“317. Kulaklarım kuyu, gözlerim saat.”

anita sezgener, nabız kayıt

akbank sanat’ta “şehrin gürültüsü’nde günce”başlıklı bir söyleşiye katıldım… şu sıralar peşine düştüğüm güncelerim, gürültü meselesinin “dayanılmaz cazibesi” ve elbette sevgili anita’yı dokunabileceğim bir uzaklıkta dinlenme fırsatı bu söyleşiye gitme nedenlerimdi. konuşulanların ayrıntısına girmeden, söyleşinin bir anlamda yörüngesinde dönerken hissettiklerime ve çağrıştırdıklarına dair olacak yazdıklarım… 

söyleşide konuklara ilk soru “hiç günce yazdınız mı?” oldu. benim yanıtım netti; “evet on yedi yaşında başlamışım, farkında bile değildim, yeni fark ettim” dedim içimden… ve tekrar “neden bunu yapmaya başladım ve kısmen neden yapıyorum” dedim kendime bir kez daha… kendimi duymak için sanırım; gürültüyü bastırarak kendimi duymak için… 

söyleşide biraz “yabancı” hissettim ortama; uzun bir süredir böyle bir etkinliğin içinde olmadığım için muhtemelen ama biraz da dinleyici profili olarak “farklı” olduğumdan sanırım… farklı mıydım gerçekten

söyleşi, küratörlüğünü canberk akçal’ın üstlendiği “şehrin gürültüsü nasıl değişmekte?” serisindendi ve yöneten akçal levent’te ziyaret için gittiği bir iş merkezinde beklerken ve o esnada şiir okurken orada ondan başka kimsenin şiir okumadığını hissettiğini/düşündüğünü söyledi… öyle değildir dememek için kendimi zor tuttum; ve “aslında her birimiz kendi habitatlarımızda yarattığımız gürültünün içinde, başka habitatlara yabancılaşıyoruz” demek istedim. bilgisayarının veya telefonunun ekranından bir şiire kaçamak da olsa bir bakış atan ve hatta çantasında minik bir şiir kitabı taşıyan vardır diye düşünüyorum çünkü… levent’te bir iş merkezinde olmasa dahi yıllarca olduğum ortamlarda böylesi deneyimleri yaşadım çünkü…

anita “hayvan sesleri benim için gürültü değil” dedi… bu cümle beni inanılmaz bir anıya götürdü… yıllar yıllar önce yârim a., tayfun pirselimoğlu’nun yazıp ve yeşim ustaoğlu’nun yönettiği iz filminde çalışmıştı. onu ziyaret etmek için istanbul’a geldiğimde beyoğlu’nda büyük londra oteli’nde kalmıştık. huzursuz bir gece geçirmiştim ve uykuyla uyanıklık arasında bütün gece bir delinin sokaklarda çığlık atarak dolaştığına karar vermiştim. sabah a.’ya bundan söz ettiğimde çok gülmüştü; duyduğum sesler martıların sesleriydi çünkü… bir deniz kentinde doğan ve büyüyen ben, martıların sesine yabancıydım; antalya’da neredeyse hiç martı yoktu çünkü. yıllardır istanbul’da yaşıyoruz ve sabahları martıların çığlıkları ve kargaların bağırtılarıyla uyanmak normalimiz. ve anita haklı; bu bir gürültü değil… 

dönüşte kulaklığı takıp, şehrin gürültüsüne kendimi tamamen kapatıp spotify’daki müzik listelerimden birini dinledim…bunu yapmayı çok seviyorum; hayat birden gerçeklikten kopuyor, bir ekrana ve o ekrandan yansıyan sessiz bir filme dönüşüyor; sadece müziğin eşlik ettiği bir filme… marmaray’da ayrılık çeşmesi’nde durduğumuzda karşımdaki kapı açıldı ve yaşlı bir adam, eski, ahşap kolçaklı bir koltukla trene bindi. açılan kapının tam karşısındaki kapıya dayanmış kitap okuyordum. hemen yan tarafıma koltuğu yerleştirdi ve oturdu. sanki evde, bir pencerenin karşısına yerleştirilmiş koltukta hayatın bütün ağırlığının altında eziliyor gibi oturuyordu; omuzlar çökük, eller dizlerinde birleştirilmiş ve tuhaf bir hüzünle… muhtemelen sadece onca yaşın ve yılın verdiği bir görüntüydü bu hissedişime neden olan… trenin hiç durmayacağını ve onun öylece oturmaya devam edeceğini hayal ediyordum inerken… (24 şubat, 8.30)

***

yılında başında, 2024’te daha çok şiir okumalıyım demiştim; buna bir süre önce günceler de eklendi. şu sıralar salah birsel’in 1950 yılında yazdığı günlüğünü okuyorum… benim için çok kıymetli bir kitap bu, ilk baskısı ve sâlah birsel imzalı… sevgili yarim a. 13 haziran 92’de istanbul’da bir sahaftan almıştı…

21 mayıs 1950’den bir alıntıyı noktasına virgülüne dokunmadan buraya bırakıyorum;

Bugün karar veriyorum:

Artık heyecanları, kalbimi tıkayan çarpıntıları bir yana itelemeli, yeniden yazılarıma dönmeliyim.

Bu gönlümün yanaşmadığı bir düşüncedir. Ama hatırlanması bile, beni, üzüntüler üzüntüsüne sürükliyen birtakım olaylardan sonra gene de bu yolu tutmamak ömrüm boyunca yapmaktan kendimi alıkoyamadığım bönlüklere bir tanesini daha katmak olurdu. Şu şimdiki anda bile bunu tamamen imkânsız kıldığımı söyleyemem. Doğrusu iki yılı tutan günler içinde bellediklerimi bana hiçbir bilim kitabı veremezdi.

Öğrendim. Ama bu hiç de ucuza mal olmadı.

Şu hâlde gene yazılarıma, gene güneşin ayak basmadığı o yapmacık ülkeme dönüyorum.

Masamın üzerinde defterim; pırıl, pırıl yontulmuş kalemim duruyor.

Az sonra Ahmet Muhip’in, Behçet Necatigil’in bir şiirine dalar, bulutlara doğru uçmağa başlarım. Hele, çoktandır güzelliklerini unuttuğum, o akıl ve sağduyu gücümün topraklarına yeniden ulaşabilirsem, keyfime hiçbir türlü sınır yok demektir.

Haydi iş başına!

Hayattan başka bir hayat beni bekliyor.”

ne yaşadıysa artık!  (25 şubat, 15.30)

***

geçmişin parçalarının bambaşka bir kompozisyonda birleştiği bir rüya gördüm bu gece. 

antalya’da çocukluğumun evimdeyim. yalnızım.  ama evde biri var, hissediyorum. banyoya gidiyorum… eskiden banyo kazanı dediğimiz sobanın yerindeki çamaşır makinesi kaymış, altında is gibi bir kirlilik var… ürkerek hole çıkıyorum… kocaman, siyah bir adam var evde… çok kendinde değil… sanki sayıklıyor… üzerinde eski yavru ağzı renginde solmuş bir tişört var… yalınayak… kocaman, gerçekten kocaman bir adam, evin tavanına değiyor nerdeyse başı… onu kocaman göbeğinden, sırtından, ite, ite kapıya yaklaştırıyorum… ve evin dışına apartmanın merdiven boşluğuna itiyorum…

kapıyı kapattığımda uyandım… şimdi düşününce parçalar birleşiyor… çocukluğumun karanlık korkusunun kaynaklarından birisi olan müzedeki hayaletin, müzedeki hayalet (belphégor ou le fantôme du louvre)’in izleri var bu rüyada. hayaletin hep banyo kazanının arkasından çıkacağını düşünürdüm, evde yalnız olduğumda… o kocaman siyah adamsa babamın çalıştığı ve arap memed sanırım. onu bir kez gördüm ve üzerinde turuncu bir tişört olduğu hatırlıyorum… iri bir adamdı ve babam çok güçlü olduğunu, her şeyi kolayca taşıdığını anlatırdı… antalya’da yaşayan afrika kökenli türkler’dendi muhtemelen; arap olmayı aşan bir siyahlığı vardı çünkü…

hafıza tuhaf bir şey; neyi ne zaman ortaya çıkaracağı bir muamma… (26 şubat, 7.20)

***

bir süredir çevremizde sürekli kayıplar yaşanıyor… son birkaç hafta içinde iki cenaze törenine katıldım ve dün bir ölüm haberi daha aldım… bugünse babamın ölüm yıldönümü. annemle, yapacağı irmik helvasının planını yaptık sabah… komşulara dağıtacağız… yalnız olsam yapmayacağım bir şey ama belki de yapmalıyım kimbilir! 

şehrin gürültüsü’nde günce söyleşisinden bu yana sevgili anita’nın nabız kayıt kitabı hep yanımda… uykusuz gecelerime eşlik etmiş bir kitaptır bu. babam için son söz olarak kitaptan bir alıntı bırakacağım.

ne kadar büyüsek de ve ne kadar ihtiyacımız kalmasa da bir yanımız babamızdan bir beklenti içinde… öyle belletildiğinden muhtemelen… (5 şubat, 8.30)

“144. Rüyamda babama diyorum kapı parça parça  sunta döküldü dökülecek yıkıldı yıkılacak değiştirelim sağlam kapı koyalım.”

***

yağmura ihtiyacım var diyerek spotify‘dan şahane bir liste bırakacağım buraya;

*imajın kaynağı için tıklayınız.

“… Yeah, I’m wrapped around, and around
And around on your finger now (Ooh, ooh, ooh)
You got me wrapped around, and around
And around on your finger now (Ooh, ooh)
I’ma be right down
…”

hissediyorum… dün pazarda hafifçe kendimi kaybetmiş olabilirim. çok fazla şey almışım; dönüş yolunda çekiştirdiğim pazar arabam bütün yükünü boynuma ve dizlerime verdi! eve gelince alınanları yerleştirdim ve geçen haftadan kalan lahanayla kendi alternatif kapuskalarımdan birini yaptım. yeşil mercimekli, bol soğanlı, havuçlu, kuru domatesli, sarımsaklı, limon kabuğu rendeli ve hafif acı “kapuskam” şahane olmuştu. ada’nın dediği gibi kapuskanın adı yanlış, lahana yemeği daha uygun bir isim onu için. kapuska sözcüğü, burada yazmamam gereken başka hisler uyandırıyor insanda…

sonrasında akşam yemeği bulaşıkları, mutfağın temizliği derken çok yoruldum; allahtan yeşilliklerle annem ilgilendi yine…

bahar kendini yavaş yavaş hissettirmeye başlamış pazarda, yılın ilk sultani bezelyesini gördüm ama almadım; kaz ayağını görünce ise dayanamadım. bu akşam onu pişireceğim; muhtemelen radyo aşdamı’na, bir tarif çıkar…

***

az önce ada’yı geçirdim. kahvaltısı için sandviç yaptım, öğle yemeği içinse dün akşam lahana yemeğinin yanına yaptığım makarnaya eşlik etsin diye birkaç nugget kızartım. onu geçirip, kendime bir kahve demledim ve masama geçtim. şu sıralar genel olarak masama geçtiğimde tracy chapman şarkıları dinlemeye başlıyorum. bir kaç hafta önce yıllardan sonra yeniden sahneye çıktığı bir video yayınlandı; nasıl güzel yaşlanmış ne hala nasıl güzel şarkı söylüyor. buraya şarkıyı bırakıyorum; tracy chapman’a fast car‘ı yeniden düzenleyene luke combs eşlik ediyor.

***

şu sıralar, sabahın erken saatlerinde kahvemi alıp masama oturduğumda eski günlüklerimi okuyorum… “bu günlükleri ne yapmalıyım?” diye kocaman bir soru işareti var kafamda. geriye bırakmamaya karar verdim ama tamamen yok etme fikri de canımı acıtıyor. günlük tutmak uzun yıllardır yaptığım bir şey, kendimi yazarak ifade etme kaygısının bir sonucu sanırım; aslına bakılırsa buraya yazmaktan da farklı bir şey değil. yukarıdaki fotoğrafta soldaki defter ilk günlüğüm, ortadaki küçük olan da şu anda tuttuğum.

22 nisan 1985 yılında tutmaya başladığım günlüğümün ilk sayfasına bir kartpostal yapıştırmışım. kartpostal’ın üzerindeki resimde ve sözde atanur doğan imzası var. sözler ona ait değil, kime ait acaba diye gugulladığımda karşıma bambaşka isimler çıktı; nazım ve titus maccius plautus en önemli olanları… aşağıda verdiğim bu sözlere gençliğimin en erken evrelerinde çok fazla anlam yüklediğimi hatırlıyorum… oysa şimdi hiç bir şey ifade etmiyor…

yaşadığım hiç bir şeyden / pişman değilim / öfkem yaşayamadıklarıma

günlüğümün ilk sayfasının ilk paragrafı şöyle;

Neden insanlar bu kadar kötü. Oysa ben hep iyi şeyler düşünmeye çalışırım. Doğal olarak her zaman değil elbette… Fakat bu zamanlarda bile aklıma kötü şeyler getirmemeye çalışırım… Neden yapmak istediğim şeyleri başka insanların anlamsız düşüncelerine göre yönlendireyim. Bunlar beni bıktırıyor… Dünyayı tanıdıkça mutluluğum gitgide azalıyor…” (22 Nisan 1985, Antalya/22.35)

on yedi yaşın karmaşasıyla başlanan bir defter bu anlaşılan… o hiç bitmeyecek olan karmaşanın keşfinin başlangıcı… sıfır noktası… diyerek susayım ve o günlerde döne döne, elbette kasetten, dinlediğim bir şarkıyı çalayım.

the police

wrapped around your finger

diyor.

“Antonio Machado’nun şiirinde söylediğine bakarsan, yol yoktur, yürürken oluşur yol…” 

 İsabel Allande, Violeta

üzerimize üzerimize geliyor. kendimi bundan korumak için bazı “tedbirler” almaya başladım. bu tedbirlerden biri uzun süredir ihmal ettiğim farklı müzikleri dinleme pratiği! çalışma ritmimi bozmayacak alternatif müzik listeleri dinliyorum bu günlerde; bazen spotify’ın benim için hazırladığı listeler oluyor bunlar bazen de takip ettiğim bazı kişilerin listeleri…

bugün bilim insanı çağhan kızıl‘ın dusk başlıklı ortaya karışık şahane bir listesiyle kronik hepatit B infeksiyonu ile ilgili bir makaleyi okuyorum ve düzeltmelerini yapıyorum (15 şubat, 10.30).

şimdi dinlediğim şarkıyı çalmasam olmazdı diyerek şuraya bırakayım.

maria dolores pradera ve raphael birlikte söylüyorlar;

gracias a la vida.

***

tuhaf rüyalar görüyorum şu sıralar, huzursuz bir uyanıklığın ardından uykuya teslim olan bedenimin ve zihnimin yarattığı rüyalar bunlar muhtemelen; gerçeklerle kaygılar birbirine karışıyor…

bir kaç gün önce çok karanlık ve eski haberci rüyalarıma benzeyen rüyalar gördüm. anneme sadece “çok kötü rüyalar gördüm ama anlatmak istemiyorum” dediğimde, “hayrolsun, suya anlat” dedi… banyo yaptım ve gerçekten sessizce suya bütün kötü gerçekleşme olasılıklarını alıp götürmesini dileyerek rüyamı anlattım.

dün gece dağınık bir yurt odasındaydım, dağınık olmanın ötesinde pisti de… sonra eşyaların yığılı olduğu sıkışık bir asansörde…

saat altıda kalktım; bu rüyaları düşünerek ada’nın öğle yemeğini paketledim ve ona fıstıklı, muzlu ve reçelli bir sandviç hazırladım kahvaltı için. ona yaptığım kahveden bir fincan da kendime aldım ve bunları yazıyorum. bana eşlik melodilerse inanılmaz sesleri olan siyah soprano kadınlardan; spotify’da bulduğum black soprano magic başlıklı nefis bir liste bu. buraya da bir parça bırakıyorum (16 şubat, 6.45).

purcell‘in dido ve aeneas‘ından nefis bir parçayı jessye norman söylüyor;

thy hand belinda, when I am laid in earth.

***

ada çıktı az önce… kulaklığımı taktım ve listede kalan ilk parçayı açtım. the meltdown

better days‘i söylüyor.

uyku yetmedi, hala yorgunum; bedenim ve zihnim başını sonunu kaçırdığım haftasonunu hala sindirmeye çalışıyor… cumartesi günü öğle saatlerinde kadıköy’den bandırma feribotuna bindiğimizde planımız bambaşkaydı hafta sonu için. akşama doğru, erdek ocaklar’ın sahildeki mahallelerinden biri olan hedefimize vardığımız anda karşılaştığımız durum her şeyi değiştirdi. yeni duruma uyum sağladık ve pazar sabahı, sazlı’ya zeytinliğe gitmeyi planlarken, pazar öğleden sonrası için feribottan dönüş biletlerimizi aldık. dün sabah saatlerinde yaptığımız yürüyüşte, ben doğanın detaylarını yakalamaya çalışırken, a. gezimizin zorthiso (zort hüseyin)’nun morhamam ziyaretine benzediğini söyledi ve dedesinin anlattığı hikayeyi anlattı bana.

ağası, zorthiso’ya yarın morhamam’a gideceksin demiş. morhamam malatya arguvan’a bağlı bir köy. zorthiso ertesi gün kalkmış, morhamam’a gitmiş, dönmüş ve ağası’na gidip “gittim, geldim” ağam demiş. hikayenin gerisi malum, yapılacak bir iş varken sadece morhamam’a gidip dönmekle kalan zorthiso’nun sonu iyi olmamıştır muhakkak!

gidiş ve dönüşte feribotta isabel allande’nin yeni çıkan romanı violeta’yı okudum ve bitirdim. çok keyifli bir romandı; özlemişim isabel’in o tarifsiz gevezeliğini. bir şekilde bu romanla uzun bir aradan sonra chavela vargas’a geri dönmüştüm. haftasonu onun sarıp sarmalayan sesi bana çok iyi geldi. son şarkımız ondan olsun (19 şubat, 6.40);

la llarona

diyoruz.

fotoğraf dünden; erdek ocaklar ilhanlı mahallesi sahili…

niko: Bu ağaç senin arkadaşın mı?

hirayama: Öyle, benim arkadaşım o ağaç.

yeni bir ağaç bulmalıyım derken karşıma çıktı bu film… çocukluğumdan beri bir şekilde bağ kurduğum ağaçlar oldu hep; şu anda bağım olduğunu hissettiğim ağaç tam çalışma masamın karşısındaki kurtbağrı; dokunma ve altında oturma şansım yok maalesef. serçelerimin mekanı bu ağaç; yağmurdan kaçıp sığındıkları, cıvıldayarak oyunlar oynadıkları ve benim yemeklerini vermemi bekledikleri yer…

bağ kurduğum diğer ağaçlardan söz etmeden önce filmi anlatayım biraz!

wim wenders, nippon vakfı tarafından desteklenen tokyo tuvalet projesi kapsamında yapılan 17 tuvalet için yapımcı  koji yanai tarafından tokyo’ya davet ediliyor. aslında bu tuvaletlerle ilgili bir kısa film veya kısa filmler dizisi yapması beklenirken, wenders senarist takuma takasaki ile birlikte uzun metrajlı bir film yapmayı tercih ediyor ve ortaya perfect days çıkıyor…

merak edenler için tokyo tuvalet projesi’ni anlatan bir bağlantı bırakıyorum; lütfen tıklayınız!

filmi çok sevmemin ötesinde ana karakter olan hirayama’yı bazı açılardan ruh ikizim gibi hissettim. neden derseniz; bir ağaçla kurduğu bağdan ve onu arkadaşı gibi hissetmesinden, tekrar tekrar aynı ağacın fotoğrafını çekmesinden, yaptığı şeyin ne olduğundan bağımsız bir şekilde aynı titizlik ve özenle ve bir rutin içinde o şeyi yapmasından ve elbette doğaya gülümsemesinden… ve itiraf edeyim hirayama’nın neredeyse sözsüz ve sadece tepki vermeye dayanan hayat performansına ve uzun sessizliklerine kendimi çok yakın hissettim… 

içinde olduğumuz hayatta artık bir şeyleri ve detayları fark edebilmemiz için uzun sessizliklere ihtiyacımız var; bunu biliyorum. pek çok dikkat dağıtıcı şeyle bir hengamenin içinde yaşıyoruz ve büyük bir gürültünün eşlik ettiği görsel bombardımanı altındayız! bizi sağırlaştıran ve körleştiren bir bombardıman bu…

hirayama da o sessizliğin içinde gölgeleri, bir oyun arkadaşını, hemen herkesin görmezden gelmeye çalıştığı evsiz bir meczubu görüyor, hissediyor…

bu dünyada ve fakat bu dünyada olmadan, bu dünyanın gölgelerinin peşindeki bu adamı sevdim, hem de çok sevdim…

niko: … annem senin ve bizim farklı dünyalarda yaşadığımızı söyledi.

hirayama: muhtemelen doğru.

niko: öyle mi?

hirayama: bu dünya birden fazla dünyayı içinde barındırıyor. bazıları birbiriyle bağlantılı, bazıları ise değil. benim dünyam ve annenin dünyası oldukça farklı.

niko: peki benim dünyam, ben hangi dünyadayım?…”

***

filmle ilgili time dergisinde çıkan bir yazıya denk geldim… buraya serbest bir çeviri yaparak bir bölüm ekliyorum:

“… Mükemmel Günler’in pek de sır olmayan sırrı, her günün kendine has bir dokusu olmasına rağmen aslında hiçbir günün mükemmel olmamasıdır. Yaprakların gökyüzüne karşı deseni hiçbir zaman aynı olmaz çünkü havanın rengi hava durumuna ve mevsimlere göre değişir. Bazı günler, ve muhtemelen sıklıkla, Hirayama’nın iş arkadaşı Takashi geç gelmektedir – ve sonra bir gün haber vermeden istifa eder ve biz de Hirayama’nın yüzündeki öfkeyi görürüz. O ne bir azizdir,  ne de saf biri

Belki de fikir şu; bir şarkıya, bir filme, rastgele bir güne rahat bir son ararken yanlış şeyi arıyoruz. Adını Lou Reed’in yazdığı en güzel şarkılardan birinden alan filmin konusu da bu. Günlük yaşamda anlam arıyoruz ama aslında her bir günün yaşamın anlamı olduğunu farketmiyoruz.” 

***

burada susuyorum; ağaçlarım hakkında ise daha sonra yazmaya karar verdim…

elbette lou reed‘den dinliyoruz

perfect day

bu arada filmin şahane bir soundtrack’i var elbette. kusursuz bir liste; onu da buraya bırakayım…

“… Dragonfly out in the sun you know what I mean, don’t you know?
Butterflies all havin’ fun, you know what I mean
Sleep in peace when day is done, that’s what I mean
And this old world, is a new world
And a bold world for me, yeah-yeah
…”

– feeling good, anthony newley & leslie bricusse

sabah rutinime geri döndüm… saat altıda kalktım, dişlerimi fırçalarken bir grup esneme egzersizimi yaptım… sonrasında ada’nın öğle yemeği için dünden kalan domatesli makarnanın yanına nugget pişirdim… bugün üç bentō* kabı hazırladım; ada’nın arkadaşının öğle yemeği kutusu da bizdeydi çünkü ve ali’ye de kalan makarnayı paketledim… ada’ya lor ve avokado karışımından oluşan kanepeler yaptım kahvaltı için. bütün bunlar olurken spotify’da bu hafta için yayınlanan müzik listemi dinledim önce sonrasına da kültür tarih sohbetleri‘nin son yayınlanan ipek yolu tarihi programı‘nı dinlemeye başladım…

burada reklama giriyorum ve destekçisi olduğum kültür tarih sohbetleri’ni dinleyin ve dinlettirin diyorum!

gündemle arama mesafe koymaya çalıştığım için hiç haberlerle ilgili bir şey dinlemedim bu sabah. bunu yapmayı sürdürmeliyim; sürekli haberleri takip etme hali benim için toksik bir şeye dönüştü çünkü…

***

a&a gittikten sonra, kahvemi aldım ve masama oturdum ve youn sun nah‘ın 2024’te çıkan son albümü elles‘i dinlemeye başladım; cover’lardan oluşan nefis bir albüm bu.

günlüklerimde 5 şubat günlerine baktım ve buraya iki alıntı bırakmaya karar verdim.

ilki 1986 yılından yani 17 yaşımdan. üniversite sınavına hazırlanıyorum, ara tatilde gittiğim mersin günlerine dair bu notlar;

“… Bol bol gezdim Mersin’de. Gezdim derken; her gün çarşıya çıkıyorduk. Evde de her an birileri var. Sabah, öğle, akşam hiç boş kalmıyor ev. Necla teyzenin öğrencileri, öğretmen arkadaşları sürekli geliyorlar! Bir gün Necla Teyzenin bir öğrencisi ve eşi geldi. Adı ….’dı. İngilizce öğretmeniydi ve Adil beye çok benziyordu. Aynı Adil bey gibi çok tatlı ve iyi bir öğretmen. Adil bey’i gördüğümde onu soracağım. Çünkü aynı okulu bitirmişler…

Ancak ne Mersin’i ne de Adana’yı hiç sevmedim. Son derece çirkin, pis ve şehirleşmesi kötü olan şehirler. Antalya’nın ne kadar güzel olduğunu orada daha iyi hissettim. Fakat Necla Teyze’nin evi o kadar güzel ki insan hiç sıkılmıyor.

Uykum geldi. Oysa yazacak daha çok şey var gibiydi. Yarın sınavım var ve bu kafayla nasıl gireceğim bilmiyorum. Dilerim iyi olur! Mutluyum…” 5.2.1986, Antalya/23.50

ikinci alıntı 30 yaşımdan, yıl 1998, tezer’in birinci doğum günü!

Bugün oğluşumun doğum günü. O artık bir yaşında. Sanıyorum Tezer için yaşlanmak istiyorum. Onun her halini olabildiğince fazla görebilmek için… Onu yaşayabilmek için. Her ne kadar onun varlığından korksam da, paniğe kapılsam da… anne olmaktan tarifsiz bir haz alıyorum. Seni seviyorum Tezer.” 5 Şubat 1998, Antalya/10.00

***

annemle dün günlüklerimle ilgili konuşurken, burada, yani radyoda hala günlük tuttuğumu söyledi, haklı!

şimdi çalışmalıyım artık…gitmeden youn sun nah‘dan bir şarkı bırakayım.

feeling good

diyoruz.

*japon mutfağında yaygın olarak sunulan, tek kişilik servis edilen ya da evde paketlenmiş bir yemek.

Uyumak ne güzel şey

z.

can atalay’ın vekilliği düşürüldüğünde nefesim kesildi… bu olay içinde olduğumuz durumun en keskin sonuçlarından birisi ve geri dönüşü olmayan başka bir evreye geçtiğimizin de göstergesi… ve fakat biliyorum, iki gündür birazcık yükselen tepki ve ses bir sabunun köpüğü gibi aniden sönecek; bir sabah kalkacağız ve yeniden başka bir olayla karşılaşacağız ve sonra yeni bir gün başka bir şeyi daha getirecek ve içinde olduğumuz atıl ruh haliyle bedenlerimiz bütün sinirleri alınmış bir yığına dönüşecek… kimilerimiz dönüştü bile… 

o gün akşam beşiktaş iskelesi’ndeki eyleme gittim; a. şehir dışında olduğu için yalnızdım, gitmemek bir seçenek değildi, bu olayı bir kaç tweet atıp geçiremezdim… marmaray’a bindiğimde gezi günleri’nin hayaliyle en azından eyleme giden birileriyle karşılaşmayı umuyordum, en azından bir kaç kişi… her durakta açılan kapılardan birilerinin gireceğini beklesem de üsküdar’da marmaray’dan indiğimde olan bitene dair tek bir iz yaşanmadı… 

duraktan çıktığımda soğuk yüzüme çarptı… yağmur yağıyordu ve istanbul çok güzeldi… karşıya geçmek üzere tekneye bindiğimde artık burada o izi görürüm diye düşündüm… gezi günlerindeki gibi gülümseyen, neşeli insanlar değildi elbette beklediğim; öfkeli bir kaç cümle duymak istiyordum en azından… teknede de değişen bir şey olmadı… herkes kendi içine kaçmıştı sanki…

itiraf ediyorum, yalnız olduğum için biraz ürkek ve tedirgindim ve ağrıyan dizim soğuk ve nemli havanın etkisiyle iyice kasılmıştı… meydana doğru yürürken önce flamaları, sonra polisleri ve ardından cılız kalabalığı gördüm… bir avuç insandık… polislerden olabildiğince uzak kalabileceğim bir noktaya, kalabalığın kenarına yerleştim… sağımda solumda benim yaşlarımda, benden biraz büyük bir kaç kadın daha gördüm yalnız gelen; birbirimize gülümsedik; gözlerinde çok yakın, tanıdık bir ürküntü gördüm…

gezi’deki o yoğun tepki nasıl oluşmuştu, o enerjiyi açığan çıkaran şey neydi? 

tamamen yitirdik mi o yetimizi? muhtemelen…

zihnimde bunlar dönerken ve birbirini, farklı cümlelerle tekrar eden konuşmaları dinlerken duruma yabancılaştığımı hissettim; bir seyirciye dönüşmüştüm adeta… çemberin içinde veya dışında olan bir seyirci hali değildi bu; çemberin arafındaydım… 

***

son birkaç gündür, kesintilerle da olsa yıllardır tuttuğum günlüklerime daldım… bu konuya daha sonra geleceğim şimdi sadece geçmişten, 22 yaşımdan, bir alıntı bırakacağım buraya… 

bunları okurken shirley bassey eşlik etsin size

yesterday when I was young

diyoruz.

3 aralık’90

Ankara

Zonguldak’ta maden işçileri grev yapıyor, maden işçileri kadınları ve çocuklarıyla direniyor. Coşkuyla, inançla sürdürüyorlar grevlerini. Sanki tüm ülkeye yaşadıklarını, varlıklarını hissettirmeye çalışıyorlar. Bütün yüreğim ve beynim onlarla…

32. Gün programını izledim az önce.

Dünya karmakarışık…

Dünya soluk soluğa yaşıyor…

Bu yaşlı, çok şey yalamış gezegen hala dinç, yaşama sevincini yitirmemiş insanalar benziyor. Ve insanlar… Ya birilerinin peşine takılmış gidiyorlar yada birilerini peşlerine takmış. Adeta Bush, Saddam dünyayı yönlendiren. Körfeze gemiler akıyor, körfeze askerler akıyor. Yüreklerde her an şurada, yakınımızda çıkabilecek savaş…

Petrol fiyatları aldı yürüdü, benim ülkem körfez kurbanı. Enflasyon almış başını gidiyor. Çağ atladığımız rivayet ediliyor; muhalefet birbirini yiyiyor; Emin Çölaşan bu ülke düzelmez buyuruyor. Zonguldak’ta maden işçileri grevde. Beyimiz, Sayın Özal yine ahkam kesiyor, Çankayalardan her şeye ilişkin… Dinci kesimimiz türbanda direniyor, öğretim görevlilerimiz Anıtkabir’e yürüyor, görev savıyor.

Dünya bu ülkeden de beter.

Güney Afrika’da zenciler hala 2. sınıf insan, sokaklarda polis tarafından öldürülüyor. Nelson Mandela hükümetle işbirliği çabasında, karısı ona karşı. Güney Afrikalı beyazlar Mandela’yı asma taraftarı.

Moskova’da rejim iflas etti. Gorbaçov adeta son zamanlarını yaşıyor. Moskova’da insanlar süt ve yumurta bulamıyor…

Romanya kuracağı yeni rejim için Türkiye’yi örnek alıyor (!) Son yıllardaki gelişmesinden söz ediliyor Türkiye’nin (!)

İNANAMIYORUM…

Bu arada günlük yaşam devam ediyor… Şiddetli grip; burnum akıyor, boğazımdan hırıltılar geliyor. Sanki yarın sesim çıkmayacak… Yarın terapim var, kısa bir görüşme isteyeceğim…

Şimdi Eric Clapton ve biraz spor…

Uyumak ne güzel şey… (24.05)

“rüyamda sağ bir geyiğin düş kırıklığına uğramış avcıdan af dilediğini gördüm.”

nemer ibn el barud

yapmıştım dört gece önce rüyamda. iki küçük tepside, ekmeğin üstüne minik patatesler yerleştirmiştim niyeyse; bunlar pişer mi acaba diye düşündüğümü hatırlıyorum… diğer bir tepsi ekmeği ise havuç dilimi baklava şeklinde yapmıştım… gecenin ilk saatlerinde uyandım ve ekmek tepsilerinden ibaret olan bu rüyayı düşündüm, hatırladığım başka bir ayrıntı yoktu… bir yudum su içtim ve uykuya geri döndüm…

sabah alarmım çaldığında bu rüyanın devamıyla uyandım… ekmekler pişmiş ve üzerinde patates olan tepsilerden biri nehre düşmüştü… karadeniz’de bir yerlerdeydim ve fakat etraf yemyeşil değildi… koyu kahverengi, eski, ahşap bir köprüden akan nehre ve suyun üzerinde süzülen tepsiye bakarken uyandım…

üç gece önce gördüğüm rüya ise sadece kendi çektiğim bir fotoğraf karesinden ibaretti… bir yemeğin fotoğrafı, sadece renkleri olan bir yemek; içeriğini anımsamıyorum…

iki gece önce gördüklerim tam psikanaliz konusu; burada ayrıtıya girmesem daha iyi 😉

dün gece ise uyuyamadım düzgün; akşam dışarıda rakı içtik ve çok içmesem de rakı bana iyi gelmiyor artık. rüyasız ve huzursuz gecenin nedeni buydu. her zaman aynı şey oluyor çünkü…

dışarıda yemek yediğimiz arkadaş “human design” haritası analizleri yapan birisi… uzun zamandır böyle bir akşam yaşamamıştık… sanki bu ülkede yaşamıyormuşuz gibi, gencececik insanlar ölmüyormuş gibi, hiç gündemi konuşmadan saatler geçirdik… human design‘a göre benim ve çocukların tipinin ne olduğunu öğrendik; a.’nın doğum saati bilinmediği için onun tipini maalesef bilmiyoruz… doğrusu a. ve benim için tuhaf bir akşamdı; baskın olan materyalist yanımızla bu tür şeylere oldukça mesafeliyiz aslında ama o akşam kendimizi tamamen bıraktık; çocuklara ve bana dair dinlediğimiz şeylere ise inanamadık. karşımızdaki arkadaş beni ve çocukları hiç tanımıyordu. sadece doğum tarih, saat ve yerine göre oluşan haritayla söylediği onca şeyse çok acayipti… yıllardır topladığım ve kıyıya köşeye koyduğum taş, odun parçası, yaprak gibi doğal nesnelere olan bağlılığım, nerede olursam olayım kısacık bir süre de geçirecek olsam bulunduğum yeri bir taş, bir çiçek koyarak bir anlamda kokumu bıraktığım bir yere dönüştürme gayretim, kendi başıma bile yemek yiyecek olsam tabağımı süslemem, pişirdiğim yiyeceklerin rengine ve görüntüsüne dikkat etmem, kendi kendime vakit geçirmeye tutkuyla bağlıyken ve kendimle gayet mutluyken, bir kabile içinde yaşamaktan da vazgeçememem, doğaya tutkuyla bağlı olmam ve doğa karşısında heyecan duymam, herkesten çok kendimle uğraşma, kendimi anlama ve yarışma halim ve daha pek çok şey… bütün bunları beni hiç tanımayan birisinden duymak garipti doğrusu…

**

rüyalarımı kaydettikçe ve kendimi “hissettikçe” aslında rüyalarımın nasıl da kendi izdüşümüm olduğunu anlıyorum diyerek susacağım ve tam olarak hissettiğim şeyi bir alıntıyla anlatacağım;

chuang tzu rüyasında bir kelebek olduğunu gördü ve uyandığında rüyasında bir kelebek olduğunu gören insan olarak mı yoksa rüyasında insan olduğunu gören bir kelebek olarak uyanacağını bilmiyordu“*.

ve parçamız rüya deyince aklıma gelen ilk melodi olsun.

eleni karaindrou‘dan

waltz by the river‘ı dinliyoruz.

*alıntılar borges’in rüyalar kitabından.

imaj: the head of a sleeping woman, odilon redon, 1905

“… Zamanla ağırlaşan şeyler gibi. doğdum doğalı hiç çocuk olmamışım gibi…”

alkım doğan, marlonsuz brandosuz

okumaya başladım… sonra dışarıdaki işlerimi hızlıca hallettim ve uzun bir yürüyüşün ardından eve döndüm; hemen ocağa çay koydum. bu normalde yaptığım bir şey değil oysa; siyah çayı neredeyse haftasonundan haftasonuna içiyorum… bu kitabı sessiz ve sakin bir evde, evde pişmiş bir kekin eşliğinde çayımla, koltuğa gömülüp, dünya sakin bir yermiş gibi, başka her şeyi unutarak okumam gerekiyordu sanki…

öyle de yaptım; her zaman çayla birlikte olmasa bile evin sessiz ve yalnız zamanlarında ağır ağır, öyküleri bir şekilde birbirine bağlayarak ve zihnimde karakterleri birbirleriyle karşılaştırarak okudum… ve şimdi günün henüz karanlık olan başlangıcında, mutfak masasında ve bir pazar sabahının sessizliğinde kahve ile bitirdim…

okudum demekten çok hissettim demek istiyorum… çünkü her elime aldığında sessizce satır aralarından içeriye sızdım, kokuları hissettim, çiçekleri vazolarına yerleştirdim, sesleri duydum, çocukluğumdaki sarı papatya tarlalarına gittim, kuaför ilhan saçlarımı keserken içinde boğulduğum göz yaşlarıma geri döndüm, rüya rüyama dönüştü, portakal kokusunu duydum…

ve kitabı her elime aldığımda marmaray’da karşılaştığım bir kadını düşündüm ve sonunda onu da bir kahraman olarak kitaba ekledim… telefonda, çok gürültülü bir şekilde avaz avaz birisiyle kavgasına anlatan kadının görüşmesini duymamak için elleriyle kulaklarını tıkayan kadındı bu… ürkmüş, neredeyse korkulu gözlerle bu görüşmeye asla tanıklık etmek istemeyen bu kadın için içimde yeniden yeniden öyküler yaratmıştım o günden beri… şimdi kendine bir yer buldu; onu da çocukluğu bir şekilde elinden alınmış bir kadın olarak ve fakat her şeye rağmen dünya bir sakin bir yermiş gibi marmaray’dan çıkıp kendisine aldığı kıpkırmızı gardenyalarıyla evine yolladım…

***

sevgili alkım yüreğine sağlık!

kitapta geçen bir şarkıyı çalacağım burada ama daha tekinsiz bir versiyonunu!

nick cave ve shane macgowan söylüyor

what a wonderful life.

“Mutluluk, büyük mutfağı olan küçük bir evdir.”

Alfred Hitchcock

tesadüfen karşılaştığım bu tarifi dün ilk kez yaptım. yahni veya çorba olarak geçiyor tariflerde ama yoğunluğunu düşününce yahni demek sanki daha doğru…

bizim patatesli, havuçlu, soğanlı, salçalı yeşil mercimek yemeğimize oldukça benziyor olmakla birlikte arada fark yaratacak bazı farklı dokunuşlar var. nedir bu farklar derseniz temel olarak içine eklenen kereviz sapları, en son eklenen yeşil yapraklı sebzeler, baharatlar, taze kiraz domatesleri ve elbette onu muhtemelen toskana’lı yapan şey olan parmesan peyniri yani parmigiano reggiano…

malzemelerim; bir su bardağı çiğ yeşil mercimek, bir orta boy soğan, bir küçük patates, iki uzun kereviz sapı, bir orta boy havuç, dört diş sarımsak, yarım su bardağı domates sosu, bir tatlı kaşığı acı kırmızı biber salçası, pul kırmızı biber, karabiber, toz zerdeçal, kuru biberiye, kuru nane, zeytin yağı, bir küçük bağ pazı ve sızma zeytinyağı.

nasıl yaptım; doğranmış soğan, patates, havuç ve kereviz saplarını zeytinyağında hafifçe kavurdum. domates sosu, salça ve önceden hafifçe haşladığım mercimekleri koydum ve iyice karıştırdıktan sonra sıcak su ve baharatları ekledim. mercimekler pişince iri iri doğranmış pazı yapraklarını da ekledim ve beş dakika kadar sonra ocağın altını kapattım.

yemeğim hafifçe suda yumuşatılmış kuru domatesler, taze kereviz yaprakları ve parmesan peyniri ile servise hazırdı.

yemeğe dair bazı notlar;

ben klasik yeşil mercimek yerine malatya’nın yerel siyah mercimeğini kullandım. kanada menşeili çok hızlı pişen ve lapalaşan yeşil mercimek kullanıyorsanız önceden haşlamaya gerek yok diye düşünüyorum…

mevsimden dolayı ve çok pahalı olduğu için taze kiraz domatesleri kullanamadım ve fakat bence taze domatesler kesinlikle fark yaratır…

malum peynir çok pahalı artık… parmesan ise alınır gibi değil elbette… bence bizim keskin tulum peynirleri veya isli peynirlerimiz de bu yemeğe çok yakışır; farklı bir yeşil mercimek yemeği yemek istiyorsanız peynir kesinlikle önemli bir detay…

ben pazı kullandım ve fakat orijinal tariflerde genel olarak bir tür lahana olan kale yaprakları ve ıspanak kullanılıyordu ve hatta bazı tariflerde birden fazla yeşil yapraklı sebze karıştırılıyordu… hangisinin kullanıldığı tadı oldukça etkileyecektir ve bence ebegümeci dahil tüm yeşil yapraklı sebzeler düşünülmeli…

elbette orijinal tariflerin bazılarında kıyma, italyan sosisi veya et suyu da kullanılıyordu ama artık eğer yaptığım yemeği ben de yiyeceksem et ve et ürünlerini hiç kullanmıyorum… o yüzden buradaki tarifler vejetaryen veya vegan tarifler olacak 😉

ve baharatlar meselesi… ben tarifleri biraz yorumladım ve toz zerdeçal da kullandım… genel olarak tariflerde karşılaştığım baharatlar kuru fesleğen, kekik, biberiye ve maydanoz. sarımsak tozu ve italyan baharatı denilen karışımlar da kullanılıyor…

***

bu tarif için şarkımız italya’dan olsun!

roberto murolo‘dan dinliyoruz

malafemmenna.


1 2 3 4 41

kategoriler