oluyor burada, nedenlerine girmek istemiyorum… şimdi bir “an” durup, benim dışımda akan zamana bir dur deyip, nefes almaya ve hayata bir kaç not düşmeye ihtiyacım var… hadi şu andan başlayıp geriye doğru gidelim…
bu sabah, bol rüyalı huzursuz bir gecenin ardından, erkenden uyandım… akşam bizim ada’nın gösterisi var; heyecanı inanılmaz… onu okuluna bıraktım ve kendimi çalışabileceğim bir yere attım. aslında araya bir film de eklerdim diye düşünüyorum ama gitmeyi planladığım film çok uzun; sanırım çalışmayı tercih edeceğim…
***
geçenlerde bir akşam eve dönerken eski tren istasyonundaki incir ağacını kesilmiş buldum. daha o sabah yanından geçerken o inanılmaz berbat taş, toprak yığının arasında rengi ve yapraklarıyla çok güzel olduğunu düşünmüştüm ki tamamı görünmüyordu bile. bir anda neye uğradığımı şaşırdım ve gözlerimden yaşlar boşandı. kedilerin sığınağı gibiydi, geçen yıl blues ve kardeşleri onun gölgesinde büyümüşlerdi. bugünlerde ise nefis bir tekire ev sahipliği yapıyordu daha çok; geçen gün burada resmini yayınladığım tekir ve incir ağacı..
yerinde kalan boşlukta bir incir kalmıştı. keserlerken düşmüştü her halde, hemen aldım. becerebilecek miyim bilmiyorum ama tohumlarını ektim. kimbilir belki minik incir fidanları yetiştirebilirim ve yeni tren istasyonun bir kenarına bir fidan bırakabilirim.
hala sabahları geçerken yoğun bir incir ağacı kokusu alıyorum; önce hayalini kurduğum için diye düşünmüştüm ama sanırım diplerine düşen incirlerden ve dallardan geliyor bu koku 😉
ardından dün akşam hemen onun yan taraflarında olan iki çınar ağacının da inşaat nedeniyle tehlikede olduğunu öğrendim. burada doğum günümden bir gün önce o çınar ağaçlarının, henüz yeşermemiş dallarının ardından görünün masmavi göğün fotoğrafını yayınlamıştım. inşaatı bekleyen bekçiyi yakalayıp, “yoksa bu ağaçlarda mı kesiliyor?” diye sordum. bekçi ve inşaatta çalışan genç bir işçi oğlan üzgün gözlerle ölçüm yapıldığını kurtarmaya çalıştıklarını söylediler. tren istasyonuna gitmeye korkuyorum şu an…
***
john berger’ın ‘bir zamanlar europa’da’ adlı kitabını bitirdim. bu bir üçlemenin ilk kitabıydı ve nefesim kesilerek okudum. nasıl güzel öyküler anlatamam. aslında uzun uzun anlatmak istiyorum ama küçücük bir alıntıyla her şeyi anlatmaya çalışacağım:
“… Bu yıl üzerinden deri ceketini çıkarmamaya karar vermişti. Üşütüp hastalansa inekleri sağacak kimse yoktu. Yalnızlığın çok garip ayrıntıları vardı…”
bu yalınlıkla ve derinlikte öyküler, okumadıysanız mutlaka bir kenara not edin derim.
ve tuhaf bir şekilde güvercinler gittiğinde‘de tanıdığım katalan güzeli natalia ile bir zamanlar europa adlı öykünün kahramanı odile‘nin neredeyse aynı ruha sahip olduklarını hissettim…
natalia;
“… Onun öylesine aşık bir halde geçirdiği o gece gibi bir gece geçirmeyi çok isterdim dedim, ama benim çalışma odalarını temizleme, toz alma ve çocuklara bakma işim vardı ve dünyanın bütün o güzel şeyleri, rüzgar, canlı sarmaşıklar, havayı delen serviler, bir bahçenin bir yandan öbür yana giden yaprakları benim için yaratılmamışlardı. Benim için her şey bitmişti, tek beklentim üzüntü ve dertti…” derken,
odile;
“... Aldığımız erkeği yargılamak bize acı gelir, çünkü o bizimdir, şimdiden oğlumuz gibidir. Onun olduğu yerde olan, oradan gelen bir bedeni nasıl yargılayabilirsin? … Gerekiyorsa, zorunlu kalmışsak, bir tavşan gibi kulağımızdan tutup havaya kaldırmışlarsa bizi, o zaman yargılar ve acısını çekeriz, içimizde, yıldızların parladığı gökyüzüne yapılan saldırının. Erkekler, zavallı erkekler, daha kolay yargılar…”
diyordu.
***
ve son bir not olarak son dönemde izlediğim ve izlerken ekranın karşısında dağıldığım anlar yaşadığım bir diziyi anmak istiyorum: unforgotten.
bir ingiliz suç dizi unforgotten. ritmi ve aksiyonu bir yana duygusu da bir o kadar ağır olan bir dizi bu. ingiliz yapımı polisiyeleri bu yüzden seviyorum sanırım. bazı dizi karakterlerine bağlanıyorum elimde olmadan; nicola walker’ın oynadığı DCI cassie walker‘a da bağlandım.
yıllar öncesinde işlenmiş ve neredeyse işleyenler tarafından bile unutulmuş bir suçun, cinayetin peşine düşen bu kadının yansıttığı inatçılıktı bağlandığım şey sanırım ve yüzündeki her çizgiyle duygusunu yansıtması ve geçmiş denen ve unutulduğu sanılan şeyin aslında, hiç de sanıldığı kadar derinlerde değil, yüzeye çok yakın bir yerde, derimizin hem altında durduğunu hissettirdiği için…
bunu da bir kenara not edin derim…
aslında birde broadchurch var. bu da başka bir ingiliz polisiyesi. meraklısı için bu keyifli olabilir…
***
bir hafta sonra, bir hayalimizi gerçekleştireceğimiz bir geziye çıkıyoruz: rotamız ispanya ve ağırlıklı olarak endülüs bölgesi. yavaş yavaş heyacanı sarmaya başladı…
***
bu kadar yeter…
sabah evden çıktığımda, servis ilerlerken gözlerimi denizden ayıramadığımda, yürürken, çalışırken, şu an bu satırları yazarken, döndüre döndüre çaldığım ve içimden mırıldandığım, özetle şu sıralar ciddi ciddi sardırdığım bir şarkı geliyor şimdi…
4 nonblondes
what’s up?
diyor.
kulaklığı takın ve sesi açın derim.
[audioplayer file=”https://radyoz.info/wp-content/uploads/2017/06/Whats-Up-4-Non-Blondes-Lyrics-On-Screen.mp3″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]
And so I cry sometimes when I’m lying in bed
Just to get it all out, what’s in my head
And I, I am feeling a little peculiar
And so I wake in the morning and I step
Outside and I take deep breath
And I get real high
And I scream from the top of my lungs
What’s goin’ on?
ve bazen yatağımda uzanırken ağlarım
sırf içimi dökmek için, aklımdakini atmak için
ve ben, biraz tuhaf hissediyorum
ve sabah uyanıp, dışarı adım attığımda
ve derin nefes aldığımda
ve içim coştuğunda
avazımın çıktığı kadar bağırırım
neler oluyor?