sarmalanmış incir kokuyor…

dün öğleden sonra sahilde yaptığımız yürüyüşte çok çok minik bir incir ağacının üzerindeki ham incirleri topladım; yaklaşık 250 gram… dün akşamdan onları soyup, her birine bir karanfil saplayıp şekerle kaplamıştım… sabah kaynatmaya başladım.

hala herkes uyuyor. uykularına bu koku karışacak ve kimbilir nasıl rüyalar çağıracak…

***

gökyüzü bulutlu ama yağmur yağmıyor… hava aydınlamaya başladığından bu yana çok güzel bir ışık var… gri gökyüzünde pespembe bir ışık vardı bir ara; güneş yükselirken…

kargalar ve martılar sabahın tadını çıkarıyor.

sabaha ve incir reçelime uygun bir melodi ararken masamdan kafamı kaldırdım bir gökkuşağı öylece karşımda duruyordu… gülümsedim… karanfil ve incirin kokusu iyice yoğunlaştı…

gökkuşağı yavaş yavaş kayboldu ama bir parçası çok uzun bir süre havada öylece asılı kaldı…

şu anda kuşlar sessiz, gökyüzü bulutlu ve gri, reçelin altını kapattım…

muhtemelen biraz sonra ev hareketlenir, pazar gününü yaşamaya başlarız ve kahvaltıda incir reçeli yeriz…

***

bütün bunlara uygun bir melodi aramaktan vazgeçtim; bütün bunlar olurken çalanı çalıyorum:

debussy‘den

piano trio in g minor, I. andantino con moto allegro.

bütün macera, koku hariç, instagram hesabımda 😉

kokuyu hissedeceksiniz…

yakmayan bir güneş ve taze, üşütmeyip daha çok canlı tutan bir serinlik…

öğle tatilinde şu gördünüz masada iş arkadaşlarımla tatlı bir sohbetin eşliğinde keyifle yemek yedik. canım hiç içeriye girmek istemedi. saatlerce dışarıda kalıp en sevdiğim mevsimin, en sevdiğim ayının, renklerinin ve ruhunun tadını çıkarmak istiyorum. ama işe boğulmuş durumdayım ve bugün bitirmem gereken işlerin henüz çok gerisindeyim.

ve kaçmadan önce

Jay-jay johanson’dan

november‘ı çalıyorum.

yürüyüş yaparken youtube’dan gündeme dair yorumların yapıldığı bir programı dinliyordum… kendine bu kötülüğü neden yapıyorsun diyenleriniz olabilir tabii ama epeydir yoğun bir şekilde olan biteni takip etmeye geri döndüm…

***

neyse şimdilik meselenin bu kısmı önemli değil… önemli olan kurumuş çam yapraklarının arasında ve bir mantar öbeğinin üzerinde fark ettiğim gün ışığı…

bir an bu kızıllığın mantarın kendi rengi olduğunu düşündüm malum kanlıca mantarı mevsimi. ama sonra kıpkırmızı bir ışıkla sarmalandım; etrafımı saran her şeyde bu ışığın dokunuşları vardı…

gündem uzaklaştı… sesler uzaklaştı…. kendime geri döndüm… ışıkla baş başa kaldım…

ve bruce springsteen

hello sunshine‘ı

söylemeye başladı.

“... Saksıda incilendi yapraklar senin için
Söylendi gelmez diye uzaklar senin için…

— neredesin sen, faruk nafiz çamlıbel

yine gençliğimizden bir parçayı alıp gidiyorsun…

timur selçuk elbette

ve neredesin sen

diyorum.

öğle yemeği için haşladığım pirinci dalgınlıkla az su koyduğum için yaktım… yol boyunca serviste içime işlemiş gibi yanık kokusunu almaya devam ettim ve tıkandım… maskenin varlığı da bunu hissi artırıyordu sanırım.

kokulara karşı olan hassasiyetimden yıllar içinde burada çok söz ettim; tuhaf bir şekilde kokular hafızamda yer ediyor ve onları hissetmeye devam ediyorum sanki… bu his kimi zaman kötü bir iç bulantısı nedeni kimi zaman da çok güzel anıları çağıran bir tetikleyici…

hala koku benimle… ofisim arkadaşım gelmedi. pencereyi o yüzden rahatlıkla açtım… soğuk ve taze hava rahatlatıyor… bir süre iki saksağanın uçuşunu izleyerek pencerenin önünde çayımı içtim.

şimdi çalışmaya başlamam lazım… gece uyuyup uyanıp bugünkü iş planımı düşündüm…

ama önce cuma neşesi olarak keyifli bir sting şarkısı çalayım. çok yeni bir kayıt bu ve videosu şurada

evet melody gardot ve dominic miller‘ın sting‘e eşlik ettiği bu parça

little something.

nefesim kesilmiş durumdaydı… boğazımda kocaman bir yumru takıldı kaldı… yüreğimde bir tavanın ağırlığı öylece duruyordu…

ve iki gündür herkesi heyecanladıran iki minik meleği düşünüyorum durmadan; o kadar saat ne hissettiklerini, nasıl korktuklarını, küçücük kalplerinin nasıl attığını hayal bile edemiyorum…

***

bugün olafur arnalds‘ın ada şarkıları‘nı döndürdüm durdum. şimdi size çalacağım melodi çalmaya başladığında gözyaşlarıma hakim olamadım. sıkıştığım yerden beni ağır ağır yukarıya çekti; toza bulanmıştım, sesim çıkmıyordu, ışık canımı yakıyordu ama masmavi göğün altındaydım işte… yeniden…

şiiri okuyan emekli bir öğretmen ve şair… bazen hiç bir şey anlamadan sadece sesin yarattığı duygunun peşinden gitmemizin kanıtı olarak orada duruyor…

tüm albümün şurada şahane bir filmi var. izlemek isterseniz lütfen tıklayın.

bu yazının görselini değiştirdim. hiç bir şekilde o minik iki meleğin fotoğraflarını kullanmayı düşünmemiştim zaten ama birisinin ellerini koymak bile yanlış geldi sonradan…

nobody feels any pain 
tonight as I stand inside the rain 
ev’rybody knows 
that Baby’s got new clothes 
but lately I see her ribbons and her bows 
have fallen from her curls. 
she takes just like a woman, yes, she does 
she makes love just like a woman, yes, she does 
and she aches just like a woman 
but she breaks just like a little girl…

— just like a woman, bob dylan

bir gündü…

sabah altıya doğru yataktan kalkıp evi havalandırdım, akşamdan kalanları toparladım… biraz qigong mu yapsam diye düşündüm ama ütüyü bitirmeye karar verdim sonrasında… zihnimden geçenleri durdurmayı becerebileceğimi sanmıyordum çünkü. onun yerine kulaklığı takıp bir fransız polisiyesi dinleyerek ütü yapmak daha iyi bir fikir gibi geldi bana… ütü hızla bitti gerçekten ama tabii bugün iki makina çamaşır yıkandı ve sepet yine doldu…

herkes hala uyuyordu tabii; bir kahve yaptım ve borgen izledim.

yavaş yavaş ev halkı kalktı… a’ya bir sandviç hazırladım ve onu uğurladım. kendime çay demledim ve kahvaltımı yaptım… borgen izlemeye devam ettim; kuzeydeki bu çok uzak ülkeyle hem çok farklı ve hem çok benzer bir sarmalın içinde olduğumuzu düşüne düşüne…

kendini her yerde tekrar eden, tekrara zorlayan ekonomik, siyasi ve militarist bir çamurun içinde sürekli debelenmekmiş kaderimiz!

***

yatak odamızın penceresine dayalı ağaçtan nar topladım neşeyle… küsmüştü, meyve vermiyordu üç yıldır… çok sağlıklı değil sanki ama biraz meyve, daha doğru bir ifadeyle, mutluluk ve heyecan verdi bize bu sonbahar günlerinde…

yürüyüşe çıktım… dönüşte epeydir almaya direndiğim fırını aldım. evdeki artık can sıkmaya başlamıştı çünkü… çocuklara yiyecek bir şeyler, eczaneden bir kaç ilaç ve maske elbette. son ayların vazgeçilmez tüketim nesnesi!

***

bağrış, çağrış bir şeyler yedim çocuklarla… makineye ikinci posta çamaşırları attım… temizlik yaptım… artık olan şiraz sirkelerimi süzüp şişeledim…

bu arada t. yemek yaptı… vegan beslenme maceramdan dolayı yiyemeyeceğim bir yemek… devam yani… bunun üzerine mutlaka buraya yazacağım…enteresan bir deneyim bu; çok yeni şeyler hissettiren ve öğreten bir deneyim…

***

nefis bir yağmur başladı öğleden sonra… keskin bir kokunun altında sirke bulaşıklarını yıkadım…

yine benim yiyemeyeceğim tereyağlı bir pilav ve salata yaptım t.’nin yemeğinin yanına. tabii kendi yiyebileceğim bir şeyler de hazırladım…

şimdi, mutfak masasında nefis yemek, dışarıdan gelen hafif toprak ve ot kokularının arasında şarabımı yudumlayarak ve kadın caz şarkıcılarını dinliyorum ve bunları yazıyorum.

ve evet size de nina simone‘dan

just like a woman‘ı çalıyorum.

bu yazı elbette dün akşam yazıldı… son düzeltmelerini yine mutfak masasında, bulutlu göğe bakarak ve kuş seslerini ve yavaş yavaş artan şehrin sesini dinleyerek bu pazar sabahı yapıyorum (7.30)

… Baby I’m your puppet on a string
Making me tumble and swing…

— strange love, koop

çok keyifli bir yürüyüş yaptım. daha önce merakla sapıp, kapkara bir yılanla karşılaştığım patikaya girmeden, yine ormanda ama nispeten daha güvenli bir yoldaydı bu yürüyüş…

çok güzel geyik ve köpek adımlarıyla karşılaştım ve aşkla birbirlerine sarılmış iki salyangozla…

onlara bir şarkı çalmasam olmazdı…

evet koop‘dan dinliyoruz

strange love.

yaptıktan sonra öğle saatlerinde kitap dinleyerek temizlik yapmaya başladım… arada, siyahlar ve beyazlar olmak üzere iki posta çamaşırı makineye attım… ada ve kendim için öğle yemeği hazırlayıp mutfağı toparladım…

aslında bütün bunların sonrasında niyetim çıkıp biraz yürüyüş yapmak veya şu sıralar ihtiyacım olan bir kaç şey satın almaktı…

yorulmuşum, vazgeçtim…

onun yerine kendime justine’in tviti üzerine bir kadeh şarap koydum ve çalışma masamda bunları yazmaya başladım…

gün batımına yakın saatler olduğu için çok güzel sarı bir ışık var yüzümde; görmüyorum ama hissediyorum…

***

sevgili justine, bir kez de buradan “amin” diyorum ve sana dean martin‘den bir şarkı çalıyorum.

little old wine drinker me

1 10 11 12 13 14 43

kategoriler