beklemek…

“… ameliyatla şair oldum ben, ameliyatla yalnız kaldım
diz çöktü çocukluğum cerrahın önünde…”

-küçük iskender, ayrılık patileri

bizim sağlık sistemini tanımlayan sözcüklerden biri sanırım! yaşanan “olayın” her aşamasında bekliyorsunuz çünkü, bazen neyi beklediğinizi bile bilmeden… godot’yu bekler gibi…

haftanın ilk iki günü yine ve yeniden bir hastane macerasının içinden geçtik ya da macera bizim içimizden geçti… bu defa sevgili yarimin katarakt operasyonuydu maceranın nedeni…

olay devletin bir tıp fakültesi hastanesinde geçiyordu…

daha önce çeşitli kereler yazdım; hastalıklara ve hastanelere ilişkin şeyleri çok erken yaşlarda yaşamaya başladım… annem hem kendi sağlık sorunları hem de babamınkilerden dolayı alaylı bir hemşire gibiydi bizim hayatımızda. “bilinçli hastayız” biz gibi bir ifade vardır o günlerden kalan zihnimde!

ilk anılar antalya sigorta hastanesinden; dışarıdaki bankta oturup, kitap okuyarak annemi beklediğimi hatırlıyorum mesela… veya annemin bevliye uzmanı oktay bey’in şevkatli ve griye yakınsayan mavi gözlerini… artık bevliye uzmanlarına ürolog deniyor… epey ameliyat yaşandı küçük çekirdek ailemizde, sıradan basit operasyonların yanında çok ciddi olanlar da vardı. babamın ankara ibni sina hastanesinde geçirdiği ameliyatın sonrasında, annemle odasında yakaladığımız doktorun saatler süren operasyon sonrasındaki yorgunluğu, tükenmişliği ve yemyeşil gözleri bugün gibi aklımda. doktorlara olan saygımda bu sahnenin çok etkisi olduğunu düşünürüm hep…

kalabalık hastane koğuşlarında hasta yakınlarıyla akrabaya dönüşen ilişkilere, yatakların altından sarkan idrar torbalarına, plastik ördeklere, hastane kokusuna, haber getirip para alma umuduyla hasta yakınlara yanaşan açıkgöz hasta bakıcılarına aşinalığım o günlerden kalma…

bugünlerde her şey çok farklı gibi olsa da bazı şeyler zamanın ruhuna uyum sağlayarak aynı! hala devlet hastaneleri pis mesela, hala tuvaletlerde tuvalet kağıdı yok, hala doktorlar nispeten daha yumuşak ve sevecenken hemşireler daha sert ve hoyrat…

annemle babamın skorlarına ulaşamasam da ameliyat sayım fena değil… lisede alınan bademciklerim, sol yumurtalığımı dev bir çikolata kistine teslim etmem, troit bezlerimi ele geçiren nodüller ve en son rahmime yerleşen ama onu benden alamayan dev miyomlar ve elbette biri devlet hastanesinde diğeri havalı bir özel hastane de olan iki normal doğum kişisel sağlık tarihime acısıyla tatlısıyla pek çok şey kattı. bademciklerimi doktorun ona destek olan hasta bakıcıya söylediği çözde al mustafa ali çözde al türküsüyle verdim mesela… ankara altındağ’da gençliğin tecrübesizliği ve içinde olduğumuz koşullar nedeniyle kendi doktorum olmadan, 17 saat süren ve vakumla sonuçlanan bir doğumla tezer’i doğurduktan sonra istanbul’da doktorumun “şahane doğum oluyor” kahkahaları arasında iki buçuk saat gibi kısa bir sürede ada’yı doğurdum… asıl ilk doğumda kutlamaları hakediyordum; ama yaptığım doğum o devlet hastanesinde sıradan bir olay olarak kayıtlara geçti. ada’nın doğumunun ardından ise tüm kat, bütün hemşireler normal doğum yaptığım için beni kutladılar; hastanede uzun bir aradan sonra ilk kez normal doğum gerçekleşmişti çünkü!

o dönemde sahip olduğun özel sağlık sigortası sayesinde, amerikan hastanesinde tiroit bezlerim alındığında, doktorumun gösterdiği özenle hayatımda ilk kez kendimi “prenses” gibi hissetmiştim. elbette ne ben prensestim ne de doktorum kendi doğallığında böyle davranıyordu; hastane politikasının ve “müşteri” profilinin yarattığı bir “sanal gerçeklik”ti bu deneyim. taburcu işlemlerinin ardından ise atlı arabam hızla bir balkabağına dönüşmüştü….

yıllar içinde hem benim, hem yakınlarımın farklı türlerdeki hastanelerde yaşadığımız deneyimlerde davranış, hastane kültürü ve fiziksel koşullardaki farklılar beni çok rahatsız etti ve etmeye devam ediyor… bazen elimde olmadan başımıza bir şey gelirse, ciddi bir hastalığa yakalanırsak bunu nasıl yöneteceğiz düşüncesinden kendimi alamıyorum… babamın hastalık ve onu kaybetmeden önceki 21 günlük yoğun bakım sürecinde, onu kaybediyor olma gerçeğinden çok SSK ve tıp fakültesi arasındaki protokollerin saçmalığı ile boğuşmak zorunda kalmıştık! bu deneyim bizim için çok ama çok ağırdı…

evet devlet hastanelerindeki çalışma koşulları ağır, evet halk büyük oranda eğitimsiz ve ciddi bir iletişim problemi var ama diğer yanda hastaların ve hasta yakınlarının hastalığın büyüklüğünden bağımsız olarak kırılgan bir ruh hali içinde olabilecekleri gerçeği ciddi bir şekilde ıskalanıyor…

bazı özel bir hastanelerde, yatan hasta iseniz hemşire ve doktorlar yanınıza geldiklerinde size adlarını söyleyip, kendilerini tanıtırlar… son yaşadığımız tecrübede ise hiç bir sağlık personeli değil adını söyleyip kendini tanıtmak, yaka kartı bile taşımıyordu… göz teması kurmayan, hastayla bir yetişkinden çok çocukmuş gibi konuşan sağlık çalışanları görünce üzülüyorum; yaygın ve ciddi bir iletişim sorunumuz olduğu net! hastanelerin, sağlık çalışanlarının normali, hastaların ve hasta yakınlarının normalinden çok ama çok farklı… bu iki tarafın keşke biraz daha fazla birbirini anlama ve empati kurma şansı olsa… ancak mevcut koşullar ve memleketin sağlık politikaları bu iletişimi sağlamaktan çok kanırtıyor…

herkes kendi olduğu yerde, kendi baktığı yerden haklı!!!

bir kaç anekdotla bu tatsız yayını kapatayım…

yarimi nedeni anlamadığımız bir şekilde lokal değil, genel anestezi olacak şekilde ameliyathane götürdüler. geride kaldığımda buna ilişkin sorularıma elbette bir yanıt alamadım. sonra işin tuhafı lokal anestezi ile ameliyat olduğu halde odaya genel anestezi yapılmış gibi sedye ile geldi… ve işin daha da tuhafı onu ameliyathanenin dışında uyansın diye bir kenarda unutmuşlar meğer. yarım saat sonra bir hemşire “siz uyanıksınız, niye buradasınız” diyince odaya getirildi!

sonrasında biraz odada unutulduk sanki… hemşire ve asistan doktorların yanına gidip şu kadar süre oldu, “bundan sonra ne olacak” dediğimde odaya geldiler, damla yaptılar ve gittiler… beklemeye devam ettik… ben bir terslik var diyerek tekrar gittim, “şimdi ne olacak, göze bir bandaj yapılması gerekmiyor mu?” dedim. asistan doktor elime bir bandaj tutuşturdu ve “siz bunu yapıştırın ve damlaya devam edin” dedi. “hangi damla” dedim. meğer odada yemek sehpasının üzerine bir damla bırakmışlar… “bunu niye ben yapıştırıyorum ve damla ne sıklıkla yapılmalı, bize bilgi vermeniz gerekmiyor mu?” dedim. “zaten evde de siz yapacaksanız bu işleri” dedi. “ama burası hastane” dedim, ardından dezenfektanlarını kullanmak için izin istedim; malum ellerimi temizlemem gerekiyordu… bandajı aldım ve odaya gittim… tabii hastamız elimde bandajı görünce delirdi ve bandajı kaparak doktora koştu… genç kadın doktorun hakikaten küstah davranışlarına karşılık sevgili yarimin “niye bu kadar ters davranıyorsunuz, cümlelerinize bal ekleyin biraz” dediğini duyduğumda gürültülü bir kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum…

sonra tekrar beklemeye başladık… neyi beklediğimizi bilmeden… mesai saati çoktan bitmiş ve hastanenin gecesi başlamıştı… tekrar hemşirelerin ve doktorların yanına gittim ve “buradan kaç gibi çıkabiliriz, bir şey söylemeniz mümkün mü?” diye sordum. önündeki kağıt işleriyle uğraşan, muhtemelen asistan genç erkek doktor, gülerek kafasını kaldırdı ve “bu nasıl soru, burası hapishane mi?” dedi… ne diyeceğimi, nasıl karşılık vereceğimi bilemedim ve “bu soruyu bana sorduğunuza göre siz böyle hissediyorsunuz…” dememek için kendimi zor tuttum…

ertesi gün sabah erkenden kontrole gittiğimizde bizi başka bir kaos daha karşıladı… yatan hasta servisinde, koridora yığılmış bir sürü hasta ve hasta yakını olarak yapılan bir dizi ölçümün ardından doktorla görüşmeyi bekledik… yine godot’yu bekler gibi… içeriye sırayla alınmıyordu hastalar, bu yığın arasında kendilerini dünyanın en akıllısı sananlar, “uyanıklar”, edepsizlik yapma potansiyeli olanlar içeriye atlıyordu elbette. benim sevgili hastam ise geriye çekildi ve sırasının gelmesini bekledi. ben aileden tecrübeli bir hasta hasta yakını olarak duruma müdahale ettim ve aklı başında bir başka hasta yakını sayesinde bizim doktorla görüşecekleri elimizden geldiğince sıraladık kapıda…

a. elbette her an delirmenin eşiğinde bekliyordu o kaosun içinde ve ben bir ara ona “burası onların oyun alanı, sakin ol, uyum sağlamak zorundayız” dedim… çünkü uyum sağlanmadığında işlerin daha da karmaşıklaştığını tecrübe etmiştim yıllar içinde… neyse sevgili doktorumuzla görüştü a. ve şükürler olsun her şey yolundaydı…

hem yakın bir zamanda iyi bir vakıf üniversitesi hastanesinde hem de bu hastanede gördüğüm, hala kağıt üzerinde tutulan kayıtlarla “bilgi” doğru bir şekilde aktarılamıyor… yapay zeka gerçeği sağlık sistemlerini, tanı ve tedaviyi kökünden değiştirirken, kayıtlara geçen genel anestezi bilgisinin asla değiştirilmediğine tanık olmak veya yakın zamanda annemin yaşadığı sağlık sorununda iki gün boyunca en az on kere kullandığı ilaçları tekrar tekrar söylemek zorunda kalmam enteresandı gerçekten…

tüm zamanımızı geçirdiğimiz alan göz hastalıkları bölümünün yatan hasta servisiydi ve kapısında meşguliyet odası ve çok amaçlı salon tabelaları olan iki oda çok dikkatimizi çekti. eve döndüğümüzde neymiş bunlar diye araştırdım. sağlık bakanlığı’nın palyatif bakım hizmetlerinin uygulama usul ve esasları hakkında yönerge‘si kapsamında tanımlanmış iki alandı bunlar… yönergedeki tanımlar şöyleydi;

“… çok amaçlı salon/alan; hasta ve hasta yakınlarının dinlenme amacı ile kullanabilecekleri mekanlardır… meşguliyet (meşgale) odası: hastalara fizyoterapi, mesleki terapi, konuşma ve dil terapisi, hastaların fiziksel-ruhsal rahatlamalarını sağlayacak tedavi ve hizmetleri ile aile görüşmesi ve psikososyal hizmetlerin verileceği isteğe bağlı oluşturulan mekanlardır...”

eski bir kalite sorumlusu olarak durumu anladığımı sanıyorum… bu iki oda yönergeye uygunluğu sağlamak ve muhtemelen denetimlerde gösterilmek üzere kapılarına tabela asılmış iki odaydı…

var mı sorusuna var demek için!!!

ama bu meseleye girmeyeceğim burada… asıl dile takıldım ben, verilen odalara verilen adla ve kullanım amacının uyumsuzluğuna… memlekette, her alanda yaşadığımız pek çok sorunun doğru süreç yönetimlerinin uygulanmamasından kaynakladığını düşünürüm hep… bir de buna eklenen iletişim deformasyonumuz var elbette. bu deformasyonu değil iyileştirmek, böyle örneklerle hepten yok ediyoruz…

nasıl söylediğin, ne zaman söylediğin, kime söylediğin ne kadar da önemlidir oysa…

hastanelerde de tüm taraflar, kendi bulundukları pozisyonun şartlarıyla, bakış açısıyla, diliyle, ifade biçimleriyle ve körlüğüyle varoluyorlar… bütün bunlar aşılabilir mi? bu soruyu yanıtlamamayı tercih ediyorum…

gelecek hafta, ikinci göz için bir tur daha oradayız… bakalım bu defa neler gelecek başımıza!!!

bu şartlarda elbette bir hospital blues yorumu dinlemeliyiz değil mi?

9 Responses
  1. Şule

    Çok geçmiş olsun öncelikle. Diğer göz de başarıyla ameliyat edilsin dilerim. Biliyorsunuzdur ama çok kuvvetli öksürmemeye ve gözünü ovuşturmamaya da dikkat etmeli.
    Ben tüm sağlık çalışanlarının hasta ve hasta yakınları ile nasıl iletişim kurmaları gerektiğine dair ders almaları gerektiğini düşünüyorum. Tabii hastaların da doktorlarla iletişim konusunda bir vatandaşlık dersi alması ne iyi olur 🙂 ama herkes , hepimiz o kadar gerginiz ki işin özü bu gerginliği hep birbirimizden çıkarıyoruz 🙁

    1. radyo z

      çok teşekkür ederim şulecim. tam olarak son cümlendeki gibi durum. bütün gerginliğimizi, yükümüzü başkasına yansıtarak yaşıyoruz bazen.

  2. Sadece C.

    Geçmiş olsun…. Hastaneleri ve doktorları maalesef 3 yaşımdan beri hayatımın merkezinde yaşıyorum, annemle babam doktor oldukları için.. Hastanelerde uyuduğum, ödev yaptığım yemek yediğim bile oldu. Bazen annemle babam ikisi de aynı gün nöbetçi olurlardı ve ben birinin doktor odasında kalmak zorunda kalırdım. O zamanın doktorları çok aşırı çalışırdı ama çok daha insan kalmayı başarırlardı. Şimdi bakıyorum zaten çoğu özelde ama bilmiyorum ya…. Bana iki elini beline koyup “valla sen bilirsin şekerim, iki ay zonra bile küt diye öleblirsin” diyen bir doktor bile tanıdım, nasıl olabilir böyle biri insan? Sanırım hiç psikoloji dersi almıyorlar ya da aldıkları ders onlar için fasa fiso geliyor ilgilenmiyorlar…. En önemli derstir halbuki bencetıp ve eğitim için. Kalite çok farklı. Hoş hangi alanda kalite farkı yok da bu alanda olmasın diyor insan ama sağlık ve eğitim, bu ikisi temel kolonlarımız değil midir….

    1. radyo z

      çok teşekkürler sevgili c. iletişim eğitimi kesinlikle şart, sadece sağlık sisteminde değil korkarım, her yerde…

  3. Ah ah, bu alanda toplanıp yazsak birkaç ciltlik ansiklopedi olur, düzeleceğine iyice berbat oluyor her şey. Babamın prostat ameliyatı öncesi bir kalp uzmanı gelip 5 dakikalık bir vizite yapmadığı için 3 hafta fazladan kalmıştık hastanede ve ben neredeyse annesi yerinde olduğum baş asistanlardan tut asistanlara, hemşireden tut, çöpleri alan temizlikçiye kadar herkesten azar işitmiştim. Cevap da veremiyorsun hastan ellerinde. Bu konu çok su kaldırır, o yüzden geçmiş olsun diyeyim eşine, diğer ameliyat da sizi yormadan, üzmeden hallolsun dilerim…

  4. Geçmişler olsun. Çok üzüldüm ve çok canım sıkıldı. Canımız sıkıla sıkıla gideceğiz herhalde bu memleketten. Vasatlık, vasıfsızlık, kabalık ve hoyratlık meslekten uzmanlıktan bağımsız her bir anımızda, hücremizde.
    İkinci ameliyat kolaylıkla, rahatlıkla geçsin bitsin umarım. Nazar boncuğu iliştiriyorum.
    Ama ben bu yazıdan bir detayı çekip çıkararak taçlandırmak istiyorum.
    17 saat bir nedir sayın ve sevgili Z? Altın taçlar, mis kokulu çiçekler başını süslesin, ilk çocuk ellerinden öpsün, yürekten teşekkür etsin. Önünde saygıyla eğiliyorum.

Leave a Reply