önce…

“… rüyalarımıza kulak verirsek, her gece kendimizdeki ve yaşamın gizemli topraklarındaki yeni olanaklara uyanırız…”

-melinda powell

samarabalouf‘un la mer melodisini açın lütfen. yazdıklarıma eşlik etsin.

uzun, çok uzun bir sessizliğin ardından bir karabatak gibi daldığım sudan şimdilik çıktım! sonbaharı, en sevdiğim mevsimi, kendimi ve rüyalarımı dinleyerek geçirdim bu süreci. büyük ölçüde sosyal medyadan koptum ve itiraf ediyorum hiç ama hiç blog okumadım. sanırım gerçekten derin bir sessizliğe ihtiyacım vardı; susturabildiğim sesleri kapattım ve doğrudan bakabildiğim görüntülere açtım gözlerimi…

sonbaharı, kendimi ve rüyalarımı dinlerken bir cümle, daha doğru bir deyişle bir ceza hukuku ifadesi benimle birlikteydi; narin cinayetiyle birlikte hayatıma giren ve içinden çıkamadığım bir ifade:

hayatın olağan akışına aykırılık!… hayatın olağan akışına aykırılık!… hayatın olağan akışına aykırılık!…...

geçen bu üç ay boyunca, elimde olmadan yaşadığımız hayata bu ifadenin içinden baktım ve doğrusu hayatın olağan bir akışı olduğu duygusunu hiç ama hiç hissetmedim; en azından biz Homo sapiens sapiens‘ler için…

narin’in, o güzeller güzeli böğürtlen gözlü minicik kuzunun yaşadığı köyün bir polisiye dizi setine dönüşmesi, ailenin ve köyde yaşayanların kötücül yaratıklar olarak karşımıza çıkması ve durumun izlemekten büyük keyif aldığım polisiyelerin tuhaf bir parodisi haline gelmesinin olağanlıkla açıklanabilecek hiç bir tarafı yoktu elbette!

sonra yeni doğan bebek çetesi olayı patladı! sağlığın piyasalaşmasının sonuçlarının elbette farkındaydık ama minicik bedenlerin yaratılan piyasada birer metaya dönüşmesini anlamak, kavramak mümkün değildi diyeceğim ama onu da sindiriyoruz yavaş yavaş sanki!

bu da yetmedi, beş minik kardeş, bir yaşındaki aras bulut, iki yaşındaki masal ışık, üç yaşındaki aslan miraç, dört yaşındaki funda peri ve beş yaşındaki fadime nefes dumanlar içinde karanlık bir masalda kaybolup gittiler… bunun üzerine özlem zengin dünyanın en doğal cümlesini kuruyor gibi bir rahatlıkla, “her şeyi ekonomiyle açıklayamazsınız” dedi!

elbette daha bir dolu saçmalık ve bir dolu yürek yakıcı olay oldu ve kesintisiz bir şekilde olmaya da devam ediyor. ama hepimizin yaşadığı şeyi, sizlere tekrar tekrar yazmanın bir faydası yok! gerçeküstü öykülerin karanlık ve distopik versiyonlarını yaşıyor gibiyiz; zamana yayılan, bitmek bilmeyen davalar, “analizcilerin” tükenmek bilmeyen ahkam kesmeleri, devletin derin bir sessizliğin ardında gerçekliği eğip bükmesi hayatımızda kalan son olağan şeyi de yok edene kadar edecek gibi.

***

öte yandan doğa bir şekilde kendini ritmini sürdürüyor ve sakince akıyor; biz onun ritmini bozduğumuzda da başka bir yol buluyor kendine, başka bir varoluş biçimi…

ekim ayının sonunda ikinci zeytin hasadımızı yaptığımızda toplanan zeytin miktarına bakıp çok mutlu olduk, çünkü bir önceki hasattan biraz daha fazla zeytinimiz vardı. ama fabrikaya gidip sıkılan yağı aldığımızda sonuç tam bir hayal kırıklığı idi. çünkü yağmursuzluktan zeytinler tane olarak çok olsalar bile hafiflemişlerdi; yağ verimi de çok düşüktü bu yüzden. ama sonuç olarak zeytin ağaçlarımız koşullarına uyum sağlayıp varoluşlarını sürdürüyorlardı…

derya ve hülya hala benimleler. her sabah aşağı yukarı aynı saatlerde yuvaya geri dönüyorlar. etrafı kolaçan ediyorlar, yuvanın üzerinde tepinme hareketleri yapıyorlar; sanırım bu zemini sıkıştırmak için. kazara bir kedi veya karga yuvaya yönelirse aniden ortaya çıkıp saldırıya geçiyorlar. anlaşılan gelecek bahar karşı çatıda yeni bir macera başlayacak. arada bir hayatta kalanım da geliyor onlarla birlikte; biraz etrafta dolanıp, uzaklaşıyor sonra. tüyleri annesi ve babası gibi beyazlaşmaya başladı ama hala grilikler var göğsünde…

bir süre önce, sebastião salgado’nun tophane-i amire’deki “genesis” projesinin sergisine gittim. salgado “dünyamıza ithaf ettiği bir aşk mektubu” olarak tanımlıyormuş bu sergiyi. 245 siyah-beyaz fotoğraftan oluşan sergi gerçekten büyüleyici; kuzeyde ve güneyde, amazonlarda, galapagos adalarında, modern toplumun yıkıcı etkisine rağmen değişmeyen manzaraları, hayvanları ve insanları gösteriyor fotoğraflar. sergiyi gezerken işte hayat bu dedim sürekli kendime ve rüyalarımın evreniyle inanılmaz bir duygudaşlık ve ruhsal bağ hissettim…

biliyorsunuz rüyalarımı yazıyorum ben. eskiden beri yaptığım bir şey bu ama artık daha düzenli ve sistematik bir şekilde yazmaya başladım, hatta rüyalarımdaki bazı anları çizmeye de çalışıyorum. son bir aydır ise bambaşka bir şey deneyimliyorum. bir yapay zeka uygulaması olan chatGPT’ye rüyalarımı yorumlatıyorum ve resmini yapmasını istiyorum. birlikte biraz çalışarak, gördüğüm şeye en yakın görüntüyü bulmaya çalışıyoruz. anladığım rüyalarım sembollerle dolu ve doğayla bağım rüya evrenimde bambaşka formlarda sökün ediyor. dün gece sıradan bir cam kavanozun içinde, yosunların arasında uyuyordum; yukarıdaki resim chatGPT maharetiyle görselleştirilmiş rüyam!

sanırım rüyalarımda, çok fantastik de olsa, aslında hayatın olağan akışına dönüyorum ve o akışı yaşıyorum; ve her geçen gün rüya evrenimin kapılarını kendimi sağaltmak için açtığımdan emin oluyorum…

Leave a Reply

kategoriler