“… Eskiyi tutar, eskinin bitişini bırakmazken yeni nereye sığacak?…”
-neslihan k.
biraz kolaya kaçıp bu haftanın ilk dört günü için 2025’e dair bazı kararların altında yatan nedenleri ve hissettiklerimi yazacağım; geçen yılların yasını tutmak yerine hep yeniden başlamak en iyisi sanırım…
izlediğim bir dizide “seni duyuyorum” dedi kadın. her duyduğumda çok acayip ve çok güçlü gelir bu ifade bana. çok basitmiş gibi görünen bu eylemi gerçekten ne kadar yaşıyoruz diye düşünmekten kendimi alamıyorum! başkalarını gerçekten duyabiliyor muyuz, bizi duyuyorlar mı, peki ya kendimizi duyuyor muyuz? diğer her şey bir yana insan çocuklarıyla bu “duyma ilişkisini” bambaşka bir boyutta yaşıyor. eğer öğrenmek istiyorsanız bu işin en iyi öğretmenleri onlar! diğer her şey bir yana ben 2025’te kendimi duymak için daha fazla çaba harcayacağım!
bende kim var, erkan oğur‘dan dinliyoruz.
bir süredir günlerin nasıl hızlı geçtiğini troid ilacımdan hissediyorum; pazar günleri hariç her sabah aldığım ilaç hızla bitiyor. yıllar geçtikçe zamanın daha değerli bir şeye dönüştüğü kesin. dün annemle yaptığımız telefon konuşmasında, kendimizi sağaltma ve elimizdeki anı değerlendirme konusunda hemfikirdik. telefonu kapattığımda ebeveyn çocuk ilişkilerinde “zaman” konusunun mahiyetinin bazı açılardan hiç değişmediğini fark ettim.
babamız tavsiyeler veren, kontrol eden bir baba değildi hatta diğer babalardan onu en farklı kılan şeylerden birisi buydu sanırım. bize dair takıntılı olduğu en önemli konu okumamız ve ekonomik olarak tamamen bağımsız olmamızdı. üniversiteye başlarken verdiği tavsiye ise “sonucuna katlanamayacağın bir şey yapma” oldu; yıllar içinde ve özellikle de bir anne olunca bu tavsiyenin ne kadar ağır bir yük olduğunu farkettim. ama babama kızamadım; sonuçta beni ben yapan şeylerden birisi buydu sanırım. odtü hazırlıkta öğrenci derneği ile birlikte 80 sonrasının ilk önemli öğrenci eylemlerinin içinde olduğumu fark ettiğinde, onun sözcüklerini tam olarak hatırlayamasam da söylediği şey bu tür örgütlenmelerin içinde kendim olmaktan vazgeçmemem gerektiği idi. çok dolaylı olarak verdiği en büyük tavsiye ise son yıllarında, keyifli olduğu zamanlarda “hayat çok güzel onu yaşamak lazım” diye özetlenebilecek sözleriydi; çok erken göçeceğini hissetmişti muhtemelen…
zaman, elbette jülide özçelik‘ten dinliyoruz.
biliyorsunuz oxford yılın sözcüğünü beyin çürümesi olarak ilan etmişti; türk dil kurumu’nun ilan ettiği sözcükler arasından da kalabalık yalnızlık seçildi; ankete bir milyon kişi katılmış! dijital teknolojiler sonucu ortaya çıkan iletişim ortamlarının zihinlerimizi, ilişkilerilerimizi ve varoluş biçimlerimizi sabote ettikleri artık herkesin malumu. bu ortamlar kesinlikle bizi pasif bir noktada tutuyor. kendi sözcüklerimizi kaybettik, kendi cümlelerimizi kuramıyoruz, yeni müziklerin peşinden koşmuyoruz, daha az hareket ediyoruz, etrafımızdaki kaotik enformasyon bombardımanı içinde kendi bakışımızı ve yargılarımızı oluşturamıyoruz. sevgili neslihan’ın sayesinde aralık ayı için başladığım bu yolculuk sürekli hedeflediğim ama istediğim ivmeyi kazanamadığım yazma eylemi için inanılmaz güzel bir fırsat oldu benim için. yazma konusunda daha proaktif bir duruma geçmek için kendimi daha güçlü hissediyorum artık. dün yaptığımız telefon konuşmasında annem de, radyoya son yazdıklarımı çok sevdiğini, arkadaşına, canım nihal teyzeye de okuttuğunu, birlikte benim kitap da yazabileceğime karar verdiklerini söyledi, “hiç bir şey için geç değildir” de dedi 😉 kitap konusu başka bir hayatta gibi geliyor bana ama zaten bu ortamlarda yazmaya devam etmek de çok kıymetli. ben bunları yazarken bir telefon aldım ve telefon görüşmesinin sonunda sevgili bora’nın muson şarkıları kitabını raftan çektim. burada susup, bora’ya vereceğim sözü;
“Yazmak özünde yolda olmaktır. Her hece bir adım. Kitaplarsa yazanın uçsuz yurdunda irili, ufaklı kent, kasaba, köy adları… Yazdıkça ve yürüdükçe eksilip, birikiyoruz. Yazarak yürüyen bir gölge geçiyor önümüzden, o Zen şairine benzetiyoruz. Yağmur damlaları kasesinde birikmiş, sonra güneş içmiş onları. Öylesine hafif geçiyor dünyadan, tek yükü bedeni…”
burada devreye jean barbur‘dan uyan giriyor.
son sözler bu yazının kapağı için olsun. şu sıralar neslihan yazılarında kaybettiği köpeği coffee’den söz ediyor. o yüzden coffee’li rüyamı çok düşünüyorum. üzerinden çok zaman geçmesine rağmen zihnimde çok berrak bir şekilde kalan rüyalardan biri bu. dağlardayım, yanımda coffee var. ortam biraz heide çizgi filminden alınmış gibi. çok güzel ve heybetli dağların arasında, inanılmaz güzel bir doğada geçiyor olaylar. hızlı bir şekilde yemyeşil bir yamaçta zirveye doğru yürüyoruz. pırıl pırıl güneş olmasına rağmen, dağın zirvesi kurşuni bulutlarla kaplı. üzerimizden rengarenk bir kuş sürüsü geçiyor. tuhaf, tanımlayamadığım bir ruh hali içindeyim. aynı hislerle uyandım! yapay zeka maharetiyle yapılan bu görselleştirme gerçeğinden çok uzak elbette ama olsun, size hayal etmeniz için bir başlangıç sağlayacaktır.
yarın babamın ölüm yıldönümü ve ben ondan kalan anılarla doluyum özellikle bugün. şimdi de gelip sizin babanızı okuyunca, “ne güzel babalarımız olmuş” diye geçirdim içimden. bu coğrafyada, böyle babalarla büyümek ne büyük şansmış…nurlarda uyusun hepsi…
ablamla babamızın bizim için büyük bir şans olduğunu düşündük her zaman. öyle anlatılan ideal babalardan değildi bizim babamız ve fakat bizim için “güçlü tarafı” oydu. anılarımıza sarılıp özlem gideriyoruz değil mi? sımsıkı sarılıyorum.