“… Bir dünya daha olmalı, burada
Bir yerde, o kadar yakın ki,
Seslensem duyulacak belki,
Belki başladım onu yaşamaya.“-melih cevdet anday, yeni bir dünya
2024 yılının son günü olan salı sabahı saat yedi gibi yola çıktık ve datça’ya ulaştığımızda saat altıyı geçiyordu. güzel bir havada, genel olarak müzik dinleyerek ve ara ara haberlere bakarak sakin bir yolculuk yaptık. marmaris ayrımına döndükten bir süre sonra spotify’in yarim için oluşturduğu chan chan listesini döndürmeye başladık ve paolo conte‘nin via con me şarkısı çalmaya başladığında “tamam bu gezinin listesi belli oldu” dedik; soğuk kış günleri bu melodilerle ısınacaktı belli ki…
öğleden sonra geç bir öğle yemeği yediğimiz için kendimizi çok aç hissetmiyorduk; yol yorgunu bir şekilde pijamalarımızı erkenden giydik ve yılbaşı akşamını yaptığımız bütün tatilleri yâd ederek kuruyemiş, viski ve leonard cohen’le geçirdik; geceyi 2025’e kavuşmadan bitirmiştik…
yılın ilk günü uyandığımız güneşli ve hafif serin datça sabahında inanılmaz güzel bir manzaraya karşı kahvaltımızı yaptık. sevgili gül ve bora, mesudiye’deki evlerini bu tatili yapabilmemiz için bize açmışlardı; bunun için onlara minnettarız. gül bu çok keyifli küçük taş evin eski sahibinin köyün şifacısı bir kadın olduğunu söyledi; ev hala onun enerjisiyle dolu sanırım. teraslanmış bahçede bir kaç badem ağacı, inanılmaz güzel bir keçiboynuzu ağacı ve genç bir zeytin ağacı vardı; ve tüm bahçeye yayılan kaktüsler ve diğer yeşillikler olağanüstüydü.
yılın ilk gününü büyük ölçüde knidos’ta geçirdik ve sonrasında bir koya girip sahilde masamızı açtık. izleyen günlerde, datça’nın inanılmaz doğasının sayesinde, evde, deniz kıyısında ve bir yamaçta mütevazi ve fakat çok güzel sofralar kurduk. uzun yürüyüşler yapıp, dalından limonlar, turunçlar ve portakallar topladık.
mevsim kış ve biz datça merkezin dışında olduğumuz için genel olarak derin bir sessizliğin içindeydik; neredeyse kendi kalp atışlarımızı duyacak kadar. yağmurlu ve rüzgarlı günlerde sahile ve kayalıklara vuran dalgaların sesi bize ulaşıyordu. geceleri yaktığımız şömine ateşinin ve çıtırdayan dal parçalarının sesi o derin sessizlikte eşsizdi. sanırım kendimizi en net böyle bir sessizliğin içinde duyabiliyoruz.
diğer yanda kalabalık şehir hayatında unuttuğumuz, göremediğimiz ve hissedemediğimiz bütün renkler ve detaylar yanı başımızdaydı; her anın tadını çıkardık.
sevgili yarim üçüncü günden itibaren yavaş bir tempoda da olsa mecburen çalışmaya başladı; ama ben tembelliğin tadını sonuna kadar çıkardım. dikkatimi doğanın bütün detaylarına verdim, yeşil taze otlar topladım ve yeni tarifler denedim. durumu biraz abartmış olabilirim bu arada; çünkü çiriş otu yediğimi sanırken, çirişin yenmemesi gereken bir versiyonunu da pişirip yedim; süper lezzetliydi. bütün akşam bedenimi dinlediğimi itiraf etmem gerekiyor 😉
han kang’in vejetaryen kitabı bu yolculukta yanımdaydı; kitabı okurken ara ara ürperdim. kitabın kahramanı yonğhe’nin vejetaryen olma sürecindeki rüyaları ve sonrasında yaşadıkları dünyadaki kollektif bilincin varlığının işareti gibiydi. çocukluğumdan kırklı yaşlarımın ortalarına kadar rüyalarımda gördüğüm çiğ et görüntülerinin olumsuz haberci rüyalar olma niteliği ve muhtemelen bu nedenle çiğ et fotoğraflarına ve görüntülerine bakamamam, ağaçlar olmasa ne yapardım duygum ve en sonunda çok yakın bir zamanda, aynen yonğhe gibi rüyamda bedenimin yeşermesi, yapraklanması ve bir ağaç olmaya hazırlanması; ve elbette nerdeyse son dört yıldır durumuma bir ad koymaktan hoşlanmamakla birlikte vejetaryen olmam! kitabı okuyanlar bu yazdıklarımdan sonra neden ürperdiğimi çok iyi anlayacaklardır sanırım…
bu seyahatin benim için en güzel sürprizlerinden birisi de çok sevdiğim iki yazarın yazdıkları şeylerin ortak ruhunu farketmem oldu; canım ursula “başka dünyalar mümkün” derken, canım melih cevdet anday yeni bir dünya şiirinde şöyle diyordu;
“… Bir dünya daha olmalı, burada
Bir yerde, o kadar yakın ki,
Seslensem duyulacak belki,
Belki başladım onu yaşamaya.“
***
dönüş günümüze çok zor karar verdik; canımız hiç dönmek istemedi çünkü ama sonra derin bir nefes aldık ve yola çıktık. bir nedenle manisa’ya uğramamız gerekiyordu ve yıllardır yanından geçtiğimiz bu şehrin iki üç saat gibi kısacık süreçte bize yaşattığı sürprizler olağanüstüydü. çok hızlı bir şehir turundan sonra ben et yemiyorum diye bizi eski çarşıda şahane bir esnaf lokantasına götürdü sevgili murat. yemekler neredeyse bitmişti. bu hayatta dışarıda yediğim en güzel yoğurtlu ıspanak, zeytinyağlı barbunya ve enginar yemeğini yedim diyebilirim. yemekler bir yana lokantanın ustası şahane bir adamdı. bir kez daha istanbul’da insan olmanın bambaşka ve kötü bir versiyonunu yaşadığımızı hissettim… aslında manisa’ya dair başka şeyler de var yazılacak ama burada bırakayım artık.
ve son söz olarak; spotify hesabı olanlara bir hafta boyunca dinlediğimiz listeyi bırakayım.