… Ah acımasızdır uykusuz soru
Delice zeytin yerdi atamız Homeros
Biz yemezdik, aşılı zeytindi bizimki
Suskun arpa, uyur uyanık harlı toprak
Ama yüzyılımız hamdı, delice idi …

yaşadığımız bu yıl nasıldı diye düşündüğümde aklıma gelen ilk sözcük sert oldu. zor değil sert… beni zorlayan şeyleri sert olarak tanımladığımı farkettim sonra; sanırım bu sözcüğün içimde yarattığı duygudan ve hissedişten. inanılmaz güzel gezilerin, yeni heyecanların ve sevinçlerin, toprağa ve ağaçlara kavuşmanın yanında dünyanın, ülkenin içinde olduğu durum ve kendi evrenimde yaşanan irili ufaklı sorunlarla hissettiğim bir sertlikti bu.

sorsalar bu hayatta yaşadığın en zor yıl hangisiydi diye 2022 diyebilirim belki ama bu doğru değil tabii; geçeni çabuk unutuyoruz…

ekranlara bakarak yaşadığımız hayatımız algoritmaların elinde; her birimizin neyi görmemizi ve farketmemizi belirlerken bizim görünürlüğümüzün ve farkedilirliğimizin de ne olacağına onlar karar veriyor. eskiden fil hafızasına sahip zihnimin üzerinden geçen erezyonun ilerleyen yaşla beraber içinden geçtiğimiz dönemden ve algoritmalardan da kaynaklı olduğunun farkındayım…

tabii burada telaşlanmayın demeliyim!

nispeten olumsuz bu girişten sonra içinde karanlık değil umutlu ve neşeli bir şeyler olan kısa bir yeni yıl yazısı yazmaya çalışacağım…

bu unutma faslı hatırlamaya dönecek ve sevinçli birşeyler gelecek…

ve aslına bakarsanız içimde hissettiğim hiç bir şey kesinlikle tamamen karanlık değil; babamın dediği gibi hayat her şeye rağmen çok güzel diyerek sözü canımız leonard cohen‘e bırakayım önce;

çanları çalın hala çalınabiliyorken
unutun mükemmel adağınızı
herşeyde bir çatlak var
ve ışık böyle sızıyor içeriye

***

geçenlerde after yang filmini izledim… üzerine çok şey söylenebilir ama burada anmak istediklerim;

durağan atmosferinin ve renklerinin güzelliği, ki bunun nedeni çin kültürü…

genel olarak büyük bir sessizliğin içinde geçen filmde özenle yazılmış diyaloglar ve seçilmiş sözcükler…

ve bir robo-sapiens olan yang’in hafıza kartındaki yirmi saniyelik anılar. işte tam bu noktada hatırlamaya geliyoruz!

bu kısacık anılar ve görüntüler beni elimde olmadan kendi anılarıma götürdü. hafızamdaki pek çok an ve görüntü içimde bir yerlerde ortaya saçılmış durumda. ve fakat aslında işin en enteresan tarafı bu kısacık anların ve görüntülerin neredeyse hepsinin neşe ve mutluluk saçması…

yaz günü, annemin üzerinde kocaman kocaman mavi kırmızı çiçekleri ve parçalı eteği olan şifonumsu bir elbise var, ablamla sürekli onun dönmesini istiyoruz, dönünce o kadar güzel görünüyor ki…

mahalleden abiler, ablalar kardeşler şeklinde kalabalık bir arkadaş grubuyla falezlerdeyiz, kayaların arasından mağaraya girip dalarak bir delikten ışığı takip ederek yüzüyoruz ve diğer tarafa çıkıyoruz, karanlık suyun içindeki o pırıl pırıl ışığın cazibesi tüm korkuları ortadan kaldırıyor…

kalekapısı’nda güzel sanatlar galerisi’nde o güzelim tarihi binasının bahçeside çardağın altında günay hoca’dan resim dersi alıyoruz, öğrenci olarak sadece memoş ve ben varım, galerinin müdürü ve günay hoca’nın eşi olan esen emekçi de bahçede. kalabalık bir pazar resmi yapıyorum. memoş bir anda yılan yılan diye bağırıyor ben sadece bir hışırtı duyuyorum…

üniversite’de ilk aylarım, kaldığım misafirhane’den çıkıp tunus caddesi’ndeki servis durağına yürürken küçük küçük kar taneleri düşmeye başlıyor, hayatımda ilk kez kar yağdığını görüyorum, gözlerim doluyor ve yüzdüğümü hissediyorum…

yusuf dedemlerin evindeyim, en fazla 5-6 yaşlarında olmalıyım, yukarı çıkan ahşap merdivenlerde oturuyorum, dedem ayakta, bir şeyler anlatıp “di mi?” diyorum, dedem gülümseyerek “di” diyor...

bir yılbaşı akşamı, televizyonda müzedeki hayalet var, korkarak ve göz ucuyla televizyona bakarken salondaki talaş sobasının üzerinde kestane pişiriyorum…

***

hepimize hep umutlu, ara ara dingin ve huzurlu, iç sesimizi hep duyduğumuz, doğaya dokunduğumuz, hayvanlara ağaçlara sarıldığımız, bolca kahkaha attığımız bir yıl diliyorum.

hediyeniz ise bir melih cevdet anday şiiri olsun; ağır ağır okuyun… içindeki içime sinen zeytin kokusunu ve yağmuru hissedin…

YAĞMURUN ALTINDA

Yirminci yüzyılı yaşadım
Ertelenmiş bir yüzyıldı bu
Yıkık bir sur yazgımızın uydusu
Bekletir ömrü yürüyen ayla birlikte
Bırakmaz günün adını koyalım.

Yanıtsız bir yaşamdı erdemimiz
Herkes içindi ve kimse içindi
Okunmamış bir yazı, umudu doyuran,
Duaları düşünmek neye yarar
Kurgular tutuşturdu bacalardan.

Yirminci yüzyılı taşıdım
Tedirginliğimizin zorbalığıdır sanrılar
Ve tohumun beklenmedik gürültüsüyle
Çıplak su gibi yinelenir zaman 
Gökyüzünde usumuzun dirliği

Aklın başarısızlığa uğradığı içtenlik
Bir şive gibidir insan, ey öldürülmüş insan 
Bilinmeyen bir hayvana özgü bir ses gibi
Sabırsız testi, hep dolar gibi olan
Her şeyin sese dönüşeceği bilinemez ki!
 

Yiminci yüzyılı yaşadım
Parlak suyunda boğulmuş sahipsiz
İnsan yeryüzünde durur, bulutlar
Bulutlar düşümüzde doludizgin
Soylu bir çılgınlıktı gündemimiz.

Ellerinde oyuk gözlü idoller
Yüreğimin yalanını besler üç güzel
Bir dağın tepesinde buldum üç güzeli
Ama ses yok, sessizlik yok, önce erte yok.

Yirminci yüzyılı taşıdım 
Golgota’ ya dirilemem ki,
Taşlar arasında yabanıl erinç 
Ölümü diriltiyorduk hep
Yaşam tabular arasında bir esinti.

Mevsimler kurgularla oyaladı bizi
Tarlaya bırakılmış bir at gibi
Bağlı, yalnız ve özgür,
Umudumuz sabrın tutamadığı ırmak 
Umutsuzluğumuz insan kalmak içindi.

Yirminci yüzyılı yaşadım
Dingin karşıtlıkların adını bulmalı
Sel gibi kuruyor yaşlılık, gençlik
Sanki melekleri gördük uzun saçları
Tanrının unutkan kuzgunu idik.

Nasıl unuturum ey doğa
Bana bir diyeceğin vardı, kalakaldım,
Vaktim yetmedi, ölüm kalım,
Bütün yüzyılları yaşadım
Vaktim yetmedi anlamaya.

Yirminci yüzyılı taşıdım
Atalardan kalma huysuzluk
Kuşku, yeryüzü deliliği,
Kıralımız doğuştan yarım
Ama tanrımız Ara Ara idi.

Yaşayamadım yirminci yüzyılı
Kim yaşadı ki kendi yüzyılını 
Akarsuyun dilinden sezenimiz yok
Orpheus’ tan sonra ben geldim
Giz dönüp baktığımız yerde kaldı.

Görüp de bilenimiz yok.

Ah acımasızdır uykusuz soru
Delice zeytin yerdi atamız Homeros
Biz yemezdik, aşılı zeytindi bizimki
Suskun arpa, uyur uyanık harlı toprak
Ama yüzyılımız hamdı, delice idi.

Yirminci yüzyılı yaşadık
O çağa bu çağa gömüldük
Bir şey var, susar, bakar durur
Ölümün soluduğu denizle varolan
Gökyüzünden başka çağ yoktur.

Oysa ne cok gecmis var, ne cok zaman
Ne cok gelecek, ne az zaman
Benzerlikle karşılaştık, susalım,
Kapalı bir avuçtur sözcük
Neden açıp da sormak ister insan?

Sorup da dönenimiz yok.

Hiçbir yüzyılı yaşamadım

Tüy kuşun ruhudur, ses teni
Hep anlar gibi oldum duvara vuran güneşi
Nesne ve bilinç birdir, çağ atlattı beni
Bir hoş bilmece içinde yaşadım.

dingin ol ruhum, belki uzaklarda
Bir yerde nicedir ilk dizeleri
Yaratılıyor acıklı destanımızın 
Çağlar sonra hayranlıkla okunmak için
Belki benzer umursamazlığımız kahramanlığa.

Kalk dostum ormana gidelim
Geyik sesleri içine çökelim
Yeniden doğuş, kıvanç, uyum
Kurgular bir yana, biz bir yana
İlk kez düşünmeden görelim

Martılar gibi yağmurun altında

“Mavi kurşunumla göğsümden vuruldum 
Ay doldu geceye 
Ben uyurdum ben uyurdum”

içine düştüğüm uykusuzluk döngüsünden kurtulabilmek için bir doktora gittim ve ilaç kullanmaya başladım… çünkü ara ara gün ışığında bile zihnim sisli, bulanık bir hal alıyor ve adeta kaybettiğim rüyalarımı yaşıyordum; gerçeklikten kopmadan ve o gerçekliğin tüm ağırlığını da yaşayarak…

uykusuz geceler ise asla içinden çıkamadığım, tuhaf bir karabasana dönmüştü; her hissin, her düşüncenin, her konuşmanın, her kaygının ağırlığı gittikçe artarak her gece üzerime yığılıyordu…

ilaçla birlikte rüyalarıma ve hatta nerdeyse çocukluğumun fantastik rüyalar evrenine yeniden kavuştum. geçenlerde, gördüğüm bir rüyayı hemen peşinden gördüğüm başka bir rüyada kim olduğunu bilmediğim birine anlatıyordum; eşsiz bir deneyimdi…

rüya görmenin belki mutlulukla değil ama insanın derinliklerinde bir yerde kurması gereken dengeyle kesinlikle alakası var; en azından benim için… birbirinden kopuk ve alakasız bir yapbozun parçalarının bir bütünü oluşturması gibi zihnimizde yıllar içinde yaşayarak, okuyarak, tanık olarak, görerek, hissederek, hayal ederek, acı çekerek, hüzünlenerek, neşelenerek biriktirdiğimiz şeylere ait minik parçalar, bir gecenin kendi evreni içinde bir araya gelerek, gerçeklikten bağımsız ve özgür, bir bütün oluşturuyor.

her bir bütün bağımsız gibi görünse de içimizdeki evrilmeyi ve benliğimizi anlatıyor…

***

rüyalarla ilgili burada yazmaya devam edeceğim muhakkak ama şimdi bu gecenin bir rüyasını anlatıp ona şarkı çalacağım…

bana bir paket gelmişti; inanılmaz güzel bir paket, bir an açmaya kıyamadığımı hatırlıyorum. geçmişte kalan bir arkadaşım göndermişti. şeffaf ve incecik camdan yılbaşı süsleri… üzerinde hiç bir pırıltı süsleme olmayan, mavi turkuazın, morun en açık tonlarında beş altı cam küre… tutarken hissettiğim kırma korkusu hala benimle… kutunun en altında bir cd vardı… üzerinde hiç bir şey yazılı değildi ama benim için yapılmış bir müzik seçkisi olduğunu biliyordum, seçkinin adı olan mavi, o arkadaşımın kızının adıydı; listeyi görmeden ve dinleyemeden uyandım…

***

ben de hep sözleriyle ve ritmiyle, dipsiz bir rüya hissi yaşatan şarkı geliyor şimdi.

imajımız marc chagall’ın mavi sirki… rüyalar ve chagall benim için hep birlikte çünkü. resmin bütünü için lütfen tıklayınız.

“there is a universe inside your head, constellation of things you left unsaid“*

lauren aquilina

o buz gibi denizinde yüzerken neden yıllar içinde soğuk sularda yüzmeyi sevmeye başladığım konusunda bir “aydınlanma” yaşadım! artık suyun içinde kaybolmayı, suyla bir olmayı değil suyu tamamen hissetmeyi seviyordum ve istiyordum… kendimi, varlığımı o buz gibi suyun içinde yeniden her hücremle hissetmiştim adeta!

içinde yaşadığımız bu çılgın, her gün her şeyin yeniden yeniden zıvanadan çıktığı bu hayatta, kendimizi hissetmenin ve aklımızı korumanın bir yolu kaldı mı bilmiyorum. ama artık etrafımızı saran seslerden, görüntülerden, isyanlardan, yalanlardan, yorumlardan, itiş kakıştan sağır, dilsiz ve kör olduğumuzu biliyorum…

kusar gibi konuşurken, yazarken nasıl da dilsiziz aslında…

sürekli önümüzde akıp giden görüntülerin, yansımaların, renklerin karmaşasında kamaşan gözlerimiz nasıl da kör

***

en son bu yukarıdaki satırları yazıp bırakmışım; muhtemelen kendi hissettiklerimden korkarak yazmaya devam etmedim… şu anda ise farklı hissettiğim için değil, devam etmekten ve her şeye rağmen babamın dediği gibi “hayat güzel” demekten vazgeçmediğim için buradayım… yazmak öyle yada böyle kendimi ifade etmek için, buz gibi bir suyun içinde olduğu gibi, kendimi hissetmek için en iyi yol…

şu anda “iş” olarak yaptığım metin düzeltmelerinin arasında, kurulamayan cümleleri toparlarken, yeniden yazarken, ne demek istendiğini anlamaya çalışırken, kendi sözcüklerime yabancılaşmak istemiyorum, bu dilsizler dünyasında susmak istemiyorum; yazmaya devam etmek zorundayım…

ama şimdilik susuyorum ve this bitter earth / on the nature of daylight diyorum.

*”kafanın içinde bir evren var, söylemediklerinden oluşan takımyıldızlar.”

“… anılar kırılgandır, tek bir insan yaşamı kısacıktır…”

isabel allende, ruhlar evi

ananemle dedemin evindeydim… annem, ablam, yeğenim, dayımlar, kuzenler, çocuklar, yarısı satılmış yarısı hala bize ait olan, huzmeler halinde ışıklar yayılan, halı odası ve akşam sefası kokan bir evde, inanılmaz güzel eski eşyaların arasındaydık; eski bardaklar, tabaklar, fincanlar, ananemin çok sevdiğim konsolu, dedemin bana verdiği minik çakı, duvarlardaki ahşap kapaklı minik niş, dayımın aldığı toz pembe ponponlu terliğim, yatak odasındaki dolaba gömülü banyo, bambaşka versiyonlarıyla oradaydılar…

hem çok yabancı hem bir o kadar tanıdıktı her şey… karanlığından korktuğum halde girip büyük cam kavanozlardan salamura peynir arakladığım kiler yerine farklı fermantasyon süreçlerindeki peynirlerin ve bitki filizlerinin yetiştirildiği inanılmaz güzel ışıklı bir odadaydık bir ara; kafama takılan bir sorunun yanıtını sessizce karşımda sadece yüzüyle beliren ve hemen ardından kaybolan ali amca verdi..

bu ev çocukluğumun en güzel ve fakat en silik anılarının yanında hayatımın ilk büyük kaybını, dedemin yok oluşunu yaşadığım evdi… onu kaybettiğimi hissettiğim anda ahşap zemine kapaklanmamı hiç unutamadım. beni yerden kaldıramamışlardı ve o eve dair bütün hatıralar o andan sonra yoktu artık…

ananem yüzünün bütün aydınlığıyla bizimleydi; muhtemelen ali amca gibi o da bir “ruh”tu… sessizce bizi izliyor gibi hissettim rüyam boyunca…

***

şimdi anlıyorum, o ev benim ruhlar evimdi… dün bütün gün doğum kitabım olan ruhlar evini ve tatlı miroşumuzu düşündüm. facebook hesabımdaki ruhlar evi albümüne tatlı kuzumuzun fotoğraflarını eklemeyi ihmal etmiştim; şimdi tam zamanı çünkü o artık bir yaşında…

mira’mız adını bir yıldızdan aldı; çünkü annesi o daha doğmadan önce bir gece rüyasında gökyüzünden yıldız toplamıştı… ablamla çocukluğumuzdaki balkonda yıldızları saymaya çalıştığımız, sahilde yıldız kaymasını beklediğimiz geceler, çocuklardan doğduktan sonra bir yıldız toplama oyununa dönüşmüştü çünkü. ellerimizi havaya doğru uzatıp, bir oradan bir buradan diyerek bir sürü yıldızı kucağımıza toplayıp tekrar gökyüzüne savururduk…

***

mira yıldızı, 17. yüzyıl astronomları tarafından keşfediliyor ve ilk önce ona omicron ceti diyorlar ama sonra omicron balina, balinanın harika yıldızı, harika (the wonderful) gibi başka isimler alıyor. onu önemli yapan şeylerden birisi bilinen en eski değişen yıldız olması; değişen yıldızların parlaklıkları zaman içinde değişiyormuş ve mira da on bir aylık süreçlerde bu değişimi yaşıyormuş. mira’nın bir diğer önemli özelliği ise 13 ışık yılı uzunluğundaki devasa kuyruğu…

***

ben çocuklarımı ninni olarak yıldızların altında şarkısıyla uyuturdum elbette miroşuma da onu çalacağım…

yolun hep açık, aydınlık olsun ve sürekli değişen ve evrilen bir ışıkla parla tatlı kuzum.

… onlara sadece bir ölü verecektim. şenliksiz bir ölü…

ölüm ve bahar

kitabı ölüm ve bahar’ı okumaya başladığımda bir süre kitabın içine giremedim… birbirini izleyen, virgüllerle ayrılmış artarda dizilen cümleler karanlık ve bir o kadar şiirseldi. yükselen mor bir dağın sarp yamaçlarının gölgesinin vurduğu, yabancıların arasında, kimseyle göz göze gelemeden adeta bir nehre bakarak okudum ilk sayfaları; derin bir küpün ağzında dönüp duruyor hissiyle… bir gece uyumadan hemen önce yatakta kitabı okurken, aşağıdaki satırlarla birlikte kayarak düştüm hissi yaşadım bir an; artık kitabın içindeydim:

“… Bir gece, gergin göğü ve inmiş ayıyla belki de en berrak olan gecede, sokak kapısının açıldığını işittim. Pencereden sokakta ilerleyen üvey annemi gördüm. Aşağı inip biraz uzaktan takip etmeye başladım. Kapılar kapalıydı, açık birkaç pencere vardı ve ayaklarımın altında döşeme taşları kaynıyordu. Bana baktığını sandığım birisi bir pencereden geri çekildi. Huzursuz oldum, ama uyuyanlar daha huzursuz ediyordu…”

maraldina köyü, karanlık, vahşi ve tekinsiz dünyasına beni kabul etmişti. öldüklerinde ağaca gömülen ve ruhlarının çıkmaması için ağızları çimento ile kapatılan maraldinalılar bambaşka bir gerçekliğin içinde, bir at gibi kişnemesi istenen seyirlik mahkumlara sahip, oğulları babalarına benzesin diye hamile kadınların gözlerinin bağlandığı, bir şiddet sarmalının içinde yaşarken bir o kadar da mor salkımlarla, sarmaşıklarla, kelebeklerle birlikte taştan, kayadan, ormandan, nehirden ve demirden pastoral bir evrenin içindeydiler…

“… Taşın üzerine oturduk; sazların kara öbeklerini ve nehrin bir dilimini görüyorduk; uzaklarda birkaç gölge yükseldi, sudan çıkan kuşlar. Demircinin evinde neler yaptığımı anlatmamı istedi, ateşi körüklemem, kızdığında çamur gibi olan demiri dövmem gerektiğini söyledim. Dövdüğünüz için mi çamur gibi oluyor dedi… demirin çamur gibi olduğunu söylemek kızardığında yumuşak oluyor demenin bir şekli dedim…

mercè rodoreda’nın bu masalsı köyde kurduğu evren metaforlarla dolu; doğayla sımsıkı bağlı bu vahşet alegorisinin ne kadarını anlayabildim bilmiyorum. bir anlamda yabancı olduğun topraklarda ve insanlarla buluşmak gibiydi; uzak olduğumuz kadar yakın ve bir o kadar aşina olduğumuz bu evrende bir süre kalacağım sanırım…

kitap boyunca bana eşlik eden melodiler, miguel llobet soles‘in içinde katalan folk melodileri olan albümündendi…

fotoğraf kitabın uyarlaması olan bir tiyatro oyunundan. bağlantı adresi için lütfen tıklayınız.

Küçük bir ana kendimizi hapsedip,

Or’da yaşayamaz mıyız?

bir şarkı çalmasam olmazdı…

nilipek

küçük bir an

diyor.

Bugün olmazsa yarın sarılacak kalplerimiz…”

Melek Mosso

Ben bu ülkenin kadınıyım. Fikirlerimle, vizyonumla, hayallerimle her yeni gün geleceğe sanatımı işliyorum. Genci yaşlısı milyonlarca sevenim var. Bir kaç kendini bilmeze kalmadı benim ahlakımı sorgulamak, kadınlık onuruma laf atmak. Bu zihniyetteki insanlar kendi yüreklerindeki karanlığı ve sapıklığı bizim hayatımıza da sokmaya çalışıyorlar ama buna asla izin vermeyeceğim, VERMEYECEĞİZ… Ben Isparta’ya elbet gidecek ve şarkılarımı söyleyeceğim. Bugün olmazsa yarın sarılacak kalplerimiz…”

diyen melek mosso var,

umrumda değil

diyoruz.

“Bizler ‘kaslarınızı’ geliştireceğiniz kum torbası değil ancak yüreğinizi ve vicdanlarınızı güçlendirmenin fırsatlarıyız.”

Aynur Doğan

saçmalıklara bir de konser yasakları eklendi! yasaklanan her bir konser için şarkı çalacağım burada.

aynur doğan‘la başlayalım ve keçe kurdan, yani kürt kızı diyelim.

sözler için de şuraya canlı bir performans bırakayım.

… taşraya bakmak, insanın kendi içine bakmasıdır.

– elias canetti, insanın taşrası

rüyamda arguvan’daydım… mevsim sonbahardı… biçilmiş tarlaları, sarı ekinlerin dipleri kaplamıştı; koyu kızıl kahverengi bir toprak sanki sonsuz bir boşlukta bu nefis sarılığa eşlik ediyordu… kapalı ve koyu kurşuni bulutlu bir gökyüzü sarıyı iyice ortaya çıkarıyordu…

engebeli, inişli çıkışlı toprak bir yolda bir grup yürüyorduk, kimlerdi bilmiyorum; adeta yalnızdım… karşımıza, uzakta tek bir ağaç çıktı; yapraksız ve fakat üzerinde sarıdan, kırmıza, kırmızıdan turuncuya dönen meyveler vardı. biz ağaca yaklaştıkça meyveler ağaçtan uzaklaştı ve etrafında dönmeye başladı. en son kendimi sonsuz uzayda güneşin etrafında dönen gezegenleri izliyor gibi hissettiğimi hatırlıyorum; sonrasında karanlık odadaydım…

***

geçen hafta cumartesi günü başlayan ve çarşamba günü biten malatya, arguvan, nemrut yolculuğunun etkisiydi elbette bu rüya, pek çok yeni duygunun, karşılaşmanın, dokunmanın ve hissetmenin sonucu… 

ilk gün malatya’daydık… ikinci gün sabah yaptığımız bir bayram ziyaretinin ardından arslantepe’ye ve nemrut’a gittik… üçüncü günse köylerdeydik… neşe, hüzün, heyecan, merak, şaşkınlık, her şey bir aradaydı… eşim ve kardeşleri için çok duygusal bir memleket ziyareti, çocuklar için bir anlamda geldikleri yerlerden birinin keşfi, heyecanı ve şaşkınlığı idi… benim için ne ifade ettiğini ise anlatmak çok kolay değil… 

yolda olmanın mutluluğu bir yana elimde olmadan, en çok kim olduğumuzu ve bizi biz yapan şeyin ne olduğunu düşündüm bu yolculukta… onyedi onsekiz yaşında doğup büyüdüğümüz yerden, evden çıkıp, kendini bir anlamda yeniden arayarak bulan ve büyüyen bizim gibilerin neyimizi, ne kadarımızı geçmişimizde bıraktığımızı veya içimizde bugüne taşıdığımızı düşündüm…  bütün bu süreçte bir bütün mü olduk yoksa tamamen dağıldık mı bilmiyorum!

geride bıraktığımız insanlar, ilişkiler, duygular, renkler, kokular, dokular ve tatlarla bir şekilde yeniden karşılaştığımızda bir köşeden çocukluğumuz ortaya çıkıyor ve bize göz kırpıyor sanki. biraz alaycı ve biraz da şakacı bir oyuncu gibi ve bizi o yarım kalan oyuna davet ediyor; ustayken şimdi bir o kadar acemiye dönüştüğümüz oyuna… 

*** 

çocukken bir arabamız yoktu… komşularımızla pikniğe, denize giderken bindiğim otomobillerde, otobüs yolculuklarında, dışarıda hızla akıp giden görüntüyü izlemeyi çok severdim. hala yolculuklarda, konuşmadan sessizce dışarıda akıp giden görüntüyü izlemeyi çok seviyorum ve eğer tamamen yeni bir yerdeysem çocukluğumda hissettiğim şeyi hissediyorum; mutlu eden bir heyecan ve merak duygusu, küçük bir kalp çarpıntısı… günümüzde çocukların yolculuklarda dışarıdaki dünyadan çok ellerindeki ekrana bakmalarını anlayamıyorum; bizim dışımızdaki evrenle kurmaya çalıştığımız bağ çok farklıydı sanırım. bunu yargılamak için söylemiyorum veya bizim yaşadığımız daha doğruydu da demiyorum… o bizim gerçekliğimizdi; yaşadığımız şeye doğrudan bakmak ve görmek dışında bir bağ kurma aracımız yoktu…

ortaokul yıllarımda, köfte lakaplı türkçe öğretmenimiz şakir bey’in dersinde, görmek ve bakmak arasındaki farkı anlatan bir denemeyi okuduğumuzda nasıl etkilendiğimi bugün bile hatırlıyorum. bugün hala yapmaya çalıştığım şey bakmak değil görmeye çalışmak; en çok da doğayla bağ kurmak, dokunmak

bu yolculuk benim için yepyeni bir maceraydı; hiç bilmediğim topraklarda baharı karşıladım. taşlara ve toprağa dokundum, yeni çiçeklerle, çalılarla, otlarla, kuşlarla tanıştım… şu sıralar gece uyanıp, tekrar uykuya geçmeye çalışırken zihnimde bu yepyeni coğrafyada geziyorum; yeşeren tarlalarda, malatya ovasının kahverenginin çok güzel tonlarındaki tepeciklerinde, nemrut’un o inanılmaz manzarasına karşı sırtımı tümülüse dayayarak uzanmış halde, arslantape’nin içinde gizli yaşam izlerini zihnimde canlandırmaya çalışarak uykunun derinliklerine uzanıyorum…

bu gezinin benim için iki büyük sürprizi de oldu; birisi karşılaşma, diğeri ise tanışma

çocukluğumun yabani portakal, mandalina bahçelerinin gölgelerinde büyüyen ve bize zehirli olduğu belletilen bir çiçekle karşılaştım isaköy mezarlığında; bildiğimden daha küçük, neredeyse siyaha yakın rengiyle daha koyu renk ve beneksizdi… hafızamda bu çiçeğe dair tek bir kare var geçmişten;

elektrikçilerin apartmanının yan tarafında, şimdi yerinde kocaman apartmanlar olan portakal bahçesindeyim, yalnızım ve yakınında böğürtlenler olan bir portakal ağacının dibinde öylece durarak, parlak mor rengi ve benekleri ile beni beni kendine çeken çiçeğe bakıp, dokunmamak için kendimi zor tutuyorum.

bu karşılaşmada bir tür zambak olduğunu anladım bu çiçeğin; hiç öyle olduğunu düşünmüyordum oysa…

Bu görsel boş bir alt niteliğe sahip; dosya adı IMG_4365-300x400.jpg

tanışmam ise arı kuşuyla oldu… karahöyük’de ziyaret ettiğimiz evin yüksek girişinde başımızın üzerinde hızla uçan ve neredeyse tropik renkleri olan kuşlar farkettim. ilk kez böyle bir kuşla karşılaşıyordum. kuş gözlemcisi bir arkadaşa anlattıklarım sonrasında arı kuşu olduklarını öğrendim. çok hızlı oldukları için fotoğraflarını çekemedim ama neyden söz ettiğimi anlamanız için şuraya bir video bırakayım:

***

bütün gezinin fotoğraflarını parça parça instagram hesabımda yayınladım… merak ediyorsanız adresi şöyle; https://www.instagram.com/real.time.moments/

***

burada bir arguvan havası çalmam beklenebilir ama bunu yapmayacağım. yolculuk boyunca zaman zaman kulaklığımı takıp müzik dinledim. malatya’dan çıkıp pötürge’den nemrut’a doğru yol alırken dağların arasından, sürekli yükselerek bir yolculuk yaptık. inanılmaz güzeldi ve ben 6 parçadan oluşan bir listeyi döndürdüm durdum. şimdi ne zaman üç günlük malatya yolculuğumuzu düşünsem bu melodiler içimde dönmeye başlıyor…

(7 mayıs – 20 mayıs)

fotoğraf: isaköy, gülendam anane ve bektaş dedenin damından manzara…

1 2 3 4 5 6 41

kategoriler