ellerde sigara, masada çay –
şema belli, tekrar eden bir düzen.
dışarıda hiçbir şey yok,
her şey içeride, içimizde…

viktor tsoi

moskova’nın en eski ve en ünlü caddelerinden biri… tarihi 15. yüzyıla kadar uzanıyor ve rus kültürü, sanatı ve edebiyatı için sembolik bir yer. yaya yolu olarak kullanılan bu caddede, kafeler, sanat galerileri, sokak sanatçıları, kitapçılar ve hediyelik eşya dükkânları, birbirinden çok farklı lokantalar var. beyoğlu’na çok benziyor ama elbette beyoğlu’nun şimdiki haline değil elbette…

bu yayını arbat için değil orada yer alan  ve “tsoi duvarı” (стена цоя) olarak bilinen grafiti duvarı için yapıyorum. bir tür açık hava anıtı niteliğideki duvar sovyetler birliği’nin kült rock ikonu viktor tsoi ve grubu kino için hazırlanmış. 1990 yılında viktor tsoi’nun trafik kazası sonucu gerçekleşen trajik ölümünün hemen ardından duvarda “bugün viktor tsoi öldü” yazısı belirmiş ilk olarak; ardından hayranları tarafından “tsoi yaşıyor” gibi ifadelerle birlikte şarkı sözleri eklenmeye başlanmış. zaman içinde sanatçının hayranları şarkı sözleri, “kino” ve “tsoi” yazıları, portreler bırakıp duvarı sürekli yaşayan bir anma alanına dönüştürmüşler ve duvarın yanına yanık halde kırık bir sigara bırakmayı da ritüel haline getirmişler. günümüzde hala karşılaşılabilen vandalizm nedeniyle gönüllüler tarafından duvar korunuyor ve nöbet tutuluyormuş…

kino grubu, döneminin rus rock’ı ve gençlik isyanı için son derece önemli; değişim istiyorum (Хочу перемен) şarkısı ise bu isyanın fitillerinden biri…

aşağıya şarkıyı ve sözlerini bırakıyorum. sözleri google çeviri ve biraz da ChatGPT desteğiyle hazırladım.

buraya şarkı için eklediğim video bir filmin son sahneleri aslında; filmin adı ACCA ve filmin sonundaki ışıkları görünce elimde olmadan gözlerim doldu. şimdi olduğu gibi telefon ışıklarıyla değil, çakmaklarla yakılan ışıklarla istenen değişim isteği hep var dünyada; farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda, farklı gençler tarafından hep isteniyor ve korkarım istenmeye devam edilecek!

Yeşil camın arkasında artık yalnızca sıcaklık var,
Ateşin yerini duman almış,
Takvimin ızgarasından bir gün sessizce silinmiş.

Kızıl güneş ufku kavuruyor,
Gün onunla birlikte sönüyor,
Ve yanan şehrin üzerine ağır bir gölge çöküyor.

Değişim! – Kalplerimiz bunu haykırıyor.
Değişim! – Gözlerimiz bunu istiyor.
Kahkahalarımızda, gözyaşlarımızda,
Damarlarımızda atan nabızda yankılanıyor:
Değişim! Biz değişimi bekliyoruz!

Gün elektrik ışığında sürüp gidiyor,
Kibrit kutusu boş ama
Mutfakta gaz, mavi bir çiçek gibi yanıyor.

Ellerde sigara, masada çay –
Şema belli, tekrar eden bir düzen.
Dışarıda hiçbir şey yok,
Her şey içeride, içimizde.

Değişim! – Kalplerimiz bunu haykırıyor.
Değişim! – Gözlerimiz bunu istiyor.
Kahkahalarımızda, gözyaşlarımızda,
Damarlarımızda atan nabızda yankılanıyor:
Değişim! Biz değişimi bekliyoruz!

Bilge bakışlar ya da ustalıklı eller değil ihtiyacımız olan,
Anlamak için birbirimizi,
Yeter ki dinleyelim içimizi.

Ellerde sigara, masada çay –
Bu çember kapanıyor
Ve aniden değişimden korkar oluyoruz…

Seviyorum yurdumu, fakat tuhaf bir aşkla!
Mantığım yenemiyor bu sevgiyi.
-m. y. lermantov, anayurt

şaka değil, gerçekten… dünyanın içinden geçtiği bu zamanda bu geziyi yapıyor olmamız pek çok kişiyi şaşırttı, hatta doğal olarak bir güvenlik kaygısı yaşattı. ama buradayız işte. yarim a. gençliğinde, sovyetler yıkılmadan hemen önce gelmiş buralara. yıllardır birlikte bir kez de birlikte gidelim derdi. o zaman bu zamanmış meğer!

pazar günü öğle saatlerinde buradaydık. daha pasaport kontrolünde bambaşka bir evrene geçtiğimiz belliydi; kasvetli ve ağır çekim bir ruh vardı ortamda. ama havaalanından çıkıp bizi kalacağımız otele götürecek taksiye ulaştığımızda masmavi gözleriyle, ağır ama çok ağır gövdesiyle bizi genç bir sürücü karşıladı; rapper gibi giyinmişti ve arabada ingilizce rap parçaları çalıyordu. bu melodilerle birlikte otoban boyunca uzanan yemyeşil ormanlar ve ardından başlayan devasa binalarla otele ulaştık.

odamız 15. katta, sağ tarafta büyük bir park görüyoruz uzaktan, karşımızda heyula gibi bir başka bir bina var ama aradaki cadde o kadar geniş ki bu büyüklüğün “gölgesi” düşmüyor üzerimize; manzaranın gerisi çok eski, nispeten yeni ve çok yeni binalardan oluşan büyük bir şehrin görüntüsü… otel şehrin doğu yakasında sokolniki’de (Соко́льники); hemen karşımızda metro istasyonu var. ulaşım inanılmaz şehirde ama bu istasyon hakikaten gezi için çok stratejik bir noktada. gittiğimiz her yere neredeyse hiç aktarma yapmamız gerekmiyor. ama aslında bu durum şehrin bütün bölgeleri için geçerli; dairesel bir bir metro düzeninde birbirini kesen pek çok hattan oluşuyor moskova metrosu ve sanki nerede olursak olalım aynı rahatlığı yaşayacak gibiyiz. üstelik iki dakikada bir geçen trenler sayesinde hiç beklemek gerekmiyor; çok yeni trenler olduğu gibi, hakikaten hantal ve eski trenler de var. hepsinine tek tek denk geldik dört gündür…

moskova’ya ilişkin — burada rusya dememeyi tercih ediyorum çünkü bu olağanüstü büyüklükteki ülkeyi tek bir şehirle tanımlamak saçma ötesi bir şey olur — hissettiğimiz ilk şeylerden birisi bu büyüklüğün altından “ezilmek” duygusu oldu. bütün binalar öylesine büyük, bütün yollar ve kaldırımlar öylesine geniş ki insan kendisini devler ülkesinde geziyor gibi hissediyor; hele bizim gibi sıkışık bir şehirden, istanbul’dan gelince!

ruslar ciddi ve keskin ifadeleri olan insanlar. neredeyse kimseyle ingilizce iletişim kurmak mümkün değil. ingilizce bir şey sormaya çalıştığınızda, öylece yüzünüze bakıyorlar. konuşamadığına, konuşmak istemediğine dair bir mimik, bir duygu bile hissedemiyorsunuz. çok nadir, rahatça ingilizce konuşanlar çıkıyor elbette; örneğin metro istasyonundaki kadın güvenlik görevlisi, bankada çalışanlar, arbad’da hediyelik eşyalar satan adam, yeni nesil bir coffee shop’taki genç kadın gibi… biz her şeye rağmen soğuk insanlar olmadıklarına karar verdik rusların, iklimin, coğrafyanın, mimarinin, yaşadıkları rejimlerin izleri var üzerlerinde muhtemelen… güleryüzlüler ve konuşkanlar; metrolarda, sokaklarda kendi aralarındaki iletişimde bunu hissediyor insan…

bir şekilde farklı bir evrende gibiyiz. batının uyguladığı ambargolardan ve ülke içindeki yasaklardan dolayı dolayı kendi kredi kartlarımızı kullanamıyoruz. youtube’a, x’e, facebook’a girmek mümkün değil. google map gibi uygulamalar çalışmıyor. bunların hepsi için kendi internet mecralarını yaratmışlar…

batıdan gelen tek bir turiste rastlamadık, eski sovyet cumhuriyetlerinden gelenlere, çinlilere, diğer asya ülkelerinin vatandaşlarına ve araplara rastlanıyor daha çok; onun dışında her yerde rus turistler var, öğrenci grupları ve muhtemelen yaz tatili nedeniyle farklı şehirlerden gelen aileler bunlar diye düşünüyoruz…

pazardan bu yana kızıl meydan’a, aziz vasili katedrali’ne, kremlin sarayına, puşkin güzel sanatlar müzesinin iki farklı sergi alanına, beyoğlu’nun ruhuna çok yakın olan arbat bölgesine (район aрбат), rus uzay çalışmalarının tüm detaylarını anlatan kozmonotluk anıt müzesi’ne (uzay keşifleri anıt müzesi olarak da biliniyormuş), eski adı ulusal ekonomik başarılar sergisi olan rusya fuar merkezi’ne, nazım’ın mezarına ve şair lermantov’un üç yıl yaşadığı müzeye dönüştürülmüş evine gittik, moskova nehrinde bir tekne turu yaptık ve her gün 16 bin ve 20 bin arasında değişen adımlar attık…

bütün bunların arasında bir de lenin’in mozolesini ziyaret ettik elbette ama o hakikaken anlatılmaz yaşanır bir olaydı. seçildikleri bariz olan çok genç, çok yakışıklı filinta gibi askerler veya polisler—hangisi emin değilim— koruyor mozoleyi. içerisi tamamen karanlık neredeyse ve ışığın tamamı lenin’in tahnit edilmiş naaşının aydınlatmasından geliyor. hiç durmadan yavaşça ve sessizce etrafından dönerek geçiyorsunuz ve bütün bunlar 2-3 dakika falan sürüyor. oysa bu kısacık ziyareti yapabilmek için uzun ve kalabalık bir kuyrukta uzun uzun beklemeniz gerekiyor. aslında rusların büyük bir bölümü artık lenin’in gömülmesini istiyormuş. lenin ne isterdi kısmına hiç girmiyorum tabii. stalin’in kararı olan bu durum hakikaten tuhaf ve distopik bir şey!

bugün moskova’dan son tam günümüz, önemli metro duraklarını gezeceğiz, güzel bir lokanta’da gerçek rus yemekleri yiyeceğiz, zaman kalırsa bir modern sanatlar merkezine uğrayacağız… yarın ise st. petersburg’a (Санкт-Петербург) trenle yolculuk yapacağız.

şimdilik burada bırakayım; daha sonra yazmaya devam ederim ve gözlemlerime, hissetiklerime ilişkin daha fazla ayrıntı veririm diye düşünüyorum.

bunları yazarken spotify’da bulduğum —evet spotify’a erişim var şükürler olsun — bulduğum bir listeyi dinliyorum; soviet dönemi eski rus şarkılarından oluşan şahane bir liste bu; listenin tanımı “her kalbi eritecek eski rus şarkıları” olarak yazılmış…

“… Göğün avlusunda kimler dolaşır…”
edip cansever, gökanlam

“ikide bir” çağrısına sadece dört yayınla eşlik edebildim ve neredeyse iki haftalık bir sessizliğin ardından bari kapanışı yapayım diyerek buradayım!

bu arada neler oldu, neler… dünya ve memleket hepten karıştı; bir savaş başladı ve bitti (gerçekten başladı ve bitti mi?); mutlak butlan diye, öğrenmesek daha iyi olacak bir kavramla tanışıp, vay arkadaş neymiş bu KK diyerek hop oturup hop kalktık; en sonunda fatih altaylı’yı da silivri’ye yolcu ettik; trump’ın ve bizimki de dahil diğer tüm otokratik liderlerin yarattığı şizofrenik ve “düş yiyiciler sirki”ne dönen dünyada nefes almaya çalışarak günleri geçirdik…

tam olarak hislerimi özetleyen düş yiyiciler sirki ifadesi tesadüfen karşılaştığım ve okumadığım bir kitabın adı aslında. merak ederseniz emek erez’in duvar’da kitap hakkında yazdığı bir yazıya şurada erişebilirsiniz.

***

sabah yürüyüşe çıkarken dün gece yayınlanan ONLAR yayınını dinlemeye başladım ve ardından da fatih altaylı’nın bu sabah yayınlanan silivri günlüğü – 4‘ü dinlendim. bütün bunlar nereden baksanız iki saate yaklaşan bir süreçte on bin adımı aşan bir yürüyüş ve sahildeki parkın çok sevdiğim bir yerindeki kondisyon aletleriyle geçen zaman demekti; tabii bunların yanında ağaçların güzelliği, huzurlu gölgeleri, epey büyüyen karga ve martı yavruları, uykulu köpekler ve sabahın huzuru vardı…

kendine bu kötülüğü neden yapıyorsun diyebilirsiniz haklı olarak; yani böyle bir anda gündemi neden peşimden sürüklediğimi anlamayabilirsiniz. bunun yanıtını geçenlerde nevşin mengü verdi; bir tür news junkie‘yim ben; yani saplantılı bir şekilde haberleri ve olan biteni takip etmek zorunda hissediyorum kendimi. pek çoğunuzun bu durumda olduğunu biliyorum; ama diğer yanda günlüklerinizde — bunu blog yazarı arkadaşlarım için söylüyorum elbette — biraz da bu olan bitenden uzaklaşabilmek için hayatın olağan akışındaki diğer şeylere odaklanmayı tercih ettiğinizi hissediyorum. sanırım benim yapamadığım bu! belki de buraya eskisi gibi yazamamamın nedeni de; herkesin zaten gırtlağına kadar battığı meseleleri burada da gündeme getirmek bir tür “kötülük” çünkü!

sanırım sertab’ın şarkısındaki gibi “kendime yeni bir ben lazım” 😉 şarkıyı buraya eklemiyorum; çünkü sevmiyorum. ama spotify’da bunun için büyük ölçüde caz parçalarından oluşan bir listem var, adı bana yeni bir ben lazım olan bu listenin çok sevdiğim bir parçası geliyor şimdi.

stop this train‘i dinliyoruz. saksafonda joshua redman, piyanoda brad mehldau ve davulda brien blade var. aslında john mayer’in de seslendirdiği bu parçanın sözleri var; minik bir kupleyi aşağıya bırakıyorum…

No, I’m not color blind
I know the world is black and white
I try to keep an open mind
But, I just can’t sleep on this tonight

Stop this train
I want to get off and go home again
I can’t take the speed it’s moving in
I know I can’t
But honestly, won’t someone stop this train?

neyse diyerek yürüyüş sonrasına geçeyim… sabahları saat altı gibi yürümeye başlıyorum, normalde hava serin oluyordu ama bugün o saatte bile sıcaktı. epey terlemiş bir halde eve geldim ve kendimi banyoya attım. sonra bamyalı yumurta ile balkonda müzik dinleyerek kahvaltımı yaptım. bamya ile kahvaltı yapmayı vlogları olan japon kadınlardan öğrendim. buzluktaki dondurulmuş bamyalarımı önce mikrodalgada hafifçe pişiriyorum ve sonra fotoğrafta gördüğünüz gibi yumurtayla soteliyorum. aslında aşdamı‘na da dönmeliyim bir ara değil mi?


şimdi masamdayım, az sonra çalışmaya başlayacağım. sahilden getirdiğim manolyanın kokusuyla kahvaltıda dinlemeye başladığım şarkılara devam ediyorum. haziran ayını da bitirmenin eşiğine gelmişken edip cansever’in inanılmaz güzel şiiri gökanlam‘dan tuna kiremitçinin uyarladığı bu şarkıyı çalmasam olmaz diye düşündüm. kumdan kaleler‘den dinliyoruz.

şiiri de bulup, sakince okuyun derim!

“… Dokunsam okşasam eski, eski şeyleri
Arduvazdan bir damı
Revaklı ahşap bir evi
Sabahsa bir uzun boylu haziransa kent

Kızgın ve mavi bir mührün borcuyum
Göğün avlusunda kimler dolaşır
Göğün avlusunda kimler dolaşır
Bu ışık selinde bu, bu ayazmada
…”


“Ihlamurlar altında çocuk kaldık bir gece…”
-ersen , ıhlamurlar altında

kokusu var bugünlerde… sabahları yürüyüş yaptığım parka girer girmez yüzüme çarpan ıhlamur kokusuyla gülümsüyorum. dönüşte bir kaç çiçek almaktan kendimi alamadım bugün ve kahvaltımı ıhlamur kokusuyla yaptım.

şimdi de çalışma masamda bir suyun içinde yüzerek kokularını yayıyorlar… o yüzden bir ıhlamur melodisi çalmasam olmaz öyle değil mi? çok ama çok eskilerden bir ses ve şarkı geliyor. ersen ve dadaşlar‘dan dinliyoruz; ıhlamurlar çiçek açtığında.

bugünü yanıt veremediğim yorumlarınıza ayıracağım. en iyisi sondan başlayayım.

sevgili özge, “rüyada da olsa gelmiş kuzgun belki de bu ara erk hayvanınız olmuş, bir ziyarette bulunmuştur diye düşünmeden edemedim” demişsiniz. beni sanal dünyada uzun yıllardır izleyenler bilir kargagillerin çok başka bir yeri vardır bende. “hangi hayvansınız?” diye soran anketlerin pek çoğunda da karga çıkmışlığım vardır. rüyalarıma da sıklıkla konuk olurlar 😉 sizin sözlerinizden sonra nedir bu erk hayvanı acaba diye baktığımda karşıma çıkan bir onedio anketinde erk hayvanım karga değil ejderha çıktı. ejderhalara olan tutkum da bilinir… ejderha da şu demekmiş meğer 😉

Yüzlerce hayat yaşamış, eski ve bilge bir ruhun var. Hatırlamadığını düşünsen de, kemiklerine kadar işlemiş kadim bilgilere sahipsin ...”

sevgili neslihan, “… Han Kang Vejeteryan kitabını okumuş muydun…” demişsin. evet, okuyup çok sevmiştim. yeni yıla girdiğimiz datça günlerinde buraya da yazmıştım. yazdığın tüm güzel sözler için de çok teşekkür ederim…

sevgili nurşen, “… Ben yaz başlangıçlarına hep iğde kokusu yakıştırırım, Ankaralı olmanın gereği…” demişsin ya, bilmez miyim? ankara’da seni ilk hangi koku çarptı dersen kesinlikle iğde kokusu derim. öğrencilik yıllarımda, odtü’de bölümlerin arasındaki yolda, yazın başındaki akşamlarda, kocaman iğde ağaçlarının altında çok başım dönmüştür kokudan…

sevgili ceren, dut ağaçlarının altında karşılaşmışız farkına varmadan anlaşılan… sayfanda “Basit bir yol kenarı mıdır cennet?” demiş ve bizim cennetimizi sormuşsun ya, ben kesinlikle bir ada’dır cennet diyorum. ama öyle vadedilen bir cennet değil bu. bütün metaforlarıyla, kendi ellerinle “yarattığın bir ada”…

sevgili şule, başladın mı yürüyüşlere 😉 sabahın erken saatlerini şiddetle tavsiye ediyorum…

sevgili buraneros, iyi ki siz de varsınız…

ve sevgili sevin, “günlerin köpüğünün bıraktığı tatlar” demişsin ya, tam da yaşadığımız günlere dair hissettiklerim böyle bir şey: diğer her şeyin yanında hafiflik, geçicilik, yüzeydeki parıltı, bazen boşluk veya hiçlik hissiyle geçen günler… manolyalar da açtı biliyorsun değil. aşağıdaki fotoğraf senin için çekildi…

kapanışı da bir manolya şarkısıyla yapalım o zaman.

flört söylüyor manolya.

“… Çelişkiler keskinleşsin diye
Böyle mi geçsin ömrüm?…”

on iki haziran – kaldığım yerden sevgili neslihan’ın çağrısındaki gibi “ikide bir” olmasa da yazmaya devam ediyorum; bugünden geriye doğru…

gece bir kanat çırpıntısıyla uyandım ve gözlerimi açtım. yatak odasının kapatılmış, giyinme odası olarak kullandığımız balkonunun gördüğüm kısmında bir masa vardı; üzerine kocaman, ama gerçekten kocaman bir kuzgun kondu… kalbim çarptı ve gözlerimi açtım… her şey bir rüyadan ibaretti…

on bir haziran –

tekrar yürüyüşe başladım… sahile girdiğimde beni sulama sisteminin sesi, serinliği ve hafif ıhlamur kokusu karşıladı. koşu-yürüyüş parkuru olarak tasarlanan yolun bir bölümüne geldiğimde ise her yer mor dutlarla kaplanmış haldeydi ve elbette etrafı dut kokusu sarmıştı. uzun bir yürüyüş yaptım ve eve dönüş yolunda mahallede etrafı saran keskin fransız yasemi kokusundan tıkandım. son yıllarda, özelikle yeni apartmanlarda yaygın bir peyzaj bitkisi olarak kullanılan bu yasemin türünden hiç hoşlanmıyorum. görüntüsü çok güzel olsa da kokusu beni mahvediyor. oysa bildiğimiz o küçük, sade mor kıvrımları olan beyaz çiçeklere sahip yasemin en sevdiğim çiçek kokularından birine sahiptir; antalya’nın yaz akşamları demek benim için o koku… bir yasemin şarkısı bırakmasam olmaz tabii.

under the jasmine diyor
mark kelly & soraya ksontini.

on haziran – bütün gün ağladım; ferdi zeyrek‘in ölümü pek çok kişi gibi beni de mahvetti. bunca karanlık, nefesi kesilse en ufak bir sızı hissetmeyeceğimiz insan varken, böyle kayıpları niye yaşıyoruz diye düşünmekten kendimi alamıyorum… huzur içinde yatsın!

dokuz haziran – bayramın son günü, tatili bitirdik; a. ofiste, ben evde normal bir iş günündeki gibi çalışmaya başladım. bugün son günlerde çok severek izlediğimiz bir diziden, shetland‘dan söz etmek istiyorum. 2013 yılında BBC tarafından yayınlanmaya başlayan bir İngiliz suç dizisi bu; ann cleeves’in “shetland” roman serisinden uyarlanmış. hikâye, iskoçya’nın kuzeyinde yer alan shetland adaları’nda geçiyor ve dedektif jimmy perez şahane bir karakter. dizinin atmosferini, ruhunu adaların izole ve inanılmaz güzel manzarası net bir şekilde belirliyor… biz şu anda dördüncü sezonu izliyoruz, daha beş sezonumuz var… polisiye sevenlere kesinlikle tavsiye ederim. buraya dedektifimizden bir alıntıyı, dizinin ana tema müziğini ve ana karakterlerini gösteren bir fotoğraf bırakayım.

““We’ve got the sky, and the sea, and razorbills, and kittiwakes. What more d’you want?

bayramın ilk iki günü– erdek büyükova’daydık. hava genel olarak rüzgarlıydı ve çok sıcak değildi… katırtırnakları son günlerini yaşıyor ama hala her yerdeler. etrafımızı saran kocaman kocaman dut ağaçları inanılmazdı. patır patır dutlar dökülüyordu sürekli ve gidip gelip dut yedik; uzun yıllardır böyle dut yememiştim doğrusu. dut ağaçlarını aşağıya bırakıyorum…

ares kocaman bir bebek gibi bahçede dolanıyordu. yaşına rağmen heyecanı yüksek bir arkadaşımız, bir sevgi manyağı o; tanıştırayım sizi.

dönüş yolunu erdek üzerinden değil, yarımada’nın diğer yönünden yaptık. yolu uzattık ama çok keyifli bir yolculuk oldu. doğa inanılmazdı… bu yayının kapak fotoğrafı bu yolculuktan… yolda bulutsuzluk özlemi dinlerken, a. ile birlikte şarkılara bağıra bağıra eşlik ettik ve memlekette değişen bir şey olmadığına karar verdik. meseleler değişmekle birlikte, günün sonunda hep ihtiyaç acil demokrasi!

beş haziran – yıllardan sonra yeniden “hayvan” yemeye başladım; buna biraz mecbur kaldım çünkü. kendimi çok iyi hissetmiyorum bu konuda ama şimdilik yapacak bir şey yok… et yememem üzerine konuşmaktan hoşlanmadığım gibi, bu konuda da konuşmak istemediğimi söyleyerek susacağım!

The summer wind
Came blowing in
From across the sea
It lingered there
So warm and fair
To walk with me
…”
john herndon mercer, summer wind

değil; her defasında böyle oluyor. buraya her geri gelişimde, yeni bir “acemi” oluyorum, sözcükler utangaçlaşıyor, içimden çıkan cümleler ürkütüyor… yeniden başlayabilmek için, her bir günün an’larına bırakacağım kendimi! hep işe yaradı bu; bu seferde öyle olacak, biliyorum…

otuz mayıs – sabah beş civarı uyandım… altı olmadan sahilde yürümeye başlamıştım. önce hızla denize yöneldim, maviliği içime çekmeliydim çünkü. kayaların üzerinde gri bir balıkçıl karşıladı beni, bir an göz göze geldik, sonrası kalp çarpıntısı, kanat çırpıntısı… bu gri balıkçıla doğru yürürken dinlediğim parçalardan birisini çalıyorum burada; tom baxter
tell her today diyor.

otuz bir mayıs – bugün daha erken başladım yürüyüşe… kuşlar, köpekler ve benden başka bir yaşlı amca vardı sadece. biraz ürktüm ve parkın idealtepe kısmında kalmayıp, maltepe’deki gül bahçesine doğru yürüdüm… dönüşte yürüyenler, koşanlar, bisiklete binenler yavaşça artmaya başlamıştı… güllerin son günlerini yakalamışım… bu yıl laleleri de es geçtim zaten 🙁 nefesimi kesen bir kaç gül fotoğrafı çektim. beni büyüleyenlerden birini buraya diğerini kapağa bırakayım. güller bana zamanında çok dinlediğim ve çok sevdiğim bir şarkıyı hatırlattı; nick cave & the bad seeds ft. kylie minogue’dan
where the wild roses grow‘u dinliyoruz.

bir haziran – güne bir virginia woolf‘un dalgalar kitabından bir alıntıyla başladım. yaz böylece resmen başladı! ıskalanmış bir bahardan sonra bakalım yaz nasıl geçecek? memlekete dair işaretler iç açıcı değil ama temmuz’da yapacağımız tatilin heyecanını yaşamıyorum desem yalan olur…

Haziran bembeyazdı. Tarlalarda açmış papatyaların beyazlığı, bembeyaz elbiseler ve beyaz çizgilerle işaretlenmiş tenis kortları gözlerimin önündeydi. Sonra bir rüzgâr ve şiddetli bir gök gürültüsü koptu. Bir gece bulutların arasından süzülen bir yıldız gördüm; ona dönüp, “Beni içine çek,” dedim. O, yaz ortasıydı.
virginia woolf, dalgalar

yazın ilk gününün şarkısını madeleine peyroux‘dan dinleyelim summer wind diyoruz.

üç haziran – güne yine yürüyüşle başladım. umuyorum başladığım bu zinciri kırmam. bu sahilde yaptığım sabah yürüyüşlerinin en keyifli tarafı, etrafta yürüyen, koşan, bisiklete binen, hatta bizim buralarda kürek çeken insanların enerjisini hissetmek ve içine çekmek; yayılan enerji kesinlikle bulaşıcı, olumlu ve insana iyi hissettiren bir doğaya sahip…

şimdi evdeyim ve kahvaltımı yaptım. artık bir tıp tarihi yazısı olan sıtma makaleme döneceğim ve çalışırken canım vladimir horowitz bana eşlik edecek.

beethoven’ın 14. piyano sonatını dinliyoruz; popüler ismiyle ayışığı sonatı.

Together again
I need you to put me together again
I’m just a broken fragment
Of the man I used to be
Please, put me back together
Piece by piece
…”
jay-jay johanson

sonrası aslında sadece burada değil, neredeyse kendi içimde de kayboldum. günlerim gündemle, okuduğum makalelerle, günlük hayatın dayatan akışıyla ve anne, kardeş, evlat, eş özetle aile olmanın getirdiği neşe, kaygı, öfke, mutluluk, kızgınlık, eğlence ve güvenle harmanlanmış “olağan kaos”la geçti…

bütün bunların arasında, her zaman kendime yaptığım gibi olan biteni sünger gibi içime çektim, her şeyi en küçük damlasına kadar emdim… rüyalarım büyük ölçüde beni terk ettiler… geceleri uyanıp ağır ağır murakami öyküleri okudum… hiç blog okumadım… çok az müzik dinledim… az hareket ettim… yemem gerekenden fazla yedim…

elbette geçen bu süreçte anlatacak saraçhane günleri vardı, direnişe çağıran sokaklar vardı, bir pazar günü kıyısında her şeyden uzaklaştığımız ağva’nın yemyeşil koca deresi vardı, konya yolcuğunun rengarenk kır çiçekleri vardı, erdek yolculuğunun sarı katır tırnakları vardı, canım martılarım derya ve hülya’nın yeni bebeği vardı…

anlatamadım!

buraya bir türlü gelemedim!

ama dün sevgili neslihan’ın çağrısıyla

“… hadi artık buradan çıkman lazım, “ikide bir” belki çıkış için bir patikadır…” dedim.

işte buradayım, ikide bir-1 ve together again diyorum

jay-jay johanson söylüyor.

Rüyalar elimden tutup götürebilseydi
Yükselir, süzülürdüm yeni bir gökyüzünde
…”

şarkılarda bugün holm (rüya) var. bu şarkı sana gelsin sevgili neslihan, sen neden olduğunu biliyorsun.

emel mathlouthi söylüyor.

Holm şarkısını Kovid-19’un ilk günlerinde yazmıştım. Müzik o zamanlarda birbirimizle irtibat kurmak için en güçlü vasıta haline gelmişti. Süreç bizim için çok acılı geçmiş olmasına rağmen bu virüsle savaşmak için en azından elimizde müzik olduğunu düşünüyordum. Bu yüzden yazdığım şarkı, dinleyiciler için çok şey ifade etti. Şarkıda mücadele mesajı vermenin yanı sıra hayatımızdaki tüm olumsuzlukların üstesinden gelip daha iyi bir dünya yaratabileceğimizi vurguladım.”, emel mathlouthi

Gözlerimi kapatıp
Rüyalar elimden tutup götürebilseydi
Yükselir, süzülürdüm yeni bir gökyüzünde
Kederlerimi unuturdum.
Hayalimde seyehat edebilseydim
Aşkın ve umutların yeşerdiği, acının dindiği
Saraylar ve geceler yaratırdım.
Yarattığımızı her şeyi yok eden
Acımasız gerçeklerin bıraktığı
Zulüm, ızdırap ve çileyle gölgelenmiş
İnsanlar gördüğün bir dünya.
Bizi, düşlerimizi ezen
Tüm yürekleri karanlık ve açgözlülükle dolduran
Zorbaların yükselen duvarlarını gördüğün bir dünya
.”

Ne vakit babamın yokluğuna gitsem
Babam bana bir şey diyor…

-birhan keskin

helva yaptık ve komşulara dağıttık annemle; malum babamın ölüm yıldönümüydü. eski radyo z dinleyenleri bilirler babam için her 5 mart günü şarkı çalarım ve o günün akşamında birer kadeh rakı içeriz. dün hem şarkı çalamadım hem de rakıyı pas geçtik! ama bugün, geçmişte babamla ilgili radyo z’ye yazdıklarımdan bir kolaj yaparak şarkımı çalacağım. bu metinler, zamanında iki kez hacklenen radyo z sitelerinden kurtarabildiklerimiz.

05 mart 2008 – babam enteresan bir adamdı… belki babasız büyümüş olmasından, diğer babalara pek benzemezdi; ne otoritesini kullanma, ne de sevgisini gösterme biçimiyle…zamanında, “cazla rakı içilmez” diyerek, hayatta ıskalanmaması gereken şeylere ilişkin  derslerinden birisini vermişti bana… zamanında müzik, vs üzerine babamla konuştuklarımızı şimdi biraz daha farklı formatta ama aslında aynı içerikle bizim oğlanla yapıyoruz… tezer, the delikanlı, hani bize esip de bir orhan gencebay falan dinlemeye kalksak, ‘nasıl ya, nasıl ya, siz nasıl bunları dinlersiniz‘ diye esip gürlüyor… ben de ona tam da babamın bana dediği gibi diyorum ki;  ‘bak dinle, bir şey ancak bu kadar güzel anlatılır…’.

bu dünyadan göçtüğünde henüz 63 yaşındaydı. ben onu bildim bileli ölmekten korktu, sanırım onunla erken buluşacağını bir şekilde bildiğinden. yaşamayı deli gibi severdi, ruhunda bir haytalık ve çocukluk hep vardı… mükemmel miydi? değildi elbette…”

07 ekim 2008 – “… tatilde çocuklarla babamın mezarını ziyarete gittik, benim yıllarca yapmaktan kaçtığım bir şeyi onların daha erken yaşamasını istemiştim çünkü. tezer allak bullak oldu tabii, genç bir insanın mezarı başında doğum tarihini fark ettiğinde ‘oha çok gençmiş bu ya’ oldu, erken girdiği ergenliğin etkisi ile zaten dalgalanıp duran ruh hali, kontrolden çıkan dili ve bedeni ile orada iyice karıştı. babamın yanında gözyaşlarıma engel olamadığımdan gelip yavaşça sırtıma elini koydu, delikanlı olmaya çalışan bir tavırla bana destek olmaya çalışmıştı… ada ise nerede olduğumuzu ve ne yaptığımızı bile sorgulamaksızın, orada kendi çapında eğlendi. bir mezarın tepesine çıkıp, babamın mezarı için çiçek topladı…

dönüşte ağlayarak tek başına giden bir kadına, iki kadın yanaşıp ‘ağlama, allah onu senden daha fazla seviyormuş‘ dedi… ölüme böyle yaklaşıldığını daha önce hiç duymamıştım… az önce bahçeye indim, bir çay alıp oturdum. bizim bahçıvan gelip, ‘hocam mantar topladım alır mısın?‘ diye sordu.  sorusunun yanıtını almadan bana hızlıca bir tarif verip, üzerine bu tarifle dün akşam yediği mantarın yanına iki bardak şarap çaktığını söyledi… elime yeni toplanmış mantarları tutuşturdu ve gitti…”

05 Mar 2010  – “… her 5 mart günü babam için çalıyorum ama bazılarınız onu hiç tanımıyorsunuz… hadi bu sefer, erdoğan koç kimdi biraz onu anlatayım… istanbul’a tapardı; yukardaki fotoğraf onun son İstanbul seyahatinden. ali yüksek lisans tezini ona adadı ve teze ‘istanbul rüya gibi bir şehir diyen babam için’ notunu düştü… kadere söylenen şarkıları severdi ve kolay ağlardı… rakısını bir mevsim meyvesi ile akşam üzeri içerdi… annemle harika dans eder; kafası iyi olunca iyi göbek atardı… hayatı deli gibi severken, son 10 yılını onu kaybetme korkusuyla yaşadı… bu dönemde annemden gizli gizli sigara içerdi… öfkeliydi… hele suç kendisindeyse bağırarak üste çıkmaya bayılırdı… harika voleybol oynar, gençlerle olmaya bayılırdı… fena halde fenerbahçeliydi. hayatı boyunca anlaşılamadığını düşündü galiba ve ben şimdi onun haklı olduğunu düşünüyorum… arılardan ve yılanlardan çok korkardı… anılarını büyük bir keyifle anlatırdı ve ben defalarca dinlediğim o anıları her defasında zevkle dinlerdim… ‘baba’ olmayı bilmezdi; belki babasız büyümüşlüğünden… onu ‘iyi baba’ yapan da buydu zaten… ve hiç mükemmel değildi, öyle bir derdi de yoktu… ”

5 mart 2012 – “bu sabah mahallenin esnafıyla birlikte muzaffer bey’in pastanesinde kahvaltı yaptım. muzaffer bey, bostan sahibi, nakliyeci ve liseye giden kızı, emlakçı. masaya kitabımı bıraktığımda muzaffer bey ‘abla hep okur’ dedi ardından ‘her zamankinden mi abla?’ dedi. ‘evet ama çay büyük olsun’ dedim… bostan sahibi ‘ne okuyorsunuz?’ diye sordu. ‘tirza, hollandalı bir yazarın kitabı’ dedim, sustum; geriye söyleyecek bir şey yoktu. hollanda’nın orta sınıf insanlarının romanı ve bunalımları. bundan önce de amerikan orta sınıfının bunalımlarını anlatan bir roman okumuştum desem enteresan olabilirdi. ordan çıkıp, nakliyeci, ‘bizim bunalımlarımızı kim anlatacak peki’ diye devam etse şahane olurdu mesela… aklımdan bunlar geçerken, durdum ve ‘bugün babamın ölüm yıldönümü, 10 yıl oldu’ dedim. herkes şaşırmış bir halde ‘allah rahmet eylesin’ dedi. ne niyetle bunu söyledim bilmiyorum, hayır duası almak için değil elbette… içim acıyordu, babamı özlemiştim, yataktan kalktığımdan beri bu özlemi aklımdan atamıyordum ve paylaştım; öylesine, uluorta… sonra bütün gün işte huzursuz ve keyifsizdim. kimseye babamdan söz etmedim ve her zamankinden farklı olarak akşam olsun babam için rakı içip klasik türk müziği dinleyeyim diyemedim. rakının fikri bile içimi acıttı. bizim the delikanlı, yatmadan hemen önce gelip ‘bugün dedemin ölüm yıldönümü değil mi?’ dedi. boğazımda kocaman bir düğüm ‘evet’ dedim. sonra onu babam gibi öptüm. şimdi çocuklar uyuyor. ben ortaya karışık bir şekilde müzik arşivimi dinliyorum ve votka tonik içiyorum. huzur içinde yat baba. zeki müren senin için yıldızların altında diyor.”

05 Mar 2013 – “her zaman bir kozanın içinde kalmayı tercih ettim. beni  çok yakından tanıyanlar bunu bilir, daha az tanıyanların da bu konuda bir fikri olduğuna eminim. kendime kimseyi, ama kimseyi  kolay kolay yaklaştıramam. bir mesafe hep kalır… hele bir sorun varsa, kozamı elden geçirir, iyice sağlamlaştırırım, elimde değil… anne olana kadar, belki de çocuklar kendi kozalarını örmeye başlayana kadar demeli, bu yanımla bir sorunum yoktu. sonra baktım, kendi çocuklarımın kozalarını kırmaya çalışıyorum… ve biliyorum o kozalar gittikçe sağlamlaşacak ve benim kırmam mümkün olmayacak. işte o zaman çok ama çok canım acıyacak… bir dönem annemle, her şeyin olabildiğince yolunda olduğu ‘mutlu’ bir ailede, en güzel yılların çocukların lise ve üniversitede okuduğu yıllar olduğuna karar vermiştik. birlikte olmaktan keyif alınan, herkesin kendini farkettiği ve yaşadığı, henüz hastalıkların amansız bir şekilde bastırmadığı yıllar… bir diğer deyişle gerçekten bir arada olunan zamanlar…

john berger  ‘Hatırlamak (remembering), harfi harfine tarif edilecek olursa, üyeleri (members) yeniden bir araya getirmek, onlara o bütünün üyeliğini yeniden iade etmek (re-member) anlamına gelir.’ diyor… ve artık benim küçük ailemi hatırlamak, sadece fotoğraflarda mümkün. yıllar geçtikçe, kayıpların ardından geriye siyah beyaz bir rüya kalıyor. kötülüklerden, yoksunluklardan ve acılardan  arındırılmış, steril bir geçmiş. geriye kalan karanlık parçalarsa, kozalarımızın içinde öylece duruyor aslında… evet bazılarınız biliyor. bugün 5 mart, babamızı kaybettiğimiz gün ve radyo z’de her yıl olduğu gibi bu yıl da onun için dua niyetine sevdiği müzikleri dinleyeceğiz. akşam yemeğimize ise bir kadeh rakı eşlik edecek. ruhuna değsin diye…”

1 2 3 47