“... Bazen kim olduğunu ifade etmene fırsat verilmeden siliniyorsun…

– Ocean Vuong

yeryüzünde bir an için muhteşemiz adlı kitabını ağır ağır, hiç acele etmeden okudum. önceleri uzun, çok uzun bir şiirin içinde hissettim kendimi sonra o şiir bir romana evrildi…

bu kitabı bundan 25-30 yıl önce okusaydım sanırım anlatıcı iç sesim olurdu. ama şimdi, biri yirmi dört diğeri onaltı yaşında iki çocuğun annesi olunca elimde olmadan içimde dönüp duran ses ve kalp çarpıntısı bir anneye aitti.

ben neredeyse bütün “haylazlıklarını” ailesinden saklayan bir kuşaktanım veya tersine çevirirsek haylazlıkları görmezden gelmeyi tercih eden bir kuşağın çocuğuyum…

oysa bize kalsa her şeyi anlatırdık her halde!

bugün olduğum noktada, duymak istemediğin şeylerden kaçmanın ne demek olduğunu biliyorum! ve fakat şimdi çocuklar hemen her şeyi olduğu gibi söyleme eğiliminde… bu iyi bir şey elbette ama itiraf edeyim bazen ağır!

küçük köpek’in annesi bu mektubu okusaydı ne hissederdi hayal bile edemiyorum…

***

bu kitabın öncesinde ismail gezgin’in homo narrans: insan niçin anlatır? kitabını okumuştum. elimde olmadan bu iki kitap birbirinin içine geçti zaman zaman.

ufak tefek, beyaz olmayan, göçmen ve kuir (queer) ocean vuong‘un dili ismail gezgin‘in ifadesiyle kendisinin, asla ait olmadığı düşünülen bir yerde yeniden inşaası mıydı?

“…yazıyorum çünkü bana bir cümleye asla çünkü ile başlamamamı söylediler. Ama ben bir cümle kurmaya değil, özgürleşmeye çalışıyordum. Çünkü özgürlük, avcıyla avı arasındaki mesafeden başka bir şey değilmiş…”

derken vuong, konuştukça konmaya ve yerleşmeye mi çalışıyordu?

muhtemelen…

***

müzik ocean vuong‘un dil evreninde çok önemli bir yere sahip… kitapta bunu hissediyor insan ve kitabın sonundaki teşekkür bölümde pek çok müzisyenin önünde eğiliyor; muhtemelen yazarken ona eşlik eden müzisyenler bunlar.

ve spotify’da kitabın müzik listesi var. onu buraya bırakıyorum…

Rüyanın kıyıları, gitgide genişliyor üstelik!

– Patti Smith, Maymun Yılı

günlerdir yazmıyorum çünkü içimden konuşmayı tercih ediyorum genel olarak…

ama sabah pembeden eflatuna, eflatundan sarıya dönen bir ışığın içinde zihnimde kırk tane tilkiyle yürürken dinlediğim bir parçayı burada çalmasam olmazdı.

tin hat trio ve tom waits‘den

helium

geliyor şimdi.

bulutlara doğru yürüyerek başladım. buna bir parça çalmasam olmazdı!

bir ezio bosso melodisi geliyor şimdi

cloud, the in mind on the (re) wind

diyoruz.

bir yayınla geliyorum şimdi… radyonun kaybolan sayfalarından birisi. üstelik bugün de günü sapsarı bir ışıkla kapattık! fotoğraf bugünden…

bu yayının müziklerinin youtube adresi için lütfen buradan buyrun.

—-

sarımsı bir griydi bugün gün. nispeten ılık ve sanki kendinden kaçmak ister gibi; ya da bana öyle geldi…iki hafta kadar sonra zorunlu bir izin yapacağım için tamamen işe gömülmüş durumdayım. yokluğumda sıkıntı yaratmayacak şekilde işleri toparlamaya çalışıyorum… manası var mı? yok! neyse bunu geçelim ve sarımsı gri güne geri dönelim. havanın yarattığı hisle sanırım kendime türkçe sözlü şarkılardan bir liste yaptım ve bu vakte kadar çalışırken bu listeyi döndürdüm durdum; güne “cuk” oturdu. bence yani…

***

bir de bugün neden bilmem aklıma seyhan erözçelik‘in ajitasyon şiiri düştü. durmadan “bir insanı kazı, altından ne çıkar” deyip duruyorum kendime.

Ortalıkta bir metafor mu dolaşıyor acaba?

Hayalet Paşa kaybolmuş

Sözlerin hiyerarşisinde uygun adım hislerle

Eskiden her şey kolaydı,

Oysa şimdi yağmur yağınca berraklaşıyor sloganlar.

Bir insanı kazı, altından ne çıkar?

Yumruğun her türlü sıkılışı, el sıkışma ve sıkılan birisi.

Oysa yumruk açılınca el olur.

Sen hangi çizgidensen, o çizgi elinde yazılıdır.

***

ve evet şimdi benim sarımsı bir griydi gün listemi dinliyoruz. parçaların sırası şöyle;

cihan mürtezaoğlu – sarı söz

cihan mürtezaoğlu – uçurtma

deniz tekin-böyle

serdar ateşer – istemeyerek

cenk taner – suda balık olsak

yaşar kurt – kendim gibi

mehmet erdem – herkes aynı hayatta

teoman – uçurtmalar

gripin sustuklarin büyür ıcinde

teoman & bülent ortaçgil – sensiz olmaz

feridun düzağaç – düşler sokağı

nilüfer & feridun düzağaç – kavak yelleri

nilüfer & vega – ta uzak yollardan

vedat sakman – usulca

leman sam & vedat sakman – her neyse

hüsnü arkan & birsen tezer – hoşgeldin

hüsnü arkan & luxus – abbas

can kazaz – nereye gidiyoruz

düş sokağı sakinleri – gitmem gerek bu şehirden

kazım koyuncu – terkediyorum bu kenti

a.’dan gelen “cuma günü annem gökte yıldız oldu” mesajını gördüğüm anda ağlamaya başladım ve sessizce ağlaya ağlaya uyuyakaldım. bütün gece uykuyla uyanıklık arasında bilge teyzeyi düşündüm. bütün gece bana, kalın camlı gözlüklerinin ardından gülümsedi…

iki gündür ona dair içimde ve zihnimde kalan “görüntüler” dönüp duruyor… ışıklar’da martı apartmanındaki evinin salonunda oturuyorum… masanın üzerinde her zaman olduğu gibi bir cumhuriyet gazetesi var… yine orada duran bir hasan cemal kitabı hatırlıyorum; hafızamın oyunu olabilir… ve salonda bambudan bir koltuk; bu da gerçek değil belki… sallanıyor muydu? masanın üzerinde örtü yok, ev çok düzenli değil… rüzgarla perdeler havalanıyor… benim büyüdüğüm evlere benzemiyor bu ev. evdeki ruh hali de… bilge teyze de diğer anneler gibi hiç değil…

evin arka tarafında bir odadayız… odaya dair hafızamda hiç bir detay yok. bilge teyze kapıdan bir peynirli kanepe tabağı ile giriyor… çok güzeller…

pazara çıkıyoruz annemle… veya o çıkıyor ben ardından yardım etmek için gidiyorum. her defasında yazsa üzerinde çiçekli basmadan kalın askıları olan elbisesiyle, daha soğuk soğuk bir mevsimse kırçılı yünden örülmüş yeleğiyle ve ayağında soket çoraplarıyla ve terlikleriyle bilge teyzeyi görüyoruz… kısa bir konuşmanın ardında ayrılıyoruz… annem yıllarca onunla pazarda karşılaşmaya devam ediyor…

yıllar sonra, istanbul’da fenerbahçe’de a.’nın veteriner kliniğindeyim. telefon çalıyor. arayan bilge teyze. bak yanımda kim var diye telefonu bana veriyor a. “ahhh z. ne yapıyorsun sen orada diyor tatlı sesi ve hissettiğim gülümsemesiyle“. ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum ama mutlu olduğumu hatırlıyorum; çocukluktan kalan bir mutluluk hali

artık o pazar kurulmuyor…

martı apartmanındaki o daire de yok…

a. ile antalya’da karşılaşma ihtimalim de kalmadı bu durumda…

geriye ne kalıyor bize… geriye ne kalıyor bizden…

hafızamızdaki görüntüler mi sadece… yada birilerinin zihnindeki görüntülere mi dönüşüyoruz…

belki de yıldız tozlarına karışıyoruz… bu ihtimali seviyorum yazdıktan sonra! ve tüm kaybettiklerimi yıldız tozu olarak hayal ediyorum…

***

antalya’da fırtına var bugün… dalgalar falezleri aşıyormuş … antalya’nın en sevdiğim hali… o da sadece hafızamda bir görüntü artık… bu böyle olmamalı…

***

by the roes, and by the hinds of the field

diyerek bir jóhann jóhannsson melodisiyle susuyorum şimdi.

bir havayla uyandık… daha doğrusu uyandım. kendime bir kahve yaptım ve dün gece izlerken uyuya kaldığım diziyi bitirdim…

bulutlar güneşin yükselen ışıklarını kesemiyordu. uzun bir süre pencereden güneş ışıklarıyla pırıl pırıl parlayan mücevherlere dönen martıların uçuşunu seyrettim. bunu her izlediğimde heyecanlanıyorum…

sonra kahvaltı yaptık a. ile ve sonrasında her ikimiz de çalışmak için bilgisayarlarımızın başına geçtik. bu hafta sonu uzun süredir bitmek bilmeyen bir işi neredeyse tamamladım; mesudum 😉

sonra annemle uzun bir telefon konuşması yaptık. dün instagramda yaptığım kitap alıntısının altına “evet mutluyum” yazmayı düşünmüş ve ama vazgeçmiş… epey güldük, başka şeylerden söz ettik. “peki mutlu musun?” dedim kapatırken “çok şükür mutluyum” dedi. biz genel olarak konuşmaktan ve duygularımızı dile getirmekten çekinmeyen bir aileydik. bunu bugün daha fazla hissediyorum! ama evet anneme “mutlu musun?” diye hiç sormamıştım!

geçenlerde kızım bana “bu hayattaki en büyük pişmanlığın ne dedi?” geçiştirmeye çalıştığımı farkettiğinde de “hadi itiraf et evlenip çocuk sahibi olmak” diye dalga geçti…

bir sürü pişmanlığım var elbette; en büyüğü hangisi bilmiyorum. belki de artık sorgulamıyorum!

***

elbette hafta sonu temizliği de yapıldı. pencerenin önünü temizlerken, taşların üzerinde unutulmuş üç tane kaktüs yaprağının nasıl da hayata tutunduklarını, yaşam için direndiklerini görünce içimde çok eski bir şarkı çalmaya başladı.

opus‘dan

live is life

elbette!

töreninin ardından her yerde bernie sanders var biliyorsunuz; montu ve yün eldivenleriyle bir efsaneye dönüştü.

şimdi ona çok sevdiği willie nelson‘dan biraz ısınsın diye

summertime geliyor.

nereden biliyorsun willie nelson sevdiğini diyorsanız şuradan buyrun.

ve willie nelson’ın bu nefis yorumu söylediği youtube videosu içinse lütfen şuradan.

“Ejderhaların varlığını inkâr edenler genellikle ejderhalar tarafından yenir. Kendi içlerinden.” 

– Ursula K. Le Guin

radyonun en sadık dinleyenlerinden biri olan sevgili ok. pandeminin ilk günlerinde yazdığı mektuba devam etmiş.

yazmaktan, kendi cümlelerimizi kurmaktan çok korktuğumuz, unuttuğumuz bu günlerde yaptığı o kadar kıymetli ki. ve içinde olduğumuz bu tuhaf günlerin en fazla sıkıntısını çekenlerden birisi o; eve mahkum edilenlerden!

evet sizleri bu çok güzel mektupla baş başa bırakmadan önce eşlik etmesi için bir ludovico einaudi melodisi bırakıyorum.

experience

diyoruz.

***

Sevgili Ursula, 

Uzunca bir süre beklememe karşın, ilk mektubuma yanıt vermediğin için sana kırgın değilim. Kitaplarını birbiri peşi sıra okudukça, aramızdaki mesafe her geçen gün biraz daha kısalıyor. Ya da ben öyle hissediyorum. Işıklar içinde bir yolculukta mısın, yoksa evrenin bir köşesinden gezegenimize bakıp hayretler içerisinde olan bitenleri mi izliyorsun? Öylesine bir merak ki bu benimkisi, sorma! 

Bu ikinci mektubumda “sen” diye hitap etmeyi yeğledim. Umarım bunu saygısızca bir davranış olarak değerlendirmezsin. Kendimi sana öylesine yakın hissediyorum ki, bilemezsin. 

Yaşamını sürdürüyor olsaydın, eminim ki gezegenimizde ortaya çıkan ve etkisini hız kesmeden bugün de sürdüren Covid-19 salgını ve insanlığın durumu hakkında onlarca cilt kitap yazardın. 

Biliyor musun?..   2021, geçen yılın yıkıntıları üzerinde yol alıyor. Sevdiklerimizle dilediğimizce görüşemez, onları kucaklayamaz olduk. Öylesine tuhaf bir yaşam sürdürüyoruz ki aklımızın sınırlarını zorlamaktan yorgun düşüyoruz.

Pek çok ülkenin adlarını dahi bilmediğimiz sokaklarına kadar dalga dalga yayılan, gezegenimizin neredeyse tamamını esir alan virüsün etkilerinin neler olduğu belirginleşmedi. Bulunan ve yararları tartışılan aşılara yönelik kavram kargaşasının ise ardı arkası kesilmiyor. Covid-19’un gelecekte, hangi alanlarda ne tür yıkımlara sebep olabileceğini öngörebilmek şimdiden mümkün. 

İnsanoğlunun, yaşamının her anında meydana gelmesi olası bu olağanüstü değişimlere ne denli ayak uydurabileceğini çok merak ediyorum.   

Çok önceden planlanmış girift bezemenin küçücük bir öznesi olmaktan öteye gidemeyecek miyiz? Bizlere biçilen roller gereği, elimize tutuşturulmuş bir metni okuyup seslendiren karakterler olarak yer aldığımız sahnede, bir kelebeğin yaşamından da kısa süreliğine görüneceğimiz ve sonra bir daha hatırlanmamak üzere sonsuzda yitip gideceğimiz düşüncesi giderek zihnimi kuşatıyor. 

Bu öylesine bir bezeme ki, her bir figürü bir diğerinin anlamını, orada bulunma nedenini sorgulama yetisinden yoksun… 

Kendimce bunları düşünüp dururken; okumuş olduğum, seninle yapılmış bir röportajı hatırladım:  

“… uzaylılar bizi ziyarete gelse ve Dünya’yı anlamalarını sağlayacak bir canlıyı incelemek üzere isteseler, yaşlı bir kadını temsilci seçeceğinizi (çünkü onun üç doğumu – kendi doğumu, çocuklarının doğumu ve menopoz- yaşamış tek varlık olduğunu)” söylemişsin. “Şimdi o kadınsınız ve ziyaretçiler sizi kendi gezegenlerine götürecek. Temsilcimiz olarak Dünya hakkında onlara ne anlatacaksınız?” sorusuna ise “Önümüzdeki yüzyıl ve belki de biraz daha uzun bir süre, buraya gelmeden önce dikkatle izlemelerini önerirdim. Çünkü burada işler çokta iyi gitmeyecek gibi görünüyor. İnsanlar hastalanacak, aç kalacak, korkuyla sinecek; insanlar toprak, yiyecek ve su için savaşacak. 

Ve onları şöyle uyarırdım: İnsan en çok dövüşmeyi sevmiştir; akılsızca üreyen ve açgözlülüğünün önüne geçilemeyen insan, dünyayı yağmalayıp yoksullaştırmadan ve dengesini bozmadan önce bile. Ama bizim umutsuz vaka olduğumuza karar verip Dünya’nın kapısına ‘GİRİLMEZ’ yazılmadan önce, onlardan şunu da rica ederim: 

Durun, bir de müziğimizden örnekler dinleyin, bazı şiirlerimizi okuyun, bir bahçede kan ter içinde çalışan ya da çömlek bir kap yapmak için özenle toprağı şekillendiren bir insanı izleyin, ya da küçük bir insan ailesinin huzur içinde gülüşmelerine ve konuşmalarına tanıklık edin.” yanıtını vermişsin. 

Bu yanıtının özünde var olan, bilgi birikimi miydi yoksa önsezi mi? Geleceği görmek için kâhin olmaya gerek yok elbette. Yaşanmışlıklardan ve onların kazandırdığı deneyimlerden yola çıkarak bir çıkarımda bulunabilmek mümkün.

Senin şu cümlelerin geldi aklıma: “Beni bir bilimkurgu yazarı olarak düşünen insanlar, çalışma odamda bir Zaman Makinesi olduğunu duyduklarında şaşırmayacaklardır.” 1

“Darwin’in teorisi, gerçeklik algımızı, her daim geçici olan bilgimizi, büyük ölçüde genişletir. Kendisini test ettiğimiz ve edebildiğimiz, daha fazla şey öğrendikçe, sürekli değişimlere maruz kaldığı müddetçe onu hakiki bilgi olarak kabul edebiliriz – geniş, zengin, güzel bir kavrayış. Ayyuka çıkmış bir hakikat değil, hak edilip kazanılmış bir hakikat. 

Görünüşe göre ruhlar âleminde bilgi kazanamayacağız. Onu sadece bir armağan olarak kabul edebiliriz: inancın armağanı. İnanç harika bir kelimedir ve inanılan bir hakikat de harika ve güzel olabilir. İnsanın neye inandığı gerçekten çok önem taşıyor. 

Keşke olgusal gerçeklerden bahsederken inanç kelimesini kullanmayı bırakabilsek, o da olduğu yere dönse ve dini inanç ile seküler umut meseleleriyle ilgilense… Böyle yapsaydık bir sürü gereksiz acıdan kurtulabilirdik sanırım.” 2

Ruhlar âleminde bilgi kazanamayacak oluşumuzdan, Uzaylıların gelmesinden vazgeçtim; keşke “zaman makinesi” ile gelebilseydin ve dünyanın kapısına “GİRİLMEZ” yazılmasına engel olabilseydin, “hak edilip kazanılmış bir hakikat” sahibi de olabilirdik.

Kim bilir?

Yanıtını sabırla, umudumu yitirmeden bekleyeceğim.

Sevgiler,

ok.

1 U. K. LeGuin, Boşa Geçirecek Vakit Yok, Pard ile Zaman Makinesi, (sf.100, Mayıs 2014, 1. baskı)  

2 U. K. LeGuin, Boşa Geçirecek Vakit Yok, İnanç İçinde İnanç, (sf.141, Şubat 2014, 1. baskı)  

dinledikten sonra bugün nasıl çalışacağım bilmiyorum.

sokağa çıkıp denize paralel yürümek istiyorum… maskesiz elbette!

***

erkan oğur‘un iki gün önce çıkan single’ını dinliyoruz.

bende kim var?

Sessiz insan

Kalbinde çığlık

Orada mısın

Hey söyle

Hava soğuk

Her yer buz gibi

Kimse var mı

Hey söyle

Bu ses yabancı

Orada kim var

Gökyüzü yerde

Dip dalgası

Kalbi çığlık

Sesler fısıltı

Bende kim var

Hey söyle

1 6 7 8 9 10 41

kategoriler