ama üç gündür zihnimde o yolculuktan bir cümle dönüyor; yüzünde tatlı bir gülümseme olan ve şekerim diye başlayan cümleler kuran yengemin cümlesi:

meskun mahalden geçiyoruz hız sınırı…”

o cümledeki hız sınırı neydi bugün bilmiyorum ama etrafında ağaçlar olan asfalt yol çok fazla anıya çıkıyor üç gündür.

arka bahçedeki kayısı ağacının yapraklarının gölgesinin düştüğü oda… o odada ahududular filmini seyrettikten sonra uyuyamıyorum; bütün gece duvarlarda, kayısı ağacının içinden geçen rüzgarın sesi ve yapraklar dans ediyor ve ben örtünün altında saklanıyorum…

arka bahçeye balkonundan merdivenlerle inilen ve kalabalık aile yemeklerinde çocukların yemek yediği kocaman mutfağı seviyorum…  duvarın üst kısmına belki bir kusuru veya kapağı kapatmak için çok güzel latin bir kadının resmi yapıştırılmış; belki de yaratılmış bir hatıra bu bilmiyorum.

benden bayağı büyük kuzenle mutfağın balkonunda eski bir radyodan moskova radyosu dinliyoruz; ne dinlediğimizi hatırlamıyorum ama bunu yaptığım için kendimi önemli hissediyorum…

70’li yıllar, akşam saatlerinde rutin elektrik kesintileri yapılıyor.  ablam ve benden büyük kuzenlerle karanlık evde yalnızım. beni korkutmayı seviyorlar. oturma odasına açılan küçük depodan hep korkuyorum…

amcamla babamın sert ve eğlenceli tavla turnuvaları… bazen oyunun sonunda kapak çok sert bir şekilde kapatılıyor. ikisi de kaybetmeyi sevmiyor; bunu biliyorum ve tavlanın ahşap kokusunu hala hatırlıyorum…

evin önündeki bahçede ağaca asılan boş süzme yoğurt kesesi, akşam veya öğleden sonra eve dönüldüğünde yoğurtçu dolusunu bırakmış oluyor.

üç katlı eve girildiğinde merdiven boşluğunda hissedilen kokuyu yıllar sonra ankara dikmen’de yaşadığım evde yeniden duyuyorum. bodrumdan gelen bir nem kokusu bu…

yaz akşamları oynanan iskambil oyunları kaybedenin kayım’da dondurma ısmarlamasıyla son buluyor. hep birlikte yukarı mahalledeki dondurmacıya yürünüyor… bembeyaz, sert ve kendine has bir kokusu olan dondurmayı seviyorum…

burdur tapu dairesi… çelik dolapların ve evrak yığılı masaların olduğu geniş bir alanda yengemin de masası var. facit denen aleti belki de ilk kez orada görüyorum. ortamın renkleri nedeniyle belki hatıranın renkleri de soluk; kahverengi, bej ve haki yeşilin tonları hakim her şeye… belki bu da sonradan yaratılmış bir hatıra…

ve daha pek çok şey…

***

camide hoca duasını ederken ölümlerde ve düğünlerde akrabalarımla buluşuyorum diye düşünüyor tombul ve sessiz küçük kız çocuğu ve hala bugün meskun mahalden geçen arabada cama yapışmış bir halde otururken içinden bütün anılar ağır ağır geçiyor…

***

nur içinde yat yengecim…

 

sonsuzluk varsa

son-uç yoktur

― bora ercan

 

 

üç kitap, bir film ve hissettiklerimle döndüm. melodimizi yazıya eşlik etsin diye başa bırakıyorum bu sefer.

mari samuelsen çalıyor

timelapse

[audioplayer file=”http://radyoz.info/wp-content/uploads/2020/01/Mari-Samuelsen-Timelapse.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

***

ilk olarak juan carlos onetti‘nin kısa hayat‘ı ve şu sıralar varoluşumuza dair hissettiklerim…

kitapta senaryo yazarı brausen, karısının geçirdiği ameliyattan sonra bedenen ve ruhen farklı bir kadına dönüşmesi nedeniyle,  kendi yarattığı bir şehirde, kendi yarattığı insanlarla, kendi yarattığı hikayelere sığınıyor ve bambaşka bir gerçekliğe dönüşüyor hayatı… bu başka gerçekliğe geçişi tetikleyen şey kitapta bir hastalık olsa da, bir süredir neredeyse hepimizin bambaşka gerçekliklerde yaşadığı gibi bir hisse kapılmış durumdayım. bir yanda sosyal medyanın tetiklediği iletişim ortamında, hafızamızı sürekli zayıflatarak, durumları, düşünceleri, duyguları ve itirazları sanki kolektif bir eylemmiş gibi paylaşırken jung’un “kolektif bilinç” dediği şeyi tamamen yok ediyor gibiyiz. diğer yanda çocukluğumuz, genlerle gelen davranış kalıplarımız, travmalarımızla ve içinde doğup büyüdüğümüz, bulunduğumuz sosyal çevrelerle bir anlamda kendi yarattığımız ve sadece kendi içi sesimizi duyduğumuz, onetti’nin hayali şehri  santa maria gibi,  karadan kopuk bir ada‘dayız. bu beni yoruyor artık…

bu arada kitabı okuyun derim… kolay bir okuma değil, ciddi emek istiyor. ama çok iyi bir metin ve çok iyi bir çeviri okumuş olacaksınız. ve elbette alef yayınevi‘nin diğer kitaplarını da atlamayın diyorum…

***

bir diğer şey bir süredir içime kaçan “asyalı”, güney kore’li yönetmen bong joon-ho’nun parazit filmi ve güney kore’li yazar hwang sok-yong’un tanıdık şeyler kitabı…

geçen yaz ankara dönüşü hayatıma sokmaya çalıştığım ayurvedik beslenme macerasının nasıl olduğunu asla hatırlamadığım bir noktasında karşıma güney kore’li genç kadınların vlogları çıktı ve bunu diğer asya ülkelerinden genç kadınların vlogları takip etti. kendimi tuhaf bir şekilde mutfakta çubuklarla yemek yaparken ve küçük kaselerle yemek yerken buldum.  stüdyo dairelerde, çok güzel mutfaklarda, doğada, çeşitli cafe ve restoranlarda ve steril bir hayatın içinde, kamera, telefon gibi teknolojik olanakları en iyi şekilde kullanarak,  iyi ışık ve çok iyi kurgulanmış ortamlarda çekilen bu vloglar ben de önceleri tuhaf bir bağımlılık etkisi yaptı. izlemeye doyamadım bir süre ve hayatımıza pek çok yeni tat ve yemek tekniği kattım; artık sabahları omletimi japon omleti tamagoyaki gibi yaparken, bir tür turşu olan kimchiye bağlandım, internette asya ürünleri satan mağazaları takip etmeye başlayıp soya ezmesi miso ve soba noodle servis edilen bambu sepetlerden aldım ve bütün bunlar olurken vloglardaki kurgulanmış hayatın öbür yüzünü gösteren bir film vizyona girdi ve ben tesadüfen rafta bir kitaba rastladım; film parazit ve kitapsa tanıdık şeyler‘di.

parazit kesinlikle son yıllarda izlediğim en iyi filmlerden birisi. bambaşka hayatların birbirinin içine geçtiği şehirlerde zıvanadan nasıl çıkılabileceğinin ve aslında delirmenin nasıl da eşiğinde olabileceğimizin şahane bir anlatımı. filmin ilk yarısında salondaki gülüşmelerin ve hissedilen neşenin ikinci yarıda bir anda bıçak gibi kesildiğini ve seyircilerin film bitene kadar nasıl gerildiğini oturduğunuz yerden hissediyorsunuz. izlemediyseniz izlemelisiniz…

tanıdık şeyler ise o güney kore’li genç kadınların steril dünyalarında yarattıkları çöpün kendi evrenini anlatıyor; kitap seul’un çöplüğünde yaşayan, çöp toplayan, hayatını çöpten kazanan insanların, çocukların gözünden hikayesi.

yarattığımız her türlü “çöp” inanılmaz boyutta; bir gün bunun altında kalacağımız muhakkak…

***

ve bora ve sonsuzun çocukluğu

geçen elli yılın ve elbette son yazdan beri geçen sürecin kitabı bu; hastane odalarından sökün etmiş, o odaların üzerine kocaman bir gökyüzü koyan,  hayatı, her soluk alışı o odalara çeken, zamanda dönen, eşikleri çağıran, kendi har’ında yanan sözcüklerle bora bu kitabı kucağımıza bırakıverdi.

hep baktığımız yere bambaşka açıdan ve hiç bilmediğimiz bir pencereden bakmak gibi bu kitap diyerek şuraya minik bir alıntı bırakayım:

herakleitos’dan bu yana 

hiç bir nesne ikinci kez bakıldığında

      aynı değildir

boşluk bile her bakışta farklı görülür

sonsuzluk bile

her seferinde……..

 

sürekli aynı rüyanın görüntüsüyle uyuyup uyuyup uyandım. bir ormana doğru koşuyorum… bir kızıl çam ormanı… başımda beyaz bir bere var, üzerimde uzun devetüyü renginde bir palto. sonrasında ormanın hemen kıyısında bir kuşburnu çalılığının yanında elimdeki telefonunun ekranından görüntüme bakıyorum. bunu ben çekmişim; aynı anda hem koşup hem arkamdan bu videoyu nasıl çektiğimi anlamaya çalışırken uyanıyorum…

sabah serviste uyuyakalınca, aynı rüyayı yine gördüm. bu sefer biraz ürkerek uyandım. kulağımda bir samarabalouf melodisi çalıyordu; hafifçe beni sararak sakinleştirdi.

buz gibi karanlıkta enstitü’ye doğru yürürken aynı melodiyle devam ettim.

şimdi bir kere daha

la mer diyelim ve sonra güne başlayalım.

[audioplayer file=”http://radyoz.info/wp-content/uploads/2020/01/04-Samarabalouf-La-Mer-2.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

 

“… Tüm vaktim yaşamakla geçiyor…

― Ursula K. Le Guin

 

dönüp masamda sevgili ege’nin hediyeleri ile karşılaşmak şahaneydi. kartını heyecanla okudum. sonra kitabı hızlıca karıştırdım. kendime bir kahve yaptım, o demlenirken penceremden hafifçe yağan yağmuru, karşımdaki ağaçtaki serçeleri, bulutların arasından sıyrılmaya çalışan güneşi izledim ve elbette ege’nin karta yazdıklarını düşündüm…

sonrası biriken işler, buraya yeniden uyum sağlamaya çalışmaları, vs…

saat üç buçuğa gelmiş; elimde olsa bir kenara çekilip bütün gün bu kitabı okumak isterdim tabii.  şu an her şeyi bıraktım, bir elma yedim ve ege’ye içinde kuş olan ne çalsam diye düşünürken aklıma çok sevdiğim bir agnes obel şarkısı geldi.

evet sevgili ege için geliyor bu şarkı;

brother sparrow

diyoruz.

[audioplayer file=”http://radyoz.info/wp-content/uploads/2020/01/3_Brother_Sparrow.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

 

nereden başlayacağımı bilmiyorum…

radyo z’den her ayrılmak zorunda kaldığımda onu çok özlüyorum ve bir o kadar da buradaki varlığımda acemileşiyorum; sanırım yavaş yavaş burada olmayı yeniden “hatırlayacağım”…

bu hafta izinliydim. yılı tatille kapatacağım. bu iyi geldi elbette. bir süredir kesintisiz bir şekilde başımın sol tarafına musallat olan ağrı tatille birlikte büyük ölçüde ortadan kayboldu; bir nöroloğa gitmeyi yine erteleyebilirim yani…

kış tatili keyifli… geçenlerde arkeoloji müzesi’ne ve tanpınar edebiyat kütüphanesi’ne gittim, eminönü’nün kaotik kalabalığına karıştım. dün de milli saraylar’ın resim müzesi’nde ayvazovski’nin fırtınalı denizde kaza isimli resminin karşısında uzun uzun oturdum. tam da yaptığım şey müzenin minik broşüründeki a. schopenhauer’den alıntısı gibiydi:

“... Herkes bir resmin önünde, onun konuşup konuşmayacağını, konuşacaksa kendisine ne söyleyeceğini görmek için bekleyerek bir prensin huzurunda durduğu gibi durmalıdır ve prensin huzurunda olduğu gibi kendisi ona hitap etmemelidir, çünkü o zaman ancak kendisini işitecektir….

tek keyifsiz olan şeyse, muhtemelen neden orada uzun uzun oturduğumu merak eden güvenlik görevlisinin sırtımda hissettiğim bakışlarıydı.

bugün sinemadaydım. izlenebilir olduğuna düşündüğüm ilk seans filmlerinden birini izledim. şimdi ise bunları yazarken üzerine sert bir kahve döktüğüm balkabaklı dondurmamı yiyorum. müziğimse countertenor jakub józef orliński ve varşova filarmoni orkestrası’ndan.

g.f. handel‘in oratoryosu messiah‘dan bir arya bu.

he was despised 

ile geri dönmüş oluyorum böylece.

[audioplayer file=”http://radyoz.info/wp-content/uploads/2019/12/Jakub-Józef-Orliński-He-was-despised-from-G.F.-Handel-Messiah.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

 

 

 

“…Yalnızca kanatlarına güven

― Akgün Akova

 

sevgili nurşen‘in sonbahar şarkısı ile başlayalım.

sandy posey söylüyor

all hung up in your green eyes

[audioplayer file=”http://radyoz.info/wp-content/uploads/2019/09/Sandy-Posey-All-Hung-Up-In-Your-Green-Eyes-1968.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

fotoğraf antalya bademağacı’ndan badem ağaçları ve nurşen’in kitap önerisi akgün akova‘dan içimden geçen yolda.

 

“…ellerimi bahçeye dikiyorum,
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda
yumurtlayacaklardır…”

― Füruğ Ferruhzad (Yeniden Doğuş)

 

deprem tedirginliği var. bakalım bu sefer bu o tedirginliğin ortadan kalkması kaç gün sürecek? pek yakında telaşlı ve kaotik evrenimize geri döneriz  diye düşünüyorum; biraz çaresizlikten biraz da iliklerimize kadar işlemiş umursamazlıktan…

dünü yaşayanlara geçmiş olsun diyerek sıradaki sonbahar parçamıza geçiyorum.

fotoğraftaki taze hurmalardan anlayacağınız gibi seçimler epey uzaktan, çöl sıcağındaki sevgili ege’den…

yarı mısırlı yarı belçikalı bir sanatçı olan tamino‘yu

reverse

ile dinliyoruz şimdi.

[audioplayer file=”http://radyoz.info/wp-content/uploads/2019/09/Tamino-Reverse-Cabin-Sessions-25.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

ege’nin kitap tercihi ise füruğ ferruhzad‘dan önce ben öleceğim.

… Ne diyordum, dünyanın düşünceleri yoktur. Otların canı sıkılmaz…

― İlhan Berk (Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum)

 

 

öykünüp bugün dağlarda dolaştım ofiste yoktum demek isterdim ama sadece öğle tatili için geçerliydi bu durum ve şahaneydi.

şimdi çalışmaya başlamadan önce,  “evet koca yemişler oldu sevgili sevin ve şarkına onlar eşlik etsin” diyorum…

simon and garfunkel‘den dinliyoruz

bridge over troubled water.

[audioplayer file=”http://radyoz.info/wp-content/uploads/2019/09/01-Bridge-Over-Troubled-Water.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

sevin’in sonbahar kitap önerisi ise, hasan ali toptaş’tan kuşlar yasına gider

… He rides through your dreams on a coach and horses…
― Tom Waits

 

 

… delireyazmak sözcüğünü sürekli tecrübe ederek iliklerine kadar hissetmek ve sözcüğün kendisini bu kadar sevmek pek hayra alamet değil sanırım…

***

bu ruh halinin müziği her zaman tom waits olmuştur.

bu nedenle

black wings

diyorum.

[audioplayer file=”http://radyoz.info/wp-content/uploads/2019/09/12-Black-Wings.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

imaj: frozen forest, matazo kayama

 

1 16 17 18 19 20 41

kategoriler