sefer dibine vurduğu melodram yordu beni… (6 mart)

***

yine bir 8 mart;  bu kadar “söz” söylenirken içimden sadece susmak geliyor yine veya içime kusuyorum(8 mart)

***

6 gün sonra işe döndüm; işler yığılmış durumda…

sabah haber sitelerinin başlıklarında “savaş” ve göçmenler gerilere düşmüştü ama o ölen çocukların evlerindeki acı ve sokaklardaki göçmenler hala oldukları yerde duruyorlar.

günlerdir kafamda dönüp duran melodiyi çalarak “hayata geri dönüyorum”

bob dylan

masters of war

diyor.

[audioplayer file=”http://radyoz.info/wp-content/uploads/2020/03/Bob-Dylan-08-Masters-Of-War.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

 

Savaşın efendileri gelin

Bütün silahları inşa edenler

Ölüm uçaklarını inşa edenler

Bütün bombaları yapanlar

Duvarlar arkasında saklanan

Masalar arkasında saklanan sizler

Sadece bilmenizi istiyorum

Maskelerinizin ardını görebiliyorum

Hiçbir şey yapmayanlar

Ama yıkmak için yapanlar

Dünyamla oynuyorsunuz

Küçük bir oyuncağınız gibi

Elime bir silah koyuyorsunuz

Ve gözlerimden sakınıyorsunuz

Ve dönüp uzaklara kaçıyorsunuz

Hızlı kurşunlar uçtuğunda

Eskinin Yehudası gibi

Yalan söyleyip kandırıyorsunuz

Dünya savaşı kazanılabilir

İnanmamı istiyorsun

Ama gözlerinin içini görebiliyorum

Ve beyninin içini görebiliyorum

Suyun içini görebilmem gibi

Kanalımdan akan

Bütün tetikleri hızlandırıyorsunuz

Başkalarının yanması için

Sonra arkanıza oturup izliyorsunuz

Ölüm sayacı yükseldikçe

Evinizde saklanıyorsunuz

Gençlerin kanı gibi

Vücutlarından dışarı akan

Ve çamurda gömülü

 

bir excel tablosunda kayboldum. bir tür kapan gibi; kurtulamıyorum.  tam bitti derken bana geri dönüyor ve sanki önümüzdeki günlerde de dönmeye devam edecek…

adını bumerang koydum!

içimde dönüp duran bulantıdan kurtulmak için bir şey yapmam gerekiyordu. spotify’ı kapattım ve müzik  arşivimin olduğu hard disk’i bilgisayarıma taktım. uzun süredir dinlemediğim, ritmi yüksek bir şeylere ihtiyacım vardı çünkü.

hemen tam ihtiyacım olan şeyi buldum elbette, listeyi döndürmeye başladım ve o sırada içinde kuru portakal dilimleri ve tarçın olan cam su sürahisine takıldı gözlerim. bir süreliğine o an’da asılı kaldım!

şimdi ise gelen parçada sesi sonuna kadar açtım, bir fotoğraf çektim ve bajofondo tango club‘a kendimi bıraktım…

leonel el feo‘yi dinliyoruz.

[audioplayer file=” http://radyoz.info/wp-content/uploads/2020/02/04-Leonel-El-Feo.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

 

“… Its gonna feel just like those raindrops do
When they’re falling down, honey, all around you…

― lorenz hart

 

 

marmaray’da dönüş yolu. yanımda bir anne kız var. 4-5 yaşlarındaki ufaklık biraz haylazlık yapıyor; sanırım oturmak istemiyor.  sürekli kıpırdanarak yere doğru kaymaya çalışan ufaklığa annenin söylediği ise “ gel buraya atarım yoksa seni trenden aşağıya”. irkilerek kafamı çeviriyorum ve göz göze geliyoruz bir anda; simsiyah bezle çerçevelenmiş yüzünde tek açık yer olan gözleriyle.

annesinin kucağında sakince oturmaya başlayan çocuğa göz ucuyla bakıyorum. 4-5 yaşlarında, koyu kestane rengi  hafif dalgalı saçları olan esmer ve zayıf bir kız çocuğu.  kulağımda çalan müzikten dolayı ne konuştuklarını duymuyorum artık ama ikisi de neşeli.  ufaklık şimdi annesinin kucağında keyifle oturuyor ve ara ara annesini kumaşın üzerinden öpmeye çalışıyor. kafam karışıyor ve ne hissedeceğimi bilmiyorum…

yazdıklarım sonrasında gelebilecek yorumlara ilişkin kaygılı olsam da, böyle anekdotları paylaşmayı sevdiğim için facebook’da ‘ne düşünüyorum?’ sorusuna olan biteni yazıyorum. kadını çarşaflı olduğu için yargılamak istemiyorum… söylediği şeyin çarşaflı olmasıyla alakalı olduğunu da düşünmüyorum… memlekette pek çok kişinin söyleyebileceği bir şey bu. çocukların bizi delirtme potansiyelinin de sonuna kadar farkındayım. onlara asla söylenmemesi gereken şeylerin bazen nasıl da ağızdan çıkabildiğini tecrübeyle biliyorum…

ama trenden atma fikri çok karanlık! içim titriyor…

küçük kız bir kaç durak sonra yavaşça annesinin kucağından sıyrılarak iniyor ve ortadaki tutunma yerlerinde minik bir direk dansı gösterisi yapıyor. etrafında bir sürü insan olması umrunda değil, hatta göz ucuyla kimler ona bakıyor takip ediyor. bakışlarında annesi var…

annesiyse ne yaptığıyla ilgilenmiyor…

üzerindeki elbise simsiyah ve dizlerinde; elbisenin altında yine simsiyah bir tayt. yakasındaki minik şeker pembesi kurdeleler ve ceplerindeki pullarla işlenmiş  şeker pembesi kalpler parlıyor; ayağındaki dore renkli spor ayakkabılar da…

annesi tekrar yanına çağırıyor ve kucağına alıyor. artık konuşmuyorlar. anne gözlerinde sert bir ifadeyle pencereden dışarı bakıyor; kollarıyla kızı sımsıkı sarmış durumda. minik kız da elindeki yeşil plastik telefonda birisiyle konuşuyor. kim bilmiyorum elbette ama tam ben inerken karşısındakine “allah kahretsin seni” diyor; sesi tiz ve sert. sesinde de annesi var…

gözlerine bakmak istemiyorum… anneye kızmıyorum… kızamıyorum… çocuğun ne hissettiğini hissedemiyorum…

trenden indiğimde içimde,

little girl blue‘nun

janis joplin yorumu çalıyor.

[audioplayer file=” http://radyoz.info/wp-content/uploads/2020/02/09-Janis-Joplin-Little-Girl-Blue.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

 

Küçük Hüzünlü Kız
Otur orada, otur da saymaya başla parmaklarını,
Elinden başka ne gelir ki?
Biliyorum kendini nasil hissettiğini
İş işten geçti diye düşündüğünü,
Otur orada ve say elindeki parmakları tek tek
Benim mutsuz, küçük kızım,
Küçük ve hüzünlü kızım.

Otur orada, otur da say şu düşen yağmur damlalarını,
Tatlım, say seni sarıp sarmalayan yağmur damlalarını,
Bilmiyor musun bir tanem, vakti geldi artık, vakit geldi
Kimse sana söylemedi mi hiç
Bilmen lazım
Elinden gelen sadece saymaktır, ellerindeki parmaklardır tek sayabileceğin,
Güvenebileceğin kendi ellerindir sadece, başka neyin var ki?
Birazdan sen de şu düşen yağmur damlaları gibi hissedeceksin kendini
Her biri tek tek sırılsıklam ıslattıkça seni*

 

*çeviri 

cuma günü yapacaktım ama olmadı… ilk kez hizmet aldığımız kalibrasyon firmasının karman çorman bir şekilde teslim ettiği işin karmaşasını bütün bir gün çözmeye çalışırken bunalıp kaçtığım instagram’da sevgili  crowsday‘in yazısı bir anda beni olduğum yerden başka bir boyuta kaçırıverdi; o fotoğrafa ve sözlere içimden bir yayın yapmak gelmiş ama karmaşa beni yeniden içine çekmişti…

şimdi güneşli ve fakat soğuk bir pazartesi günündeyiz; yeni bir haftaya başladık ve ben hala aynı karmaşayı çözmek için uğraşıyorum. az önce yerimden kalktım, derin bir nefes aldım, kendime bir kahve daha hazırladım ve tekrar bilgisayarın başına geçtim bunları yazıyorum… arkada spotify’ın benim için hazırladığı haftalık listeden bir şarkıyı anohni tekrar tekrar söylüyor:

Şimdi bir kuş kızım
Kalbime sahibim
Şimdi, burada ellerimin arasında
Arıyordum
Kanatlarımı
Doğmuş olacağım
Yakında gökyüzünde
Çünkü ben bir kuş kızım
Ve kuş kızlar cennete gider
Ben bir kuş kızım
Ve kuş kızlar uçabilirler
Kuş kızlar uçabilirler

 

crowsday’in yazdıklarını yeniden okudum. yine bir an için buradan uzaklaştım ama bu sefer takıldığım sözcükler bambaşka…

sürekli dönen bir ritmin içinde savrulup duruyoruz, her gün çarptığımız duvarın kendisi de şiddeti de farklı; yarın yeniden okursam ne olur bilmiyorum. gün gelecek hiç bir şey hissedemeyecekmişiz gibi geliyor bazen…

neyse!

şimdi o sözleri, sarı çiçekleri* ve dönüp duran şarkıyı buraya bırakıp, cihazlara, sertifikalara ve kahveme geri dönüyorum…

[audioplayer file=”http://radyoz.info/wp-content/uploads/2020/02/Antony-and-the-Johnsons-Bird-Gerhl.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

hava çok soğuk… aklı olanın evde sakin sakin oturmasını gerektirecek kadar sevimsiz, pis bir hava var ama mecbur dışarı çıkmak lazım. ancak şu, zamanında ünlü bir aktrisken alkol ve uyuşturucu batağına batmış, parasını, şöhretini, sevgisini kötüye kullanan aşıkları ve kocaları tarafından terk edilmiş, her şeyini kaybedip  gece kulüplerinden çalışmaya başlamış bir kadına benzeyen mahzun, kadersiz istanbul şehrinde ayakta kalabilmek için çalışmak ve mümkünse ekstralara gitmek zorundasın. bazen ekstralara o kadar gitmek istemiyorum ki emekli olup ingilizce’nin i’sini unutacağım, beynimden sileceğim, kız enstitü mezunuymuşum gibi dikiş dikip, yan komşu ile bardağın camına çay kaşığını çarptıra çarptıra karıştırıp içeceğim ve dışarıda yağan yağmuru izleyeceğim günlerin hayalini kurarken buluyorum kendimi. sonra metroda giderken insanların yüzlerine bakıyorum. hayatın bir çemberin içine sıkıştırıp oradan buradan attığı tokatlarla sağa sola savrulurken ayakta kalmaya çalışan bedenleri yorgun, günlerdir virüs, yolsuzluk, deprem, çığ, uçak kazası haberleri ile feleği şaşmış neye nasıl üzüleceğini, isyan edeceğini bilememişken, kimbilir hangi nedenlerle kendi küçük dünyalarında irili ufaklı depremlerle de baş etme gücünü bulabilmek için bindikleri durak ile inecekleri durak arasındaki süre boyunca her şeyi stand by’a almış, hayata ara vermiş, canım insancıklar. hiç bir anlamı olmayan gitgellerle ömrümüzü , kaldırımın kenarına bırakılmış çiçekler gibi solan hayatlarımızı törpülüyoruz; olur da ya tutarsa ya güneşli güzel günleri görürsek ve motorları maviliklere sürebilirsek diye biz büyüdükçe kirlenen dünyada.

*fotoğrafla biraz oynadığımı itiraf ediyorum!

kitap okumayı bırakıp spotify’de türkçe müziklerin olduğu listeyi dinlemeye başladığımda karşıma çıkan bir şarkı sürekli içimde dönüp duruyor saatlerdir ve bir tür fırtına öncesi sessizlik hissiyle sabahtan beri beklenen fırtınaya da eşlik ediyor…

şimdiye kadar nasıl fark etmediğime hayıflanarak

sena şener‘den

parya için hep gün öte‘yi

dinliyoruz birlikte.

[audioplayer file=”http://radyoz.info/wp-content/uploads/2020/02/Sena-Şener-Parya-Icin-Hep-Gunote-İnsan-Gelir-İnsan-Geçer.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

1 15 16 17 18 19 41

kategoriler