st. petersburg…

“Seni seviyorum, ey Peter’in eseri!

Düşünceli gecelerini —
Ay ışığı olmadan parlayan o saydam loşluğu…”

puşkin, tunç atlı

günlerine çok tatlı bir sürprizle başladık. trenden inip garın dışındaki caddeye bir taksi bulmak umuduyla çıktığımızda yine devasa bir caddeyle ve ciddi bir trafikle karşılaştık. iş çıkış saatine denk gelmiştik muhtemelen. etrafımızdaki herkes telefonlarındaki uygulamalardan taksi çağırıyor gibi görünüyordu ve boş taksi bulmak imkansızdı. o bölgeden uzaklaşmaya karar verdik ve biraz ilerledik ama hala boş taksi yoktu. ne yapabiliriz diye düşünürken yan tarafımızda şakalaşarak bekleyen bir baba oğul gördüm. yaklaştım ve “İngilizce biliyor musunuz?” diye sordum. gayet sıcak bir “yes” yanıtını alınca da “sizce burada boş taksi taksi bulmamız mümkün mü? pek öyle görünmüyor” dedim. “bu saatte çok zor” dedi, sonra durdu ve “ne yapabiliriz?” diyerek biraz düşündükten sonra telefon numaramızı aldı, kendi telefon numarasını verdi. bize bir taksi çağırdığını anladık, bu arada kendi taksileri gelmişti ve onu bekletiyordu. “bir umut, ne yapabilirim başka bilmiyorum” dedi ve gittiler. bir süre sonra telefonumuza “taksiniz geliyor” mesajı düştü, plaka numarası ve taksi firmasının bilgileri vardı mesajda. hakikaten taksimiz geldi, nereye gittiğimizi söylemeye bile gerek kalmadan otele doğru yola çıktık. yine türk kökenli, yani azeri, özbek veya türkmen olan birisiydi taksi sürücüsü. konuşmadı ve biz de dikkatli konuştuk yanında, en son “geldik abi” dedi ve ücreti vermek istediğimizde “ödendi” dedi ve gitti. çok şaşırdık, odaya çıkıp, hızlıca bir teşekkür mesajı yazdık ve sizin için ne yapabiliriz gibi aslında anlamsız bir şeyler yazdık. aldığımız yanıt “siz de ihtiyacı olan başka birine yardım edersiniz” şeklindeydi.

o an, yaşadığımız bu deneyimle ve şehrin ışığıyla bambaşka ruhu olan bir yere geldiğimizi hissetmiştik.

st. petersburg’da moskova’daki gibi bir otelde kalmadık. kaldığımız yer şehrin merkezine nispeten daha yakın ve iş merkezi olan moskovsky semtinde bir apart idi. bize en yakın metro istasyonu kapalı olmakla birlikte ulaşım konusunda elbette bir sıkıntı yaşamadık. st. petersburg’da metro moskova’da olduğu gibi çok büyük ve karmaşık değil; genel olarak merkezleri birbirine bağlayan istasyonlardan oluşuyor ve otobüs, tramvay, tren gibi diğer toplu taşıma araçlarıyla destekleniyor sanki. genel olarak metro ulaşımımızı sağlamak için yeterli oldu; bir kaç kez otobüs kullandık.

moskova’da olduğu gibi burada da dolu dolu günler geçirdik. hava oldukça geç karardığı için nispeten geç çıkıyorduk kaldığımız yerden. dört tam günümüz vardı ve her gün en az 20 bin adım attık. elbette gezecek ve görecek çok yer vardı ve iyi bir seçim yapmamız gerekiyordu; aklımızda bazı yerler kalmakla birlikte bunu yapabildiğimizi düşünüyoruz!

ilk gün açık olan tek gün olduğu için udelnaya bit pazarı‘na gittik. yıllar yıllar önce ali buraya geldiğinde tezgahlar yerde açılıyormuş; şimdi ise küçük dükkanlardan oluşan bir yerdi bit pazarı. antika eşyaların yanı sıra, ikinci el kıyafetler, ucuz ve çakma markalar satan yerler de vardı. kendime porselenden sevimli bir ejderha ve kulpsuz minik bir fincan buldum. buranın en güzel sürprizlerinden birisi girişte karşılaştığım mantarcı idi. hayatımda hiç bu kadar yenen ve güzel görünen mantarı bir arada görmemiştim doğrusu.

Ada’yla yaşlı bir satıcıyla, yarı ingilizce, yarı tarzanca sohbet ettik. bir lenin üstüne baktığımızda, atatürk’ün adını andı ve ikisini de sevdiğini hissettirdi; bir de kitap gösterip, “orhan pamuk” dedi, “çok seviyorum” diye de ekledi. bit pazarında kötü bir deneyim de yaşadım; kendimize şapka baktığımız bir yerde arkamı dönüp, telefonumu çantama attığımda satıcı çantaya bir şapka attığımı sanarak arkamdan çok sert bir şekilde geldi ve el kol hareketleriyle çantamı açmamı istedi; gerçekten gözleri çok ürkütücüydü ve çok korktum. çantaya şapka falan atmadığımı anlayınca defalarca özür diledi; yine el kol hareketleriyle elbette.

sonrasında metro’yla merkeze, st. petersburg’un en turistik bölgelerinde biri olan nevski prospekt‘e gittik. prospekt bulvar gibi bir şey; ucu bucağı olmayan upuzun caddeler bunlar… gezdiğimiz iki şehirde de yollar, caddeler hakikaten bizi bizden aldı…

önce nevski prospekt’teki kazan katedrali‘ni gezdik, günlerden pazar olduğu için etraf kalabalıktı; hatta bir gelin, damat ve konuklar vardı. kazan katedrali de dahil olmak üzere pek çok katedral ateizm müzelerine dönüştürülmüş sovyetler zamanında ve fakat rejim yıkıldıktan sonra evlenen çiftlerin kilise düğünlerine ilgisi artmış… katedralde bizim gibi turist olanlardan çok inancı gereği orada olanlar daha fazlaydı sanki; etrafta dua eden, sağı solu öpen, dokunan çok fazla kişi vardı…

sonrasında karnımızı daha çok ailelerin yemek yediği bir self-servis lokantasında doyurduk. bu lokantalar oldukça yaygın; ucuz, lezzetli ve çeşidin bol olduğu yerler. bizim esnaf lokantalarına benzediklerine karar verdik hep birlikte. ada’nın dışarıdaki yemeklerin güncel fiyatlarına hakimiyeti sayesinde de aşağı yukarı aynı fiyata yemek yendiğini öğrendik buralarda…

sonrasında etrafı gezdik, st. isaac katedrali‘ne uğradık ama çok kalabalık olduğu için giremedik. saray meydanı’na çıktık, meydanda müzik yapan genç adamı dinledik. rock melodileriyle başladığı konser biz meydanı terk ederken opera melodilerine dönmüştü ve opera performansı kesinlikle daha iyiydi…

sonrasında vasilievsky adası‘na doğru geçtik; yürüdük, fotoğraf çektik, etrafta dans edenleri, müzik yapanları seyrettik ve bir yerde oturup tatlı bir rüzgarın altında gelen akşamın ışığıyla biralarımızı içtik… biz yemedik ama insanlar, sosisli veya küçük karton kutularda gelen küçük kızarmış balıklar yiyorlardı… masmavi elbiseleriyle arkadaşlarının eşlik ettiği bir gelinle karşılaştık; belli ki fotoğraf çekmeye gelmişlerdi.

bulunduğumuz yerden, yani ada’dan geniş bir açıyla şehrin silüetine baktığımızda, ki daha sonra bunu başka yerlerde de deneyimleyecektik, uzaktan görünen tek bir yeni bina, tek bir gökdelen yoktu. elimizde olmadan boğazın farklı noktalarından gördüğümüz, istanbul silüeti düştü aklımıza diyerek susacağım burada. siz ne demeye çalıştığımı anladınız bence!

ikinci günümüzü neredeyse tamamen petergof sarayı‘nın, yani yaz sarayı’nın bahçelerinde geçirdik. baltık rüzgârlarını alan finlandiya körfezi kıyısında, st. petersburg’un epey dışında bir saray burası. saray kapalı olduğu için hep açık havadaydık, ormanda yürüdük, fıskiyeli havuzları gezdik, deniz kıyısında oturduk ve saatlerce oradaydık ama zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. burada bizi en fazla eğlendiren ve mutlu eden şeylerden birisi çocukların çılgınlar gibi, sırılsıklam, eğlendiği fıskiyeler oldu…

dördüncü günümüz tam bir müze günüydü ve ermitaj müzesi‘ni gezdik. barok tarzda inşa edilmiş kışlık saray başta olmak üzere altı tarihi binadan oluşuyor müze; leonardo da vinci, rembrandt, rubens, titian, van gogh, matisse ve picasso gibi ustaların eserlerini barındıran zengin koleksiyonuyla, batı sanatı, antik çağ eserleri, doğu sanatı ve arkeolojik buluntular gibi çok geniş bir yelpazeye sahip. koleksiyonunda üç milyondan fazla eser bulunuyormuş ermitaj’ın; yalnızca sanatın değil, rus tarihinin ve imparatorluk zarafetinin de görkemli bir yansıması olduğu söyleniyor… neredeyse bütün gün gezip, görmeyi en çok hayal ettiğimiz eserlerin bazılarını da son salonlarda görmek bizi çok güldürdü…

sözde son günümüzü daha sakin geçirecektik; çünkü uçağımız gece saat 2.00’daydı ve havalanına, otele döndüğümüz gibi sürünerek gitmek istemiyorduk. ama yine dolu dolu bir gün oldu… önce bir lenin heykeli’ni ziyaret ettik ardından da hemen yakınındaki kahramanlar anıtı‘na gittik. burası şehri 900 gün boyunca saran nazi kuşatmasına karşı gösterilen destansı direnişi anmak üzere 1975 yılında yapılmış; hem savaşan askerleri hem de açlık, soğuk ve bombardıman altında yaşam mücadelesi veren sivilleri onurlandırmak için yapılan bu anıtın merkezinde yükselen 48 metrelik granit dikilitaş, bronz heykellerle çevriliydi; sürekli yanan bir ateşin bulunduğu sessiz ve etkileyici bir mekândı. maalesef buradaki müze de kapalıydı. dışarıda otururken genç bir adamın bizimkilerle türkçe konuştuğunu farkettim. yanlarına gittiğimde konuştukları genç adamla ben de tanıştım. antalya’da 15 yıl, turizm sektöründe çalışmıştı, neredeyse aksansız türkçe konuşuyordu. neden döndünüz diye sorduğumuzda gülümseyerek “toprak çekti” dedi. bu masmavi gözlü genç adamın adı kirill’miş. bu gezinin unutulmaz karakterlerinden biri olarak hafızalarımızda yerini aldı…

gezimizin son durağı lenin’in tarihi balkon konuşmasını yaptığı bina olan ve bugün rusya siyasi tarih devlet müzesi olarak kullanılan yerdi. artık çok yorgunduk ve pek çok müzede karşılaştığımız sorunla burada da karşılaştık. dokümante edilen bilgilerin büyük bir bölümü rusça idi. ingilizce olarak verilen bilgiler ise sadece genel bir çerçeve sunan metinlerdi…

sonrasında müze ile istasyon arasında kalan parkta oturduk biraz, sonra da nehrin kenarına indik. küçük bir alanda yüzenler vardı… yine etrafı canlı müzik sesleri ve keyifli insan sesleri doldurmuştu. st. petersburg moskova’yla kıyaslandığında bambaşka enerjisi ve duygusu olan bir şehir. ankara ve istanbul gibi düşünün; ama st. petersburg istanbul’un ışığına, enerjisine, duygusuna sahipken onun kaotik olmayan, huzurlu ve dingin bir versiyonu gibi… akşam saat sekizden sonra ise bambaşka bir ruh haline bürünüyor.

aşağıdaki fotoğraf bu gezide çektiğim son fotoğraf. havaalanına gitmeden önce valizlerimizi almak için tekrar kaldığımız apart’a uğramıştık, saat onu geçiyordu. beş katlı, turuncumsu binanın solunda kalan sokaktaydı kaldığımız yer…

üçümüz de suya yansıyan görüntüdeki gibi hüzünlüydük elbette…

ama bu yayını hüzünlü değil, eski ve keyifli bir st. petersburg şarkısı ile bitirelim. rus müziği ile new orleans cazının harmanlandığı bu melodide arka planda st. petersburg’u da izleyeceksiniz.

şarkımızın adı leningrad köprüleri; genç bir gruptan, yeni bir yorumla proletarian tango‘dan dinliyoruz.

“… aşk ve şefkat dolu bir buket çiğdem aldıktan sonra,
her zaman öpücükler köprüsü’ne giderdik
…”

yıllar sonra hala lena’ya aşık olmasının nedeninin buluşma köprüsünü doğru seçmeleri olduğunu söylüyor aşık erkek şarkının sözlerinde…

çiçekler ve çiçeklerle buluşma bahsine bu yayından sonra rusya’ya dair genel izlenimlerimi paylaşacağım son bir yayında değineceğim…

3 Responses
  1. sule

    ne kadar güzel bir gezi olmuş. fotoğraflar da ayrı güzel. taksinin parasını ödeyen adam çok etkiledi beni. iyilik iyi bir şey gerçekten 🙂

Leave a Reply