… taşraya bakmak, insanın kendi içine bakmasıdır.
– elias canetti, insanın taşrası
rüyamda arguvan’daydım… mevsim sonbahardı… biçilmiş tarlaları, sarı ekinlerin dipleri kaplamıştı; koyu kızıl kahverengi bir toprak sanki sonsuz bir boşlukta bu nefis sarılığa eşlik ediyordu… kapalı ve koyu kurşuni bulutlu bir gökyüzü sarıyı iyice ortaya çıkarıyordu…
engebeli, inişli çıkışlı toprak bir yolda bir grup yürüyorduk, kimlerdi bilmiyorum; adeta yalnızdım… karşımıza, uzakta tek bir ağaç çıktı; yapraksız ve fakat üzerinde sarıdan, kırmıza, kırmızıdan turuncuya dönen meyveler vardı. biz ağaca yaklaştıkça meyveler ağaçtan uzaklaştı ve etrafında dönmeye başladı. en son kendimi sonsuz uzayda güneşin etrafında dönen gezegenleri izliyor gibi hissettiğimi hatırlıyorum; sonrasında karanlık odadaydım…
***
geçen hafta cumartesi günü başlayan ve çarşamba günü biten malatya, arguvan, nemrut yolculuğunun etkisiydi elbette bu rüya, pek çok yeni duygunun, karşılaşmanın, dokunmanın ve hissetmenin sonucu…
ilk gün malatya’daydık… ikinci gün sabah yaptığımız bir bayram ziyaretinin ardından arslantepe’ye ve nemrut’a gittik… üçüncü günse köylerdeydik… neşe, hüzün, heyecan, merak, şaşkınlık, her şey bir aradaydı… eşim ve kardeşleri için çok duygusal bir memleket ziyareti, çocuklar için bir anlamda geldikleri yerlerden birinin keşfi, heyecanı ve şaşkınlığı idi… benim için ne ifade ettiğini ise anlatmak çok kolay değil…
yolda olmanın mutluluğu bir yana elimde olmadan, en çok kim olduğumuzu ve bizi biz yapan şeyin ne olduğunu düşündüm bu yolculukta… onyedi onsekiz yaşında doğup büyüdüğümüz yerden, evden çıkıp, kendini bir anlamda yeniden arayarak bulan ve büyüyen bizim gibilerin neyimizi, ne kadarımızı geçmişimizde bıraktığımızı veya içimizde bugüne taşıdığımızı düşündüm… bütün bu süreçte bir bütün mü olduk yoksa tamamen dağıldık mı bilmiyorum!
geride bıraktığımız insanlar, ilişkiler, duygular, renkler, kokular, dokular ve tatlarla bir şekilde yeniden karşılaştığımızda bir köşeden çocukluğumuz ortaya çıkıyor ve bize göz kırpıyor sanki. biraz alaycı ve biraz da şakacı bir oyuncu gibi ve bizi o yarım kalan oyuna davet ediyor; ustayken şimdi bir o kadar acemiye dönüştüğümüz oyuna…
***
çocukken bir arabamız yoktu… komşularımızla pikniğe, denize giderken bindiğim otomobillerde, otobüs yolculuklarında, dışarıda hızla akıp giden görüntüyü izlemeyi çok severdim. hala yolculuklarda, konuşmadan sessizce dışarıda akıp giden görüntüyü izlemeyi çok seviyorum ve eğer tamamen yeni bir yerdeysem çocukluğumda hissettiğim şeyi hissediyorum; mutlu eden bir heyecan ve merak duygusu, küçük bir kalp çarpıntısı… günümüzde çocukların yolculuklarda dışarıdaki dünyadan çok ellerindeki ekrana bakmalarını anlayamıyorum; bizim dışımızdaki evrenle kurmaya çalıştığımız bağ çok farklıydı sanırım. bunu yargılamak için söylemiyorum veya bizim yaşadığımız daha doğruydu da demiyorum… o bizim gerçekliğimizdi; yaşadığımız şeye doğrudan bakmak ve görmek dışında bir bağ kurma aracımız yoktu…
ortaokul yıllarımda, köfte lakaplı türkçe öğretmenimiz şakir bey’in dersinde, görmek ve bakmak arasındaki farkı anlatan bir denemeyi okuduğumuzda nasıl etkilendiğimi bugün bile hatırlıyorum. bugün hala yapmaya çalıştığım şey bakmak değil görmeye çalışmak; en çok da doğayla bağ kurmak, dokunmak…
bu yolculuk benim için yepyeni bir maceraydı; hiç bilmediğim topraklarda baharı karşıladım. taşlara ve toprağa dokundum, yeni çiçeklerle, çalılarla, otlarla, kuşlarla tanıştım… şu sıralar gece uyanıp, tekrar uykuya geçmeye çalışırken zihnimde bu yepyeni coğrafyada geziyorum; yeşeren tarlalarda, malatya ovasının kahverenginin çok güzel tonlarındaki tepeciklerinde, nemrut’un o inanılmaz manzarasına karşı sırtımı tümülüse dayayarak uzanmış halde, arslantape’nin içinde gizli yaşam izlerini zihnimde canlandırmaya çalışarak uykunun derinliklerine uzanıyorum…
bu gezinin benim için iki büyük sürprizi de oldu; birisi karşılaşma, diğeri ise tanışma…
çocukluğumun yabani portakal, mandalina bahçelerinin gölgelerinde büyüyen ve bize zehirli olduğu belletilen bir çiçekle karşılaştım isaköy mezarlığında; bildiğimden daha küçük, neredeyse siyaha yakın rengiyle daha koyu renk ve beneksizdi… hafızamda bu çiçeğe dair tek bir kare var geçmişten;
elektrikçilerin apartmanının yan tarafında, şimdi yerinde kocaman apartmanlar olan portakal bahçesindeyim, yalnızım ve yakınında böğürtlenler olan bir portakal ağacının dibinde öylece durarak, parlak mor rengi ve benekleri ile beni beni kendine çeken çiçeğe bakıp, dokunmamak için kendimi zor tutuyorum.
bu karşılaşmada bir tür zambak olduğunu anladım bu çiçeğin; hiç öyle olduğunu düşünmüyordum oysa…
tanışmam ise arı kuşuyla oldu… karahöyük’de ziyaret ettiğimiz evin yüksek girişinde başımızın üzerinde hızla uçan ve neredeyse tropik renkleri olan kuşlar farkettim. ilk kez böyle bir kuşla karşılaşıyordum. kuş gözlemcisi bir arkadaşa anlattıklarım sonrasında arı kuşu olduklarını öğrendim. çok hızlı oldukları için fotoğraflarını çekemedim ama neyden söz ettiğimi anlamanız için şuraya bir video bırakayım:
***
bütün gezinin fotoğraflarını parça parça instagram hesabımda yayınladım… merak ediyorsanız adresi şöyle; https://www.instagram.com/real.time.moments/
***
burada bir arguvan havası çalmam beklenebilir ama bunu yapmayacağım. yolculuk boyunca zaman zaman kulaklığımı takıp müzik dinledim. malatya’dan çıkıp pötürge’den nemrut’a doğru yol alırken dağların arasından, sürekli yükselerek bir yolculuk yaptık. inanılmaz güzeldi ve ben 6 parçadan oluşan bir listeyi döndürdüm durdum. şimdi ne zaman üç günlük malatya yolculuğumuzu düşünsem bu melodiler içimde dönmeye başlıyor…
(7 mayıs – 20 mayıs)
fotoğraf: isaköy, gülendam anane ve bektaş dedenin damından manzara…
Senin adına çok mutlu oldum ve çok imrendim itiraf edeyim, zira Nemrut görmek istediğim yerlerin başında geliyor ve bir türlü beceremedim…
mutlaka bir zaman yaratıp gitmeye çalışın, kesinlikle görmek gereken bir yer; hem antik alan hem de coğrafya insanın nefesini kesiyor… bahar oralar için en güzel mevsim gibi hissetim ben.
Malatya ana-baba memleketim, en son gittiğimde üniversiteyi bitirmek üzereydim. O gün bu gün kısmet olamadı yeniden gitmek. İmrenerek okudum ve fotoğrafları seyrettim. Ne güzel bir yolculuk olmuş. 🙂
Çok güzeldi gerçekten sevgili Sevin. Tekrar gitsen bambaşka bir Malatya bulacaksın muhtemelen…
“bizim dışımızdaki evrenle kurmaya çalıştığımız bağ çok farklıydı sanırım. bunu yargılamak için söylemiyorum veya bizim yaşadığımız daha doğruydu da demiyorum… ”
Ben diyorum; bizim yaşadığımız daha doğruydu:)
çocuklara ve gençlere çok haksızlık ettiğimizi düşündüğüm için böyle şeyler söylememeye çalışıyorum. diğer yanda doğrusu bizim yaşadığımız ne kadar doğruydu ondan da emin değilim; her şeyi çok el yordamıyla, yarım yamalak öğrendik biz. uzun uzun konuşmak, üzerinde düşünmek gereken bir konu bu…
Gercekligimiz sozcugunde takildim kaldim.. es zamanli kendimizi yollara vurup benzer izlerle donmemizi cok sevdim
o geziyi sizinle konuşmayı çok istiyorum; hayranlıkla izledim fotoğrafları. bir ara rotanızı paylaşırsanız çok sevirim.