öğle saatlerinde gözlerimde…

hissettiğim ağırlık son bir saattir gittikçe daha fazla kendini hissettiren bir baş ağrısına döndü.

az önce hızla ofisten çıkıp kendimi bahçeye attım, mine’den bana sade bir kahve yapmasını istedim ve kahvemle ağaçların gölgesine sığındım… ağır ağır kahvemi içtim… öğleyin okuduğum öyküyü düşündüm; aslında daha çok ilk cümlesini:

Eğer her olaya bir bir ad verilebilseydi, hikayelere gerek kalmazdı…”

bir john berger öyküsü bu, adı kozmonotlar zamanı

şimdi neyin zamanı peki?

ilk aklıma gelenler, ‘zalimlerin zamanı‘, ‘pespayeliğin zamanı

nerede mi? burada, tam olarak bulunduğumuz yerde, her yeri saran bir zalimlik ve pespayelik var… (16.40)

***

bu notu düşüp işten çıktım… sonrası malum, eve gelirken yolda biraz okudum, biraz denize baktım, biraz gözlerimi kapattım… sonra ufak bir alışveriş, akşam yemeği hazırlığı, ki bugün hızlıca kıymalı makarna ve semizotu salatasıyla atlatıldı. sonra mutfağı toparladım, ada’yla kucak kucağa günü nasıl geçirdiğimizi konuştuk, ellerimizi çırparak oyun oynadık, bir kaç selfie çektik ve fakat beğenmedik; onun hayata karşı yaşadığı heyecan bir süreliğine bir tül gibi beni sardı…

sonrası bir banyo ve serin bir kadeh beyaz şarapla tekrar masaya çöküşüm…

çehov’un “bizi çalışmak kurtarır” sözleri döndü durdu zihnimde; hangi bağlamda söylediğini merak ettim bunu. üniversite yıllarımda karşımda duran mantar panoda vardı bu sözler… nedense hangi bağlamda, nerede söylediğini bilmiyorum; belki de biliyordum unuttum ama şimdi bir öykünün içinde olmasını diledim…

çalışırken billie hafif hafif kulağıma söyledi, akşam vakitlerinde çalışırken onunla olmayı seviyorum. arkamdan bana hafifçe sarılıyor; onun varlığı, hayata karşı bir direnme, bir varoluş biçimi ve bir tarafta da hayatın içinde öylece kaybolma ve erime hissi…

az önce şarabımdan kocaman bir yudum aldım… burayı açtım ve yazmaya başladım çünkü şu aşağıdaki notu düşmem gerekiyordu:

“… Yıllar önce uzaya giden ilk insan , Gagarin adlı rus, dünyanın çevresindeki dönerken, Peniel’de çeşitli yerlere dağılmış yirmi şalenin her biri her yaz sığırlar, kadınlar ve erkeklerle dolu olurdu. Öyle çok sığır vardı ki otlaklar ancak yetiyordu. Gece üçte kalkıp sütü sağa ve gün ışır ışımaz inekleri otlaklara çıkarırdınız. Saat onda güneş bir az yükselmeye başlarken hayvanları içeri alır, bundan sonra peynirinizi yapardınız. Öğleden biçtiğiniz otları ahıra götürürdünüz. Öğlen yemeğinden sonra siesta yapılırdı. Saat dörtte yine süt sağardınız ve ancak o zaman onları ikinci kez otlağa çıkarırdınız. Ağaçların tek tek görünmez olup yalnızca ormanın seçilebildiği vakte kadar dışarıda sığırların başında dururdunuz. İnekleri ahıra geri getirirdiniz, samanların üzerine uzanmalarını beklerdiniz.Ondan sonra gökyüzüne bir tül gibi kaplayan samanyolunun ve Gagarin’in dönen sputniğinin nerede olduğunu kestirmek için gökyüzüne bakardınız…

durup gökyüzüne bakmak istiyorum; ama dönüp duran uydular ve çöplüğe dönen uzay için değil, kayan bir yıldızı yakalamak için… o kadar…

akşam şarkımız billie holiday‘den gelsin,

blue moon

diyoruz. (23.03)

[audioplayer file=”https://radyoz.info/wp-content/uploads/2017/05/Billy-Holiday-Blue-Moon.mp3″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

Leave a Reply