bu gece yine bir ara…

“… Geceleri, çoğu zaman, uyanık, beklerim. Uyuyanların uykusunun kapısında dikilen nöbetçiyim ben…”

– bilge karasu, gece

aniden uyandım… saate baktım; 3.05’ti. sırtüstü yatıp bir süre karanlıkta tavanı seyrettim ve aniden neden yıldönümleri önemli diye düşündüm; bu kutlamalar aynı zamanda hızla akan zamanı geride bırakmamızın da kanıtı değil miydi?…

pazar günü a. ile birlikteliğimizin otuzuncu yılıydı ve ondan önceki günde emekliliğimin ilk yılını bitirmiştim; “zamanın izini” kaybedeli çok oldu, nefessiz koşuyorum adeta…

gecenin bir yarısı gelen bu düşünceleri bir kenera bırakarak gözlerimi kapattım ve pazar günü gittiğimiz belgrad ormanının büyülü ağaçlarının altına uzandığımı düşünüp hafif yağmur pıtırtıları eşliğinde zaman zaman rüzgarla savrularak zaman zaman da hafifçe salınarak sallanan dalları seyrettim; belki hayal ettim demeli ama artık uyanıp tekrar uykuya geçmek için zihnimde o kadar çok doğa yürüyüşü yaptım ki gerçeğinden daha gerçek gibi gelmeye başladı… yıllarca çalıştığım kampüste, doğa izin verdiği müddetçe neredeyse her sabah yaptığım yürüyüşün zihnimdeki halini anlatayım mesela size; ama bu yürüyüşün öncesinde kısa bir simit sarayı keyfim de var…

… çok da uzun olmayan yiyecek sırasına girmiyorum çünkü yanımda genel olarak bir sandviç oluyor; hemen kasaya gidiyorum; önceden cebimde hazırladığım bozuklukları bırakarak açık, büyük fincanda bir çay istiyorum. minik kaseden ucu bozuk maşayla limon almak için biraz çırpınıyorum ama sonunda bir limon parçasını yakalamayı başarıyorum; çayımı getiren aydınlık yüzlü kadınla her zaman olduğu gibi birbirimize gülümsüyoruz. dışarı çıkıyorum, köşedeki boş olan masaya yerleşiyorum. bir kül tablası varsa onu kendimden uzaklaştırıyorum ve karşımdaki otlar, çalılıklar ve seyrek ağaçlardan oluşan boşluğa bakarak çayımı yudumluyorum. bu uzun sürmüyor ve kendimi en sevdiğim toprak yola bırakıyorum… hava bulutlu, keskin bir güneş yok ve renkler parlak. kuşburnunun yanından geçerken kalabalık bir serçe grubu hızla havalanıyor ve uzaklaşıyor. gülümsüyorum… henüz kuşburnunun meyveleri yok, beyaz çiçekleri açmış, yani mevsim bahar. bu yolda ilk kez yürüyor gibi dikkatle etrafıma bakıyorum ve doğanın yavaşça uyanışını izliyorum. toprak zeminde geyiklerin, köpeklerin ve kuşların ayak izlerini ayırt edebiliyorum artık. hep karşılaştığım dişi sülün hızla çalıların arasına kaçıyor ve uzaklaşıyor benden. yolun bir tarafında böğürtlenler, kuşburnu ve yabani çalılıklar, küçük meşe ağaçları var; güneş onların arkasından hafifçe yükseliyor. yolun batı tarafı ise tamamen otlarla ve dikensi bitkilerle kaplı; yüksek boylarıyla rüzgarda hafifçe savrulan bu otların çıkardığı sesi seviyorum. hışırtılar ve hatta doğanın “fısıltıları”; dinlediğim ve yoğunlaşmaya çalıştığım nefesimle ve otların sesi birbirine karışıyor ve zihnim bulanıklaşıyor… bu noktada yol ikiye ayrılıyor; soldan doğuya doğru devam edersem tamamen vahşi doğa ama “ofise gitmem gerekiyor” ki bunun asıl karşılığı şimdi “uyumam gerekiyor” hissi; bütün bu yürüyüş onun için. aklım orada kalarak güney yönünde ilerleyip ormana giriyorum; geyiklerle karşılaşma ihtimalim olan ormana… huzmeler şeklinde güneşin sızdığı, koyu yeşil karanlıkları ve parlak açık yeşil düzlükleri olan genç bir kızıl çam ormanı burası. yanlış bir şeye basmamak için dikkatlice adımlarımı atmaya çalışırken ve geyikleri ararken uykuya dalıyorum genelde, bazen uzun kulaklı bir yabani tavşan uyumadan hemen önce hızla yanımdan geçiyor; eğer onu takip etmeye kalkarsam bu uyuyamadığım anlamına geliyor… (18 nisan)

***

saat 4.10… ve evet tavşan beni yatakta tutmadı ve hayır bu gece yukarıdaki doğa yürüyüşünü yapmadım. dediğim gibi pazar gününden beri uykuya geçebilmek için zihnimde belgrad ormanlarında yürüyorum; yağmurla ve kuş sesleriyle. ama şimdi mutfak masasında bunları yazıyorum ve bu seslere chopin‘in raindrop prelude‘e eşlik ediyor. (23 nisan)

fotoğraf heligan’ın kayıp bahçeleri’den. kaynağı için şuraya lütfen.

Leave a Reply