“… Bir yaralı, bir asi, bir uyumsuz ve bir büyücü. Güzel iş…”

– anne

yine parçalı bulutlu bir uyku uyudum… ara ara kalkıp dolaştım… karanlıkta martıları kontrol etmeye çalıştım… yağmuru dinledim… ve yatakta telefonun ışığında kitabımı bitirdim; sonrasında da başucumda duran michael tournier’in veda yemeği kitabının, yıllardır okumaktan hiç sıkılmadığım ilk öyküsünü okudum… böyle yapınca, yani yatakta okuyunca, zihnime üşüşen her şeyden sıyrılıp, uykuya daha rahat geri dönüyorum… 

bitirdiğim kitap clara dupont-monod’ın taşların anlattığı adlı kitabı… inanılmaz yoğun bir novella… ara ara gözyaşlarıma engel olamadım okurken ve doğrusu epeydir bir kitabı okurken ağlamamıştım.  

fransa’nın kırsalında kendi döngüleri içinde yaşayan bir ailenin hayatının ansızın nasıl dönüştüğünü, çocuklarının yaşadıklarıyla, onların sesinden anlatıyor kitap; her birinin kendi varlıklarıyla, varoluş biçimleriyle yaşananı nasıl yaşadıklarını, nasıl baş ettiklerini veya baş edemediklerini dinliyorsunuz… ve her birinin diğerinin olan biteni yaşama biçimini, kederini nasıl taşıdığını, yüklendiğini…

bu ailenin bir anlamda hayatının ortasına düşen “bomba” kör, bedenine hakim olamayan, sadece yatan ve on yaşına kadar yaşabilen bir bebek; okurken gerçekten bir bebek gibi de okuyabilirsiniz bir metafor olarak da… hepimiz bizi çaresiz ve edilgen bırakan, müdahale edemediğimiz, tamamen kontrolümüzün dışında, öylece gözümüzün önünde duran ve bize kör olan pek çok şeyle boğuşup duruyoruz hayatımız boyunca… çocukken boğuştuklarımızda yalnızken ve bu yalnızlığın bedelini öderken, yetişkin olduğumuzda bazen farkına varmadan, bazen başka türlüsünü beceremeyerek çocuklarımızı da yalnız bırakabiliyoruz…

tuhaf bir döngü içinde ve günümüzün en popüler kavramlarından biri olan “travmalarımızla” baş başa kalıyoruz günün sonunda her birimiz… ama hayat devam ediyor ve bir yerden “çıkışı” buluyoruz diyerek burada sözü kitaba bırakıyorum;

“… Biz, bu hikâyeyi anlatmaya yeltenen avlunun kızıl taşlarıyız, bizim için aslolan sadece çocuklardır. Anlatmak istediğimiz onlardır. Duvara gömülü olan biz, onların hayatlarına bakarız. Asırlardan beri tanığız. Hikâyelerin unutulmuşları hep çocuklardır. Onları küçük koyunlar gibi içeri sokarız, onları koruduğumuzdan daha çok, kendimizden ayrı tutarız. Oysa taşlara oyuncak muamelesi yapanlar sadece çocuklardır, bize isim verirler, rengârenk boyarlar, üzerimizi resimlerle, yazılarla doldururlar, bize ağız, göz, çimenden saç yapıştırırlar, üst üste yığıp ev yaparlar, bizi suda sektirirler, dizip kale yaparlar ya da tren rayı. Yetişkinler bizi kullanır, çocuklar bizi başka bir şeye dönüştürür. Bu yüzden onlara derinden bağlıyızdır. Bu bir minnet meselesi. Şu sözü de onlara borçluyuzdur: Her yetişkin, bir zamanlar olduğu çocuğa karşı borçlu olduğunu unutmamalıdır. Baba çocukları avluya çağırdığında biz de onlara bakıyorduk…”

Ağabeyinin akıl almaz bir hüzün yayan tek bir adımını, silinip giden siluetini tasvir etmek için bulabildiği tek sözcük buydu. Buharlaşmak. Solgundu, boş bakıyordu. Takatsiz gibi görünüyordu. Çocuğa benziyordu. Kız yönünü hayata çevirdi. Arkadaşlar edindi, ikindi kahvaltılarından pijama partilerine dolaştı, gezdi (ama evinde tek bir tane bile düzenlemedi)…

tam bu noktada yönünü hayata çeviren kız için, yani asi olan için çalıyorum;

cyndi lauper söylüyor

drove all night

aile olmayı anlatacak değilim burada… her birimiz kendi ailelerimiz içinde bir şeyler yaşadık, yaşıyoruz ve yaşamaya devam edeceğiz. ama şu sıralar, hayatlarına tanıklık ettiğim bir martı ailesi var biliyorsunuz; hülya, derya ve iki yavruları… onlardan söz etmesem olmaz!

yavrulara sahip olmak ve onları yaşatmak için verdikleri mücadele inanılmaz. epeydir kargalarla başları belada diye düşünürken, evvelsi gün derya yavruları için tehdit olan bir martıyı neredeyse parçalıyordu. üzerinde yaşadıkları çatıda diğer martıyı sürükleyerek defetti! aşağıdaki iki fotoğraf bu kavganın çok küçük bir özeti… iki yavru korkudan neredeyse bacaya yapışmışlardı; onların ilk travmaları da bu muhtemelen

yavrular hızla büyüyor; aşağıdaki kare bu sabahtan. hafifçe ayaklandılar, bedenlerini esnetip, kanatlarını kaldırıyorlar ve vücut bakımlarını yapıyorlar artık 😉 evet bir martı “belgeselcisi”ne döndüğüm doğrudur diyerek şimdi hülya ve derya için çalıyorum;

bob dylan

life is hard diyor

Aralarında hiç kimse hiç bir şey yoktu. Bir ağaç, gölge ve toprak, o kadar…

-burhan sönmez, taş ve gölge

kitabını ilk olarak murathan mungan’ın bir tivitiyle farkettim… kitabın “dublin literary award” ödül listesine girdiğini ve bunun kutlanacak önemde olduğunu söylüyordu. artık burhan sönmez okumayı ertelemeyeyim diye düşündüm ve kitabı aldım. “büyük bir beklentin var mıydı?” derseniz “hayır” diyeceğim; türk edebiyatında nispeten yeni olan yazarlarda fazlasıyla yaşadığım hayal kırıklıklarından dolayı bu durum…

ağır ağır, hiç aceleye getirmeden, keyifle ve çok fazla şey öğrenerek ve çok fazla şeyi hatırlayarak okudum kitabı. bazen daha eskilere uzansa da yakın cumhuriyet dönemi türkiye tarihinin sonu hiç gelmeyen yüzkarası günlerinin arka planda eşlik ettiği hikayede avdo, neredeyse solo yapan bir karakter olarak öne çıkıyordu; onun dışındaki tüm kişilikler daha çok bir figür olarak avdo’nun hikayesini ve varlığını, anlatılan diğer her şeyi hissettirmek için oradaydı adeta. pek çok hikayenin, dönemin, mekanın, olayın içiçe geçtiği bu romanda, avdo dışında hiç bir karakter kendini anlatacak kadar yer bulmamıştı; bulamamıştı! doğrusu bu tercih miydi çok merak ettim; yazara bunu sormayı çok isterdim!

diğer yanda avdo’nun, bu şahane karakterin, bunca karanlık olay ve “gevezeliğin” içinde elimde olmadan harcandığını düşündüm. bu kadar ön plandayken bir anlamda paradoksal bir şekilde “gölgede kalıyordu“. bu da mı tercihti acaba? aşağıda yazdığım kitaptaki alıntıda gizli belki bunun yanıtı… kimbilir… 

“Ben de bir gölgeymişim, bunu yaşım ilerledikten sonra anladım. Kalpten ibaret, acının ve özlemin girdabına kapılmış bir gölgeyim işte. Ayışığı şu anda önümdeki taşı aydınlatıyor. Benim gölgem taşın üstüne düşüyor. Bu bir rüya, taş yok, ben yokum, yalnızca gölge var. Elimde tokmağın gölgesini tutuyor, keskinin gölgesinin üstüne indiriyorum. Gölgeler karanlıkta içli içli çınlıyor.” 

tabii bir de romanda yedi isimli adam vardı… avdo köksüz, aslında kim olduğunu bilmeyen bir çocuk olarak karşımızdayken, o hafızasını yitirmiş, korkunç bir askere dönüştürülmüş ve ardından bütün savaşlardan ve savaşa girme ihtimalinde kaçan bir adam olarak karşımıza çıkıyordu; ve günün sonunda kendine ait olmayan bir günlük üzerinden kendine yeni bir karakter yaratmaya çalışıyordu… şimdi bunları yazınca en az avdo kadar bu karaktere de biraz yazık edilmiş diye düşündüm… keşke bu kadar çok olay ve bu kadar çok bilgi yerine bu iki karakter üzerinde biraz daha fazla derinleşseydi burhan sönmez diye düşünmeden edemiyorum…

burhan sönmez’in asıl meselesi bellek elbette! ve sürekli ve sürekli yaşayarak unuttuklarımız… roman boyunca okuduklarımı düşününce bir kez daha üzerimizden silindir gibi geçen bu coğrafyanın dayattığı hayatta belleği canlı tutmak mümkün müydü ve hala mümkün mü diye düşünmeden edemiyorum. zaten unutturmama bir yana; olan biteni, yaşamı içselleştirmemeye, sorgulamamaya, gerçek anlamda öğrenmemeye dayanan eğitim sistemimiz, kültürel kodlarımız, inançlarımız bizi hep yüzeyde bırakıyor… gerçekten hissedebileceğimiz bir derinlikte hiç kalamıyoruz…

ve son olarak söylemeden edemeyeceğim; kitapta bazı bölümlerdeki yeşilçam havası beni benden aldı. o bölümleri çocukluğumun siyah beyaz filmlerinin görüntüleriyle okumadım desem yalan olur… memlekette maruz kaldığımız o filmler ve hatta kemalettin tuğcu kitapları nedeniyle içinde benim de olduğum bir kaç jenerasyonun hakikaten hayata pek çok açıdan sorunlu bir yerlerden baktığımızı düşünüyorum…

kitabı okuyanlar bilir avdo bir mezarlıkta yaşıyor; daha doğrusu bir mezarlıkta bir gün yanına uzanmak için sevdiği kadını bekliyor! istanbul zeytinburnu’nda gerçekten var olan bir mezarlık burası; merkez efendi camii’nin yanındaki merkez efendi mezarlığı. merkez efendi ve şürekası da burada yatıyor; hatta erbakan ve eşi, halide edip ve eşi adnan adıvar, ressam ibrahim çallı, tamburi cemil bey gibi kişilere de ev sahipliği yapıyor mezarlık. bir kitap okurken çok sevdiğim karakterlerin yüzlerini, seslerini, bedenleri yarattığım gibi, çok sevdiğim mekanları da zihnimde yaratırım. bu kitabı okurken hep o mezarlığı düşündüm ve sonunda da gittim. pek çok mezarlığın bir arada olduğu bir bölgede merkez efendi mezarlığı, nispeten küçük, ağaçların gölgesinde güzel ve bakımlı. bütün mezarlığı dolaşıp o erguvan ağacını ve temsili olarak avdo ve elif’in mezarını aradım. gerçekten sadece bir tane büyük erguvan ağacı vardı. bir de onun yakınlarında, belki de onun köklerinden doğan, daha genç ve küçük olan bir tane daha… yukarıdaki fotoğraf o büyük, gerçekten büyük ve yaşlı olan erguvan ağacı…

kitapta yazdığı gibi herkes gidiyor ve geriye ağaçlar ve taşlar kalıyor; ve elbette bir de ağaçların ve taşların altındaki gölgeler… 

tanju duru‘nun duru zamanlar albümünden iki parça dinleyelim bu kitap için;

önce hüzn ve hemen ardından raylar boyunca geliyor.

Every place is a good place, only time goes wrong.”

Yiyun Li

kamera ile fotoğraf çekmeye sardığım için bu gece bir rüyada gördüklerim anda donmuş görüntülerden ibaretti; hayatımdaki pek çok şeyin, çiçeklerin, kuşların, evdeki odaların, günbatımıyla eve vuran ışığın, hayatımdaki insanların, yemek yapma sahnelerinin peşpeşe aktığı, neredeyse bir anlatısı olan slayt gösterisini izler gibi izledim rüyamı; aslına bakarsanız neredeyse yaşadığım hayatı izlemek gibiydi… uyandım, gülümsedim ve uyumaya devam ettim

annem de gülecek şimdi bu yazdıklarıma… o oturduğumuz bütün evlere geldiğinde, çevremizde olup bitenden, komşuların günlük rutinlerinden bizden daha çok haberdar olur. şimdi evde çalışınca, sadece komşuların değil neredeyse civardaki kuşların ve kedilerin bile rutinlerine hakimim 😉 yan blokta oturan bir çift minik oğullarıyla evden her sabah aynı saatte çalışma masamın yan tarafından gördüğüm otoparktan arabalarıyla çıkıyorlar ve adam eve yaklaşık yarım saat, 45 dakika sonra geri dönüyor. karısının inanılmaz güzel kızıl saçları var; bir kaç gün öncesine kadar gerçek bir kızıl olduğunu düşünüyordum ama artık boya olduğunu biliyorum! yine yan blokta giriş katında oturan genç çift sabah saat 6.00 civarında ben mutfağa geldiğimde kahvaltı yapıyor; 6.30’da mutfağın ışığı sönüyor. inanılmaz güzel bir tekir kedileri var; özgür bir kedi, etrafta takılıp eve geri dönüyor. bir süredir evde yeni bir kedi daha var; henüz o sokağa çıkma konusunda tedirgin gibi, balkon duvarında takılmayı tercih ediyor. balkonlarındaki çok güzel çiçeklere iki karga dadandı. utanmasam kapılarını çalıp söyleyeceğim; bugün bir saksıyı kargalar aşağıya düşürdü… pencereye gelen kumrular artık yeni yavrularıyla gelmeye başladılar, yavrulardan biri hiç ürkek değil. ve zorba olan kumrum aynı şekilde devam ediyor. o geldiğinde kanat çırpıntısından, uçuşan bulgurlardan ve tüylerden geçilmiyor… tezer’e benzeyen genç bir adam her gün yediden sonra marmaray’a yürüyor. artık kafasını tamamen traş etmeye başladı… karşı apartmanda oturan yaşlı çiftin oğlu (bu tabii ki bir tahmin) hep onlarda artık. balkonda vakit geçirmeyi seviyor ama ne babası ne de annesi ile birlikte oturduklarını hiç görmedim. çok genç değil; kırklarında sanki. boşanmış olabilir, ev sahibi çıkarmış olabilir gibi senaryolarımız var… anne mavi, beyaz renkte gömlekleri askıya takılı bir şekilde balkonda kurutuyor; bu da yeni bir şey! hülya ve derya’yı biliyorsunuz artık. yuvayı beklemeye devam, kargalarla ve hatta bazen kedilerle mücadaleye de devam tabii. günlük bir rutinleri var.. yuvada devir teslim yaparken, önce neredeyse bedenlerini esnetiyorlar ve sonra hızla çok yükseklere uçuyorlar. birbirlerine seslendiklerini biliyorum artık veya bir karga veya kedi yanaştığında ürkerek çıkardıkları sesi tanıyorum ve ürken bedenlerinin nasıl kasıldığını görüyor ve hissediyorum… kırlangıçlar geldi, sabah saatlerinde çok yükseklerde daireler çizerek uçuyorlar ve sonra kayboluyorlar. onları izlerken, yıllar önce yaptığımız ispanya gezisinde gezdiğimiz bütün şehirlerde sabahın ve akşamın erken saatlerine gökyüzünü saran kırlangıçları düşünüyorum…

gündüzleri, eğer evden çıkmadıysam, bütün bu görüntüler, yarım yamalak karakterler, anlık kareler ve rutinler evreninde, müzik ve ara ara haberler dışında büyük bir sessizliğin içindeyim… bütün bunlara eşlik eden ve sessizliği bozan bir şey daha var; kitabı bitirmiş olsam da hala kazkafanın kitabı’nın yazarının evrenindeyim ve yiyun li’yi anlamaya çaba harcıyorum. claire messud onunla yaptığı söyleşide şu soruyu soruyor;

“… peki kurgunun ülkesi neresidir? sözcüklerin dünyası nedir?…”

onun yanıtı ise serbest bir çeviriyle, benim hissettiğim haliyle şöyle;

“… ah keşke bu soruyu sana sorabilseydim. ne dersin? bu soruya yaklaşmanın farklı yolları olduğunu düşünüyorum. birincisi, muhtemelen sen de bunu biliyorsundur, bir kurgu yazarı olarak karakterlerle aynı anda yaşıyoruz; bu hayatta bir grup karakterle birlikte bir yerlerde koşuyoruz. kimse onları göremez. onları yalnızca biz görebiliriz ve onlarla iletişimimiz, etkileşimimiz vardır; tartışma, kavga. ve tüm bu romanları, hikayeleri yazmış olmanın, hayatımı bazı karakterlerle aynı anda yaşamanın bir yolu olduğunun farkındayım. ve dikkatli olmaya çalışıyorum… sözcüklerin dünyası, dünya sözcüklerden ibaret ve bu benim için yaşadığım dünya kadar gerçek. her şeyi görüntülerle işleyen insanlar olduğunu biliyorum,… ben… sözcüklerle yaşıyorum. yani bu bir alışkanlık, sadece zihinsel bir alışkanlık… sadece bir şeye mümkün olduğunca yaklaşmak için sözcüklere baskı yapmak. …. sözcükleri bu şekilde sevdiğimi hissediyorum. dünya sözcüklerden ibaret… evet ben tam olarak böyle yaşıyorum…”

bu sorudan ve daha da önemlisi yiyun li’nin yanıtından yola çıkarak, elimde olmadan, kendi sözcüklerime dönüyorum… gündüzleri büyük ölçüde yalnız ve evde çalışmanın getirdiği sessizlikte elimde olan, elimde kalan şeyler en çok sözcükler benim de; okuduğum makalelerin sözcükleri ve kitapların sözcükleri, iş yaparken kulaklıkla dinlediğim görüntüsüz söyleşi ve haber programlarının sözcükleri; hepsi birbirine giriyor bazen ve hatta hepsi birbirini ve zihnimi enfekte ediyor… işte o anda müzik ve renkler devreye giriyor; evin önündeki otların salınması, kurtbağrının yeni sürgünler verip çiçeğe durması, güzeller güzeli latin çiçeğimin her gün yeni bir çiçek açması, bir kızılgerdanla karşılaşma, bir kargayla göz göze gelme ihtimali, karşıdaki evin duvarından toprağa doğru yayılan asma, kuşlarım, rüzgar, bulutlar, rengarenk tabaklar hazırlamak, sebzelerin yeşilini korumak beni sağaltıyor…

burada susayım ve bu sabah uzun bir aradan sonra döndüğüm chavela vargas‘dan iki parça çalayım

önce obsesión ve hemen ardından paloma negra.

“… kafese kapatılmış kızılgerdan / boğar tüm cenneti öfkeye…

–william blake, masumiyet kehanetleri

çok sevdiğim bir melodinin yepyeni bir yorumuyla başladım; üstelik hiç tanımadığım bir baritonun sesinden. büyüleyiciydi ve üst üste kaç kere dinledim bilmiyorum. melodiyi dinlerken ada için kahvaltı ve öğle yemeği hazırladım, kahvesini yaptım… onu geçirdikten sonra kendi kahvemi içerken kavga eden kargaları ve sabırla oturan hülya’yı seyrettim. derya ortada yoktu! sonra geldi, yer değiştirdiler. bir kaç fotoğraf çektim. sonra kendime ıspanaklı ve dereotlu mercimek ekmeği yaptım. şimdi ekmeğimle kahvaltımı yaparken bunları yazıyorum. ve bütün bu gevezelik şu nefis melodiyi çalmak için.

schubert’in winterreise’inden  der leiermann yani laternacı adam melodisini dinliyoruz,

andrè schuen söylüyor.

hafifçe üşüdüğümüz mayıs gününe gelsin bu melodi. yukarıdaki kızıl gerdan fotoğrafını dün çektim. onu ürkütmemek için çok hızlı hareket etmeliydim; o yüzden çok net değil maalesef. ama buraya koymasam olmazdı!

parçanın internetten bulduğum sözlerini aşağıya ekliyorum.

Küçük köyün arkalarında

Laternacı bir adam durur

Donmuş parmaklarla

Elinden geldiğince tıngırdatır.

Kar üstünde yalınayak ileri geri sallanır

Ve küçük çanağı

Hep boş durur.

Kimse onu dinlemek istemez,

Kimse ona bakmaz,

Ve ihtiyar adamın etrafında

Köpekler hırlar.

Ve, o buna kayıtsız,

Çevirmeye devam eder,

Ve laternası

Hiç susmaz.

“Garip ihtiyar!

Seninle gidebilir miyim?

Benim Liedlerim için de

Laternanı tıngırtatır mısın?”

… Ben Fabienne’nin bıçağının bileyitaşıydım. Hangimizin daha sert malzemeden yapıldığını sormanın anlamı yoktu.”

–agnes, kazkafanın kitabı

gördüm. melih cevdet anday bir şiirinin heykelini yapmıştı; ahşap, muhtemelen kayın ağacından, insan bedenin bir hareketini anlatan, kavisleri olan, aşağı yukarı kapı büyüklüğünde bir heykel! ertesi gün a.’ya rüyayı anlatırken, o beden hareketini bir türlü anlatamadım; çünkü bedenimi o şekilde nasıl kavisli bir hale getirebileceğimi bilmiyordum… şimdi biliyorum! çünkü dün instagramda bir anda karşıma bir reel videosu çıktı; tam olarak rüyamda gördüğüm hareketi yapıyordu bir adam; ürperdim, kendimden korktum!

bu sabah kalktım ve anday’ın şiir kitabını aldım elime; o şiiri aradım ve sanırım buldum. o ahşap değil tahta demeyi tercih etmişti!

Düşünme zamanı tahtanın / Ve umutsuzluk içinde bir eşik / Taşıyor duraklayan bir adımı / Denebilir ki ayağı tanıdı / Ama zaman anıdan biraz değişik /……./ Ve günü değil konuşmanın / Susalım söylesin gökyüzü / Çünkü onun kucağında kalmıştır / Dünyanın en eski en ağır / Tahtasından yapılmış sözü.”

hareketi merak ettiyseniz şurayı tıklayın lütfen.

bundan sonrasını benim güne başladığım samarabalouf‘un la douleur melodisi ile okuyun lütfen!

günler ağırlığını farklı şekillerde hissettirerek geçiyor; bir gün bir güne uymadan, bir gün bir diğerinden farksız… buraya yazmayalı epey oldu yine ve bu süreçte, dışımda akan hayata rağmen, benim için 2024 yılının izleğinin ne olacağını anladım… kuşların, ağaçların, bulutların, günlüklerin ve elbette rüyalarımın peşinden, bir anlamda bir keçi yolunda veya bir patikadan giderken ve istanbul’u panoramalarını görerek, gezerek, fotoğraflarına ve gravürlerine bakarak yeniden keşfederken kendime, kendi içimden bir yerden, kendi ufuk çizgimi görerek yeniden bakmayı öğreneceğim; başka bir açıdan ve bambaşka bir perspektifle… buraya bostancı-moda vapuru ile yaptığım bir istanbul gezisinin fotoğrafını bırakmalıyım bu noktada sanırım; denizin renginin turkuazın en güzel tonlarından birinde olduğu bir günden bu fotoğraf…

biliyorsunuz yiyun li‘nin kitabını okumuştum; kazkafanın kitabı. kitap bitti ama ben hala yazarı ile birlikteyim. onunla ilgili yazıları okumaya ve videoları izlemeye devam ediyorum. kitabı okuduğumda hissettiğim, görünenin ardındaki, görününden ve hissedilenden daha koyu olan karanlığın nedenini sanırım anlayabiliyorum biraz… yiyun li benim için gece gezen kızlar?*’dan birisi artık. iş bankası yayınlarının kitap için yayınladığı video’nun bağlantısını da buraya bırakıyorum.

bu arada şahane bir şey oldu. kitabın çevirmeni sevgili nuray önoğlu ile cumartesi günü bir söyleşi yapıldı ve ben yıllardır sosyal medya üzerinden hayranlıkla takip ettiğim nuray’la tanışma ve sımsıkı sarılma şansı elde ettim.

ve yayının son satırları hülya ve derya için olsun… son beş gündür artık yaptıkları yuvaya dönüşümlü olarak aralıksız oturuyorlar. yağan yağmur ve daha da önemlisi onları hiç rahat bırakmayan kargalar hayatı zorlu bir hale getiriyor onlar için. tuhaf bir yakınlık hissediyorum onlara 😉 bu arada uzun bir süredir yapmayı hayal ettiğim şeyi de hülya ve derya için hayata geçirdim. artık sadece telefonumla değil, gerçek bir kamerayla fotoğraf çekmeye başladım. inanılmaz acemi bir durumdayım tabii; ama çalışacağım. yukarıdaki kedi fotoğrafı ve aşağıdaki fotoğraflar ilk çalışmalar!

*gece gezen kızlar bir tomris uyar öyküsüdür ve benim bir gece gezen kızlar listem var; tezer özlü, patti smith, billie holiday, nina simone, ursula le guin, anna kavan, füruğ ferruhzad, ümmü gülsüm, eleni karaindrou, asuman susam, eva meijer, maria callas, jessye norman, yiyun li, … ilk aklıma gelenler.

uyanıkken insanların dünyası ortaktır, ama uykuda herkesin ayrı bir evreni vardır.

–ephesoslu’lu herakleitos

bir rüya gördüm bu gece. elimdeki iki gravüre bakıyordum. her ikisinde de geleneksel kıyafetler giymiş çinli iki erkek vardı. gravürler kırmızı mürekkep ile yapılmış ve kağıtların alt kısmına aynı mühür basılmıştı. bir şekilde elimdeki kağıtlar bana doğru silindir yapar gibi birleşti ve ben de içine girdim; bir kaç saniye diyebileceğim kısalıkta bir sürede oradaydım. sonrasında her şey gerçeğe döndü, kağıtlar kayboldu. üçümüz birbirimize bakarken uyandım!

bu arada canım çok sıkkın; dün dizüstü bilgisayarımın ekranını çatlattım. kullanılamaz durumda! allahtan evde çalıştığım başka bir bilgisayarım var ama bir süreliğine dışarıda çalışamayacağım. harcayacağımız abuk sabuk bir para da cabası! bugün servise gittim bu meseleyi halletmek için; düşündüğümden daha uzun sürecek!

günün keyifli kısmı yürüyüşüme göztepe parkını eklemekti; lalelerin son günlerine yetiştim. park sakin, insanlar keyifliydi. benim gibi solo fotoğraf çekenler olduğu gibi, kimileri de lalelerle birlikte fotoğraf çektiriyordu; onları incitmeden. istanbul’da yaşayanlar, yılın bu zamanlarında ortaya çıkan lale zorbalığına aşinadır…

sonra kendime son dönemde içinde dönüp durduğum meselelerle ilgili bir kaç kitap aldım; marguerite yourcenar’ın rüya ve kader‘i, michel tournier’in dışsal günlük‘ü ve samih rifat’ın ada‘sı… vakti geldiğinde bu kitaplar size mutlaka yansıyacak diye düşünüyorum. (16 nisan, 16.45)

***

sabah kalkıp ada için kahvaltı ve öğle yemeği hazırlıkları yapmaya başlamadan önce havanın yağmura hazırlandığını farkettiğimde çok mutlu oldum; hava çok sıcak, bunun için çok erken… umuyorum bu yağmurlar devam eder. ada çıktıktan sonra kahvemi içerek dürbünle hülya ve derya’yı izledim… günlerdir devam eden yuva yapma çalışmaları devam ediyor… henüz taslak olan yuvada da daha çok oturmaya başladılar… hala bu kadar açık bir yerde neden yuva yaptıklarını anlayamıyorum. ama martıların yaşam döngülerine ilişkin bu tanıklık gerçekten çok keyifli. dün bir ön sevişmeye de tanık oldum 😉 dürbün detayları yakalamamı kolaylaştırıyor. gerçi bu konuda ada endişeli; mahallede bir sapık var ihbarıyla bir gün polisin kapımıza dayanacağından neredeyse emin 🙂

şimdi çalışmaya başlamam gerekiyor artık. ama öncesinde bugün uzun bir aradan sonra dinlediğim aga zaryan‘dan nefis bir cover geliyor;

throw it away diyoruz.

… uzak eski zamanlardan beri istanbul’u resmetmiş tüm ressamlarla aramızda ışık çarpması, baş dönmesiyle kurulan bir renk bağı olduğu kesin. o göz kamaştırıcı açıklık hissinden, ufuk görgüsünden, kubbe çınlamasından, deniz dalgınlığından söz etmemek olmaz. kuş bakışı, geniş açı, istanbul açısı diyebiliriz buna…

 latife tekin

yeni bir haftaya başladık… pazardan cumartesiye kadar sabah saatlerinde çalıştık ve öğleden sonraları sandviç yapıp, mataralarımıza şarap doldurup dışarıya çıktık… üç gün istanbul’un kalabalığına karıştık. normal iş günlerinde kaotik olduğu kadar bir o kadar da mekanik olan bu kalabalık bayram günlerinde tamamen başka bir şeye dönüşmüştü. aslında daha da kalabalıktı ve daha da kaotik elbette. etrafta bayramlıklarını giymiş, çoluklu çocuklu ne yapacağı pek de belli olmayan, öngörülemez, gürültücü, neredeyse mutlu, aniden duran, öylece bekleyen, fotoğraf çektiren, fotoğraf çeken, renkli ve hatta rengarenk bir kalabalık vardı… istanbul’da, evinde kalan neredeyse bütün ahali sokaklara çıkmış gibiydi. bir gün yeni deniz hatlarından biri olan kadıköy-eyüpsultan hattını denedik. eyüpsultan sokaklarından yürüdük ve inanılmaz güzellikteki mezarlığın içinden yürüyerek piyer loti tepesi’ne çıktık. yine aynı yoldan geri döndük… bu hattı denizden geçmek inanılmaz keyifliydi…

bir diğer gün meşher’deki göz alabildiğine istanbul sergisi’ne gittik; benim için ikinci turdu aslında bu; yine olsa yine giderim. bu ziyaretin öncesinde meşher’in bu sergi için çağrışımlar başlığı altında düzenlediği panellerdeki bazı konuşmacıları dinledim. ilk paneldeki, latife tekin ve murat germen sunumlarını istanbul sevdalılarının mutlaka dinlemesini tavsiye ediyorum. merak edenler şurayı tıklayabilir.

latife tekin’in “İstanbul Üstüne İstanbul Kuranlar” başlıklı sunumunu dinlemek hem çok etkileyici hem de bir o kadar can yakıcıydı aslında; aşağıya minik bir alıntı bırakacağım. burada istanbul’u görmeden hayali olarak ve anlatılanlardan yola çıkarak resmeden sanatçıları selamlıyor latife tekin;

“… o hayal meyal eserler başka bir yerden dokunup duygulandırdı beni, istanbul’u görmeden göçüp gelmiş insanlar arasında büyüdüğüm için. ilk romanlarımda şehrin içinde hayat arayanları hikâye edip anlattım; kederli, masum bir habersizlikle istanbul üstüne kurdukları istanbul’da savrulup gidenleri…”.

murat germen’se “Bakma, Görme ve Aktarma Biçimleri: İstanbul’un Evveli ve Âhiri” başlığı ile yaptığı sunumunda, sergideki gravürlerle ve fotoğraflarla kendi çektiği fotoğrafları karşılaştırıyor ve aslında dönüşümü gösteriyor; latife tekin’in sunumuna çok güzel göndermeler de yapıyor bu arada… buraya ondan da bir alıntı bırakayım;

“… latife hanım’ın şahane metninde ufuk çizgisi lafı geçiyordu. ufuk çizgisi istanbul için çok önemli ve referans noktası. istanbul’u bu yüzden de yüz küsur sene önce de, yada yüzlerle yıl önce de, resmi de dahil ettiğimizde tabii ve şu anda da panaromik olarak kaydetme içgüdüsü uyandırıyor. çünkü istanbul aslen ufuk çizgisi çevresinde şekillenmiş, gelişmiş ve güzelliği orada. bunu ne kadar dikeyleştirmeye çalışırsanız çalışın eninde sonunda yataylık bu kentin her zaman en içsel karakterlerinden bir tanesi…”

üçüncü günün sonunda, dönüş yolunda toplu taşımanın kalabalıklığını da fena halde yaşayınca tatilin geri kalan günlerinde evin yakınlarında, yürüyüş mesafesinde kalmayı tercih ettik.

şimdi elbette bir istanbul şarkısı dinleyelim değil mi? fazıl say ve serenad bağcan‘dan dinliyoruz;

istanbul’u dinliyorum.

***

bu arada tatilde;

yiyun li‘nin yazdığı ve sevgili nuray önoğlu‘nun çevirdiği kazkafanın kitabı‘nı bitirdim. fransız kırsalındaki iki kız çocuğunu anlatan bu kitabı okuyup bitirdiğimde aklıma takılan soru bir şekilde şu oldu. fabienne olmasaydı agnes kim olurdu? kitabın ilk satırlarında karşımıza çıkan cümle “… bu hikayede dikkat etmeniz gereken isim fabienne…” olsa da sanıyorum kilit cümle şu; “kimi zaman birinin ölümü bir başkasının şartlı tahliye belgesidir…”

güney afrika cumhuriyeti’nin ilk kadın seri katil profil uzmanı micki pistorius‘un hikayesi olan catch me a killer dizisini izleyip bitirdim. bambaşka bir coğrafyada ve kültürde geçen diziyi bu türün meraklılarına kesinlikle tavsiye ederim.

ve Ingeborg Bachmann – Çölün Kalbine Yolculuk filmini izledim. ama bir şekilde başroldeki oyuncu ile bachmann’ın bağını kuramadığım ve onun ruhunu yakalayamadığım için filmi sevemedim. böyle bir şeyi hiç beklemediğim için de hayal kırıklığı yaşadım. çünkü bana göre bütün hikaye onun kişiliği ve varoluş biçimi üzerine kurulmuştu filmde… buraya bachman’ın kendisinin bir videosunu bırakacağım; kendi şiiri sürgün’ü okuyor.

… Ne diyordum, dünyanın düşünceleri yoktur. Otların canı sıkılmaz. Kurşunkalem kendini ağaç sanır. Ufuk, hüthüt kuşu. …

 ilhan berk, dün dağlarda dolaştım evde yoktum

yazılmış bu yayına, aynı süreçte benimle olan bir melodi eşlik etsin. joseph tawadros‘dan dinliyoruz;

hidden voices.

bu gece rüyamda ziya paşa’nın iki çiçek şarkısını çalacaktım radyoda… oysa ne ziya paşa’yı tanıyordum ne de iki çiçek diye bir şarkı vardı tabii 😉 sabah elimden olmadan, hafızamda kalan bir şey mi ortaya çıktı acaba diye gugulladım ziya paşa’yı. şairliği dışında çiçeklerden eser yoktu tabii… bir kaç gün önce gördüğüm bir diğer rüyada ise rüyamın içinde rüya gördüm. rüyamda gördüğüm bozuk bir şeyleri düzeltmek için rüyamda uyandım; bozuk olan şeyler önce bir hamur parçasıydı, sonra zarf olabileceğini düşündüğüm bir kağıt parçası. her ikisinin de şekli konveks dörtgendi ve hakikaten uyandığım rüyada bunları düzelttim ve tekrar uykuya geçtim. birbirinin içine geçen bu anlar bir borges öyküsü gibiydi!

epey oldu yazmayalı buraya ve çok şey yaşandı! her şeyden önce acayip seçim yaşadık. yıllardır devam eden ve her defasında hüsranla sonuçlanan seçimlerden sonra bu sonuç bizler için mutlu bir şok oldu sanırım. türkiye genelindeki sonuçlar bir yana istanbul sonuçlarından çok mutluyum; daha önce yazdığım gibi bu şehirde akp’nin pespayeliğini bir kez daha yaşamak istemiyorum. son beş yıldır kentte yaşanan değişimin de devam etmesini hayal ediyorum. bu ekonomik koşullarda önümüzdeki dönem hiç kolay olmayacak ve fakat bir parça da olsa bir değişim umudunu hissetmek sanırım bizlere iyi geldi. en azından bu umudu çocuklarım için hissetmek çok kıymetli… kent demişken buradan calvino‘nun görünmez kentler‘inden bir alıntıyla beraber gittiğim bir sergiye geçeyim.

Çünkü kentler birçok şeyin bir araya gelmesidir. Anıların, arzuların, bir dilin işaretlerinin ve takasın; öyle ticari anlamda bir takasın değil kelime, anı ve arzuların değiş tokuşudur.”

sergi epeydir devam ediyordu ve ben tam kaçırdığımı düşünürken uzatıldığını öğrendim. son gün asmalımescit’teki sergiye gittiğimde, her şeyden önce calvino’nun dünyasına yeniden dönmem gerektiğine karar verdim; çünkü çok özlemiştim. eve döndüğümde ilk işim görünmez kentleri ortaya çıkarmak oldu… meraklıları serginin kataloğuna şurada ulaşabilir, oldukça ayrıntılı bir katalog.

sergiye giderken yolda karl ove knausgaard‘ın kitabı gökteki kuşlar‘ı okumaya başladım. anneanne, anne ve onun kız çocuğunun ekseninde dönen, kuşlarla sarılı bir novella bu. kitabı, içeriği konusunda en ufak bir fikrim yokken adı ve içindeki kuş fotoğrafları nedeniyle almıştım. sergiye gidiş-dönüş yolunda bitirdim ama hala kitabın içindeyim; bir anlamda kitabın yazılmasına neden olan søren kierkegaard’ın kırdaki zambak ve gökteki kuş kitabını okuyorum çünkü. knausgaard için bu kitabın fikri, arkadaşı fotoğrafçı stephen gill’in “direk” adı altında derlediği fotoğraflarını görünce oluşmuş; bu fotoğraflardan nasıl etkilendiğini  the new yorker dergisinde 2 Mayıs 2019’da yazdığı “to be a bird” (kuş olmak) makalesinde de anlatmış. hakikaten inanılmaz etkileyici fotoğraflar. kuşlara meraklıysanız bilirsiniz; onların dünyasına biraz olsun girince elinizde olmadan bir bağ kuruyorsunuz. ben de bir süredir kendimi onlarda uzak tutamıyorum…

kierkegaard “karşılaştırma huzursuzluğu” dediği şeyden muzdarip olan bizlere gökteki kuştan ve kırdaki zambaktan öğrenebileceğimiz ilk şeyin sükut etmek olduğunu; çok sözün ve gevezeliğin endişeye götüren bir yol olduğunu söylüyor… taşlarla, toprakla, kumla, kuşlarla, çiçeklerle, otlarla, ağaçlarla yani doğanın kendisiyle gerçek bir bağ kurmaya başladığınızda bu sükut hali kendiliğinden geliyor sanki… seçimden önceki cumartesi günü bizim mezunlar derneği’nden bir grupla birlikte ataşehir’deki botanik parkına açan sakura ağaçlarını görmeye gitmiştim. hemen herkes sakuraların peşindeyken ben henüz açmamış lotusların (nilüfer çiçekleri) başından ayrılamadım; hala bir yanım orada, o derin ve bir o kadar canlı sessizliğin içinde…

“… Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin

can yücel, martılar ki

bütün gün mutfak ve çalışma odamı (belki köşemi demem daha doğru) temizlemekle geçti… uzun süredir yapmam gereken derin temizliği yaptım; dolaplar çekildi, alt kapaklar çıkarıldı ve kıyıya köşeye biriken tozlar ve yağ tabakaları temizlendi… camlar ve kapaklar silindi… fayanslar ve zemin ovuldu… dolap içlerine giremedim; buna ne zamanım ne de enerjim kaldı çünkü. 

ardından çayımı demledim ve memleketin b.k.ttan politikası yetmiyormuş gibi izlediğim avustralya politik dizisine devam ettim… şahane bir aborijin kadın politikacının etrafında dönen bir hikaye bu. biraz tekinsiz ve öngörülemez bu kadına bayıldım. oğluyla yaptığı konuşmada, “bizim elimize gelen kağıtlar” bunlar dediğinde gülümsemekten kendimi alamadım. kendi çocuklarıma bu repliği ben de söylemiştim çünkü… diziyi merak ettiyseniz şurada buyrun

borgen’i izleyip sevdiyseniz ve memleketin siyasi saçmalıkları yetiyor, ne gerek var demiyorsanız izleyin derim. 

bütün bunlar olurken, ara ara bu gece gördüğüm rüyamı düşündüm. erittiğim altınla yaptığım, biraz telkari havasında ama acemi işi olan yıldızlar hala gözümün önünde pırıl pırıl parlıyorlar … (24 mart, 18.25)

***

günün sürprizi, sabah bulutlu ve rüzgarlı bir havaya eşlik eden turuncu dolunayla karşılaşmak oldu… nedense dünden sonra yine açık ve ılık bir haftaya başlayacağımızdan emindim. evin normal sabah rutininden sonra biraz çalıştım, sonra yürüyüşe çıktım, feci bir yağmura yakalanarak remzi kitabevi’nin cafesine sığındım ve orada çalışmaya devam ettim. 

akşam epeydir bir kenarda birikmiş temiz çamaşırları katladım ve ütülenmesi gerekenleri ütüledim. bu işi yaparken de kıraathane istanbul edebiyat evi’nin youtube’da yayınladığı Modernist Edebiyatın Türkçede Doğuşu 3 yayınını dinledim. ikinci yeni şiirini seviyorsanız, mutlaka ilginizi çekecektir. epeydir ev işlerini yaparken kulaklığı takıp edebiyatla, sanatla veya tarihle ilgili söyleşileri ve programları dinliyorum. hem yaptığım ev işlerini kolaylaştırıyor hem de harcadığım bu zamanı değerlendirmiş oluyorum. bazen de tamamen kendimi yaptığım işe veriyorum. becerebilirseniz inanılmaz bir meditasyon bu; insanın zihni tamamen boşalıyor bu şekilde. yıllar içinde ev işlerini keyifli bir şeye dönüştürebilmemin nedeni bunu anlamam oldu sanırım. camların silinmesi dışında evdeki hiçbir işi bir yabancının benim için yapmasını hayal edemiyorum artık! (25 mart, 21.30)

***

kuşlar bir telaş içindeler… sizler de fark ettiniz mi bilmiyorum ama yeni yavrulara hazırlık için ağızlarında çalı çırpı oradan oraya uçup duruyorlar… şu sıralar evin civarındaki iki martıyı izliyorum; hülya ve derya. isimlerini tezer italya’ya dönmeden hemen önce verdi. benim kuş merakıma evde en fazla tezer ilgi gösteriyor. ada ise kuşlardan söz etmeye başladığımda gözlerini devirip ortamdan uzaklaşıyor 😉 neyse ben hülya ve derya’ya döneyim. hemen evin karşısındaki tek katlı evin çatısına yerleştiler epeydir; sanki bir yuva hazırlığı içindeler ama o kadar açık bir ortamda nasıl yumurtalarını korurlar bilmiyorum doğrusu… çünkü tam bacanın dibine bir yuva yapıyor gibiler. bacanın üzerinde ve çatıda bir takım romantik hareketler oluyor tabii; malum aşk mevsimindeyiz! geçenlerde tam da böyle bir sahneyle hangisinin derya hangisin hülya olduğu da netleşmiş oldu; koca kafalı olan derya imiş meğer 😉 (26 mart, 19.40)

o zaman hülya ve derya için sezen‘den dinliyoruz.

ben her bahar aşık olurum.

fotoğraf pazar günü mutfak temizliğinden…

1 2 3 4 43

kategoriler