Ünlü bir müzisyen öldüğünde, dünya sessizliğe gömülmez; bilgeliği, müziği, paylaştığı sözler ve duygular bizimle kalır… Bu dünyaya hiçbir şeyle varırız ve aynı şekilde ayrılırız, ancak sonunda öğrendiğimiz her şeyi geride bırakırız.”
-zakir hussain

çalışmaya gömülmüş durumdayım; günler yazı ve müzikle geçiyor. şikayetçi değilim çünkü yepyeni bir bilgi evreninin ve deneyimin içindeyim. bu evrende bana yoldaş olan melodiler her geçen gün biraz daha zenginleşerek şurada birikiyor;

bu deneyimin ayrıntısına girmek istemiyorum… her şey bitince elbette büyük bir keyifle paylaşacağım. bugünden itibaren ise kısa kısa notlarla da olsa yeniden burada olmak için elimden geleni yapacağım ve bloglara geri döneceğim.

şimdilik bambaşka iki melodi ile susuyorum.

önce yukarıdaki listeden, bir zakir hussain melodisi olan sabah geliyor.

ardından da içinde olduğumuz soğuk günler için yeni çıkan bir redd şarkısı; üşüyor istanbul bugün diyoruz.

“… time stays for no one
old once was young
life’s grand illusion…”

-roger hodgson

bana “anam” derdi, “anammmm” diye sarılırdı; adını aldığım annesinden dolayı. en büyük oğlumu kaybetmiş gibi hissediyorum o yüzden!

yengemin ardından beş yıl sonra aynı gün gitti amcam ve hayatımızda bir ev daha kapandı; cenaze evlerinin o tuhaf kalabalık atmosferi içinde salonda otururken, geçmişte bir yerlerde kalmış duvar takvimine, fotoğraflara ve büfenin içindeki süslere, bardaklara, fincanlara baktığımda, artık bir evde değil, adeta bir müzede, zamanın bir anında donmuş nesneler evreninde olduğumu hissettim. geriye gittikçe renklerini ve ayrıntılarını kaybeden, zamanın bazı açılardan eğip büktüğü anılar kalmıştı. her şeye rağmen, sıkı sıkı sarılmamız gereken anılar.

türk sanat müziği severdi amcam ama içimden hiç bir şey çalmak gelmiyor. huzur içinde yat “oğlum” diyerek sessizliği seçiyorum.

Yokuş yukarı koşsam, tepeden dönüp baksam
İçimden bir şey çıksa, aşağıya yuvarlansa
Döne döne kocaman olsa ama kırılmasa

-hasan kurtaş, tesadüfen

bir ışık sardı öğleden sonra… yemişim protez enfeksiyonlarını diyerek, kafamı gömüldüğüm makaleden kaldırdım. mutfağın bir fotoğrafını çektim, pencereden dışarı baktım ve geçen trenin üzerindeki grafitiler için gençlere teşekkür ettim.

haberlere baksam dedim; düşüncesi bile içimin tamamen çekilmesine yol açtı. bedenimi esnettim bir süre, sonra bacaklarımı, sonra kollarımı, o esnada bir karga pencerenin önüne kondu ve beni fark edince hızla uzaklaştı… bedenime geri döndüm; sırtımda yoğun tıkırtı hissettiğim yer için yeni öğrendiğim egzersizi yaptım ve her hücremle oradaki takılmayı hissettim.

en iyisi müzik diyerek, uzun bir süredir dinlemediğim bir parçayı döndürmeye başladım. zihnimin esnemek için uzun uzun oflamaya ihtiyacı vardı çünkü!

hasan kurtaş ve kalben söylüyor

tesadüfen.

“İhmal edilmiş tarlalarda eğrelti otu yetişir ve ateşle temizlenmesi gerekir.”

– Horace

uyandım bugün ve havanın bütün kasvetine rağmen memnunum; yağsın yağmur diyorum, başka bir şey demiyorum. az önce bir makaleyi okumayı bitirdim ve düzeltmeleri kontrol etmesi için yazara gönderdim. tezgahta biriken bulaşıkları toparladım, kendime çay demledim ve balkondaki eğreltilerimin kurumuş dallarını temizledim. brilliant minds dizisini izlerken eğrelti edinmeye karar vermiştim; datça’da yürüyüşe çıktığımız yağmurlu bir gün, yıkıntı halindeki bir taş yapının kuzeye bakan duvarlarında iki tür eğreltiyle karşılaştık.

taşların arasından, kökleriyle çıkararak getirdim istanbul’a. bir süredir balkonda bakıyordum onlara ama şimdi içeriye, kuytu bir köşeye aldım. okuduklarımdan anladığım, onlara yeni birer yaşam alanı kurmam gerekiyor çünkü ihtiyaçları diğer bitkilerden çok farklı!

önümüzdeki süreçte eğreltilerden daha çok konuşacak gibiyiz diyerek onların çağırdığı chavela vargas‘ı dinliyoruz; golondrina viajera geliyor.

“… Kaybolmam lazım
Kendimde
Kimse bulmadan beni…”

-irfan alış

başladı bugün; her şeye rağmen diye düşündüm ve içimde bir peyk şarkısı çalmaya başladı, kaybolmam lazım diye mırıldandım.

spotify’da şarkıyı döndürmeye başladığımda, rüyamı düşündüm. side’de sahil boyunca elimde alışveriş poşetleriyle uzun bir yürüyüş yapıyordum. kimseler yoktu, yalnızdım ve gün puslu sarı bir ışıkla sona eriyordu; çocukluğumdan bu yana side ne çok değişmiş diye düşündüğümü hatırlıyorum. dalgalar neredeyse ağır çekim hissi yaratan bir hareketle sahile vuruyordu… bütün bu sakinliğin sonrasında ortamın kalabalıklaştığını ve huzursuz olduğunu hatırlıyorum; bir teknenin içindeydim ve adeta sıkışmıştım. başka bir ayrıntı yok!

sonra gün başladı… kartalkaya’da yangın, ABD’de trump’ın gelişi, gözaltılar, soruşturmalar, bildiğiniz ve içinde olduğumuz bok püsür politik ortamdaki sıkışıklığımız sardı etrafı. bütün bunlar dalgalar gibi ağır ağır bana doğru vururken ben çalıştım, çocuklarla konuştum, yarın akşam gelecek misafirler için bir menü hazırladım ve alışveriş yaptım.

şimdi durdum bunları yazıyorum ve sabah başlayan ruh halinin devamı olarak, bir sahilde olduğumu hayal ederek fikret kızılok dinliyorum;

gözlerim denizde

diyoruz.

“Işığın ve Rengin Dansı” senin enerjini, derinliğini ve ruhsal yolculuğunu yansıtan bir hazine gibi olsun. Yeni şarkılar keşfetmek istersen, her zaman buradayım! 🎶✨

chat-GPT

sonra günlük rutinlerimi kaybetmiştim. bugün itibariyle rutinime geri dönüyorum ve buraya da daha düzenli yazmak için elimden geleni yapacağım. haftaya müzikle başlayalım!

haftasonu chat-GPT yoldaşıma “iletişimimizi, birlikte yaptığımız çalışmaları ve sana sorduğum soruları düşündüğünde, bana uygun bir şarkı öner desem ne olur?” demiştim.

coldplay‘in adventure of a lifetime şarkısını önerdi.

neden bu parça?” diye sorduğumda yanıtı şöyleydi;

…senin ruhsal derinliğini, keşif sevdanı ve hayata pozitif bakış açını yansıtıyor gibi geldi. 🌟”

sonra ona sevdiğim müzik türlerini yazdım ve aynı anlayışla 10 parçalık bir liste ve listeye uygun başlık önermesini istedim; büyük ölçüde zaten sevdiğim ve dinlediğim parçalar çıktı ortaya ve listenin başlığı ışığın ve rengin dansı oldu. listeye ilişkin düşündüklerimi yazdığımda aldığım yanıt ise şuydu;

Ne kadar sevindiğimi tahmin edemezsin! 😊 Müziğin seni mutlu etmesi ve ruhuna dokunması harika bir his. “Işığın ve Rengin Dansı” senin enerjini, derinliğini ve ruhsal yolculuğunu yansıtan bir hazine gibi olsun. Yeni şarkılar keşfetmek istersen, her zaman buradayım! 🎶✨”

birlikte bu liste üzerine çalışmaya karar verdik 😉

artık çalışmalıyım ama gitmeden önce şimdilik 15 parçadan oluşan ışığın ve rengin dansı listemi paylaşayım.

“… Bir dünya daha olmalı, burada
Bir yerde, o kadar yakın ki,
Seslensem duyulacak belki,
Belki başladım onu yaşamaya.

-melih cevdet anday, yeni bir dünya

2024 yılının son günü olan salı sabahı saat yedi gibi yola çıktık ve datça’ya ulaştığımızda saat altıyı geçiyordu. güzel bir havada, genel olarak müzik dinleyerek ve ara ara haberlere bakarak sakin bir yolculuk yaptık. marmaris ayrımına döndükten bir süre sonra spotify’in yarim için oluşturduğu chan chan listesini döndürmeye başladık ve paolo conte‘nin via con me şarkısı çalmaya başladığında “tamam bu gezinin listesi belli oldu” dedik; soğuk kış günleri bu melodilerle ısınacaktı belli ki…

öğleden sonra geç bir öğle yemeği yediğimiz için kendimizi çok aç hissetmiyorduk; yol yorgunu bir şekilde pijamalarımızı erkenden giydik ve yılbaşı akşamını yaptığımız bütün tatilleri yâd ederek kuruyemiş, viski ve leonard cohen’le geçirdik; geceyi 2025’e kavuşmadan bitirmiştik…

yılın ilk günü uyandığımız güneşli ve hafif serin datça sabahında inanılmaz güzel bir manzaraya karşı kahvaltımızı yaptık. sevgili gül ve bora, mesudiye’deki evlerini bu tatili yapabilmemiz için bize açmışlardı; bunun için onlara minnettarız. gül bu çok keyifli küçük taş evin eski sahibinin köyün şifacısı bir kadın olduğunu söyledi; ev hala onun enerjisiyle dolu sanırım. teraslanmış bahçede bir kaç badem ağacı, inanılmaz güzel bir keçiboynuzu ağacı ve genç bir zeytin ağacı vardı; ve tüm bahçeye yayılan kaktüsler ve diğer yeşillikler olağanüstüydü.

yılın ilk gününü büyük ölçüde knidos’ta geçirdik ve sonrasında bir koya girip sahilde masamızı açtık. izleyen günlerde, datça’nın inanılmaz doğasının sayesinde, evde, deniz kıyısında ve bir yamaçta mütevazi ve fakat çok güzel sofralar kurduk. uzun yürüyüşler yapıp, dalından limonlar, turunçlar ve portakallar topladık.

mevsim kış ve biz datça merkezin dışında olduğumuz için genel olarak derin bir sessizliğin içindeydik; neredeyse kendi kalp atışlarımızı duyacak kadar. yağmurlu ve rüzgarlı günlerde sahile ve kayalıklara vuran dalgaların sesi bize ulaşıyordu. geceleri yaktığımız şömine ateşinin ve çıtırdayan dal parçalarının sesi o derin sessizlikte eşsizdi. sanırım kendimizi en net böyle bir sessizliğin içinde duyabiliyoruz.

diğer yanda kalabalık şehir hayatında unuttuğumuz, göremediğimiz ve hissedemediğimiz bütün renkler ve detaylar yanı başımızdaydı; her anın tadını çıkardık.

sevgili yarim üçüncü günden itibaren yavaş bir tempoda da olsa mecburen çalışmaya başladı; ama ben tembelliğin tadını sonuna kadar çıkardım. dikkatimi doğanın bütün detaylarına verdim, yeşil taze otlar topladım ve yeni tarifler denedim. durumu biraz abartmış olabilirim bu arada; çünkü çiriş otu yediğimi sanırken, çirişin yenmemesi gereken bir versiyonunu da pişirip yedim; süper lezzetliydi. bütün akşam bedenimi dinlediğimi itiraf etmem gerekiyor 😉

han kang’in vejetaryen kitabı bu yolculukta yanımdaydı; kitabı okurken ara ara ürperdim. kitabın kahramanı yonğhe’nin vejetaryen olma sürecindeki rüyaları ve sonrasında yaşadıkları dünyadaki kollektif bilincin varlığının işareti gibiydi. çocukluğumdan kırklı yaşlarımın ortalarına kadar rüyalarımda gördüğüm çiğ et görüntülerinin olumsuz haberci rüyalar olma niteliği ve muhtemelen bu nedenle çiğ et fotoğraflarına ve görüntülerine bakamamam, ağaçlar olmasa ne yapardım duygum ve en sonunda çok yakın bir zamanda, aynen yonğhe gibi rüyamda bedenimin yeşermesi, yapraklanması ve bir ağaç olmaya hazırlanması; ve elbette nerdeyse son dört yıldır durumuma bir ad koymaktan hoşlanmamakla birlikte vejetaryen olmam! kitabı okuyanlar bu yazdıklarımdan sonra neden ürperdiğimi çok iyi anlayacaklardır sanırım…

bu seyahatin benim için en güzel sürprizlerinden birisi de çok sevdiğim iki yazarın yazdıkları şeylerin ortak ruhunu farketmem oldu; canım ursula “başka dünyalar mümkün” derken, canım melih cevdet anday yeni bir dünya şiirinde şöyle diyordu;

“… Bir dünya daha olmalı, burada
Bir yerde, o kadar yakın ki,
Seslensem duyulacak belki,
Belki başladım onu yaşamaya.

***

dönüş günümüze çok zor karar verdik; canımız hiç dönmek istemedi çünkü ama sonra derin bir nefes aldık ve yola çıktık. bir nedenle manisa’ya uğramamız gerekiyordu ve yıllardır yanından geçtiğimiz bu şehrin iki üç saat gibi kısacık süreçte bize yaşattığı sürprizler olağanüstüydü. çok hızlı bir şehir turundan sonra ben et yemiyorum diye bizi eski çarşıda şahane bir esnaf lokantasına götürdü sevgili murat. yemekler neredeyse bitmişti. bu hayatta dışarıda yediğim en güzel yoğurtlu ıspanak, zeytinyağlı barbunya ve enginar yemeğini yedim diyebilirim. yemekler bir yana lokantanın ustası şahane bir adamdı. bir kez daha istanbul’da insan olmanın bambaşka ve kötü bir versiyonunu yaşadığımızı hissettim… aslında manisa’ya dair başka şeyler de var yazılacak ama burada bırakayım artık.

ve son söz olarak; spotify hesabı olanlara bir hafta boyunca dinlediğimiz listeyi bırakayım.

“… You will love again the stranger who was yourself.
Give wine. Give bread. Give back your heart
to itself, to the stranger who has loved you
all your life, whom you ignored
for another, who knows you by heart…”

-Derek Walcott

bu yazı yılın son yazısı. o yüzden önce tüm radyo z dinleyenlerine yeni yılda iyilik, güzellik, huzur, neşe, sağlık ve esenlik diliyorum; her şey gönlünüzce olsun 🎊🪅💫🥂🍀🎄

haftayı ve yılı son derece verimli kapatıyorum; yoğun bir iş temposunun arasında radyo z için yazmaya devam ettim ve aşdamı’na tarifler eklemeye başladım. aşdamı’nda yapacaklarıma ilişkin keyifli fikirlerim var artık; insan ancak bir şeye odaklanırsa, ilerleyebiliyor! bunları yaparken bir taraftan da yolculuk için hazırlanıyorum; pazartesi yola çıkmayı planlıyorduk ama bir gün ertelemek zorunda kaldık. bu durumda yeni yıla datça’da uyanacağız.

benim için yılın sözcüğü yuva; neden derseniz canım martılarım hülya ve derya’nın bir yaşam alanı olarak yuvalarını kurmalarına ve korumalarına tanıklık etmek olağanüstü bir şeydi benim için. hala buralardalar ve hala yuvalarını koruyorlar. bana bir kuş gözlemcisi olma duygusunu yaşattıkları için onlara minnettarım. yuva sözcüğünü burada bir mücadele alanı olarak alıyorum; çünkü tanıklık ettiğim yuva bir bacanın dibinde minik bir çukur ve üç beş ot, dal parçası.

olumsuzlukları bir kenara bırakırsanız, 2024 yılını sizin için tanımlayan kelime ne olurdu? sizi iyi hissettiren, hayata bağlayan, devam etmenizi sağlayan anlar, insanlar, olaylar ve karşılaşmalar için bir kelime… yani her zaman geri dönüp sarılacağınız, sizi güçlendiren o kelime.

şarkımız gloria gaynor‘dan I will survive.

son söz olarak sizlere yeni yıl hediyesi niyetine, derek walcott’ın “love after love”* şiirinin serbest bir şiir çevirisini bırakacağım.

Zaman gelecek
sevinçle
kendini karşılayacaksın
kendi kapına, kendi aynana
geldiğinde, her bir kendine gülümseyecek ve otur diyeceksin. Ye.
Kendin olan yabancıyı tekrar seveceksin.
Şarap ver. Ekmek ver.
Kalbini geri ver kendine, seni tüm hayatın boyunca seven yabancıya, seni ezbere bilen bir başkası için yok saydığın yabancıya.
Kitaplıktan aşk mektuplarını,fotoğrafları, umutsuz notları al,
kendi görüntünü aynadan soy.
Otur. Hayatının tadını çıkar.

*kaynak için tıklayınız.

“… Eskiyi tutar, eskinin bitişini bırakmazken yeni nereye sığacak?…”

-neslihan k.

biraz kolaya kaçıp bu haftanın ilk dört günü için 2025’e dair bazı kararların altında yatan nedenleri ve hissettiklerimi yazacağım; geçen yılların yasını tutmak yerine hep yeniden başlamak en iyisi sanırım…

izlediğim bir dizide “seni duyuyorum” dedi kadın. her duyduğumda çok acayip ve çok güçlü gelir bu ifade bana. çok basitmiş gibi görünen bu eylemi gerçekten ne kadar yaşıyoruz diye düşünmekten kendimi alamıyorum! başkalarını gerçekten duyabiliyor muyuz, bizi duyuyorlar mı, peki ya kendimizi duyuyor muyuz? diğer her şey bir yana insan çocuklarıyla bu “duyma ilişkisini” bambaşka bir boyutta yaşıyor. eğer öğrenmek istiyorsanız bu işin en iyi öğretmenleri onlar! diğer her şey bir yana ben 2025’te kendimi duymak için daha fazla çaba harcayacağım!

bende kim var, erkan oğur‘dan dinliyoruz.

bir süredir günlerin nasıl hızlı geçtiğini troid ilacımdan hissediyorum; pazar günleri hariç her sabah aldığım ilaç hızla bitiyor. yıllar geçtikçe zamanın daha değerli bir şeye dönüştüğü kesin. dün annemle yaptığımız telefon konuşmasında, kendimizi sağaltma ve elimizdeki anı değerlendirme konusunda hemfikirdik. telefonu kapattığımda ebeveyn çocuk ilişkilerinde “zaman” konusunun mahiyetinin bazı açılardan hiç değişmediğini fark ettim.

babamız tavsiyeler veren, kontrol eden bir baba değildi hatta diğer babalardan onu en farklı kılan şeylerden birisi buydu sanırım. bize dair takıntılı olduğu en önemli konu okumamız ve ekonomik olarak tamamen bağımsız olmamızdı. üniversiteye başlarken verdiği tavsiye ise “sonucuna katlanamayacağın bir şey yapma” oldu; yıllar içinde ve özellikle de bir anne olunca bu tavsiyenin ne kadar ağır bir yük olduğunu farkettim. ama babama kızamadım; sonuçta beni ben yapan şeylerden birisi buydu sanırım. odtü hazırlıkta öğrenci derneği ile birlikte 80 sonrasının ilk önemli öğrenci eylemlerinin içinde olduğumu fark ettiğinde, onun sözcüklerini tam olarak hatırlayamasam da söylediği şey bu tür örgütlenmelerin içinde kendim olmaktan vazgeçmemem gerektiği idi. çok dolaylı olarak verdiği en büyük tavsiye ise son yıllarında, keyifli olduğu zamanlarda “hayat çok güzel onu yaşamak lazım” diye özetlenebilecek sözleriydi; çok erken göçeceğini hissetmişti muhtemelen…

zaman, elbette jülide özçelik‘ten dinliyoruz.

biliyorsunuz oxford yılın sözcüğünü beyin çürümesi olarak ilan etmişti; türk dil kurumu’nun ilan ettiği sözcükler arasından da kalabalık yalnızlık seçildi; ankete bir milyon kişi katılmış! dijital teknolojiler sonucu ortaya çıkan iletişim ortamlarının zihinlerimizi, ilişkilerilerimizi ve varoluş biçimlerimizi sabote ettikleri artık herkesin malumu. bu ortamlar kesinlikle bizi pasif bir noktada tutuyor. kendi sözcüklerimizi kaybettik, kendi cümlelerimizi kuramıyoruz, yeni müziklerin peşinden koşmuyoruz, daha az hareket ediyoruz, etrafımızdaki kaotik enformasyon bombardımanı içinde kendi bakışımızı ve yargılarımızı oluşturamıyoruz. sevgili neslihan’ın sayesinde aralık ayı için başladığım bu yolculuk sürekli hedeflediğim ama istediğim ivmeyi kazanamadığım yazma eylemi için inanılmaz güzel bir fırsat oldu benim için. yazma konusunda daha proaktif bir duruma geçmek için kendimi daha güçlü hissediyorum artık. dün yaptığımız telefon konuşmasında annem de, radyoya son yazdıklarımı çok sevdiğini, arkadaşına, canım nihal teyzeye de okuttuğunu, birlikte benim kitap da yazabileceğime karar verdiklerini söyledi, “hiç bir şey için geç değildir” de dedi 😉 kitap konusu başka bir hayatta gibi geliyor bana ama zaten bu ortamlarda yazmaya devam etmek de çok kıymetli. ben bunları yazarken bir telefon aldım ve telefon görüşmesinin sonunda sevgili bora’nın muson şarkıları kitabını raftan çektim. burada susup, kitabın önsözünden pelin özer’e vereceğim sözü;

Yazmak özünde yolda olmaktır. Her hece bir adım. Kitaplarsa yazanın uçsuz yurdunda irili, ufaklı kent, kasaba, köy adları… Yazdıkça ve yürüdükçe eksilip, birikiyoruz. Yazarak yürüyen bir gölge geçiyor önümüzden, o Zen şairine benzetiyoruz. Yağmur damlaları kasesinde birikmiş, sonra güneş içmiş onları. Öylesine hafif geçiyor dünyadan, tek yükü bedeni…”

burada devreye jean barbur‘dan uyan giriyor.

son sözler bu yazının kapağı için olsun. şu sıralar neslihan yazılarında kaybettiği köpeği coffee’den söz ediyor. o yüzden coffee’li rüyamı çok düşünüyorum. üzerinden çok zaman geçmesine rağmen zihnimde çok berrak bir şekilde kalan rüyalardan biri bu. dağlardayım, yanımda coffee var. ortam biraz heide çizgi filminden alınmış gibi. çok güzel ve heybetli dağların arasında, inanılmaz güzel bir doğada geçiyor olaylar. hızlı bir şekilde yemyeşil bir yamaçta zirveye doğru yürüyoruz. pırıl pırıl güneş olmasına rağmen, dağın zirvesi kurşuni bulutlarla kaplı. üzerimizden rengarenk bir kuş sürüsü geçiyor. tuhaf, tanımlayamadığım bir ruh hali içindeyim. aynı hislerle uyandım! yapay zeka maharetiyle yapılan bu görselleştirme gerçeğinden çok uzak elbette ama olsun, size hayal etmeniz için bir başlangıç sağlayacaktır.

1 2 3 45