bana burası radyo şarampol‘ü gönderdiğinde ne yaptığını çok iyi biliyordu. kitabın beni olduğum yerden alıp erken gençliğin, o kendini keşfetmeye ve hissetmeye başlamanın zorlu ve fakat bir o kadar da heyecanlı yolculuğuna geri götüreceğinin elbette farkındaydı.
üstelik, kitabın “evreni” tam da o kendimi keşfetme ve hissetme yolculuğumun geçtiği coğrafyayı, sokakları, caddeleri, çay bahçelerini, deniz kıyılarını, müzikleri, mekanları, nesneleri, ruh hallerini, narenciye bahçelerinin çiçek ve portakal kokularını veriyordu bana…
uzun bir okuma oldu benim için, neredeyse kitabın tamamını işe gidiş geliş yolunda, serviste okudum. belki de okumanın ötesinde hayatımda ilk kez bir kitaba kendi hikayemi ekledim ve hatta kendi evrenime göre metni düzelttim. şu anda elimde olmadan şarampol’de büyümüş filiz’den çok yenikapı’da büyüyen ve kendini bulmaya çalışan o sessiz ve sakin kızı düşünüyorum. elbette filiz de okuldaki şarampol’lü ve matematiği iyi olan benden iki üç yaş büyük kız olarak kendi hikayesi ve evreniyle benimle…
şimdi burada, kitaba kaçak olarak giren o kızın, z.’nin burası radyo yenikapı çağrışımlarını yazacağım; kısa, kısa ve hafifçe puslu anılar halinde…
***
… annemin mutfağında her zaman bir radyo vardı… ikindileri çalan fasılları, cumartesi günleri dinlediğimiz radyo tiyatrolarını, arkası yarınları hiç unutmadım ama hafızamda tuhaf bir şekilde en çok kalan joseph kessel’ın atlılar adlı romanından uyarlanan arkası yarının cilgılı oldu. o gün bugündür o kitabı okumak isterim. artık vakti geldi sanırım…
… kitapta geçen antalyalı şair metin demirtaş yerine benim o yıllardaki antalyalı şairim abdullah şanal‘dı. ablamın lise edebiyat öğretmeniydi sanırım ve evde onun bir kitabı vardı. ne zaman hatırlamıyorum ama kitabı karıştırdığımda bir dizeye takılıp kalmıştım; hala zihnimde dönen bir dize bu;
“zamanlama yanlışıdır yansıyan düşlerime”
gugullayınca, abdullah şanal‘ı buldum. kitabın arkasındaki pos bıyıklı o genç adam artık bambaşka birisi tabii…
… şimdi yat limanı olarak bilinen eski liman… bir kız çocuğunun balık tutmasının mümkün olmadığı bir yer benim için… niyeyse hafif karanlık, çok temiz olmayan, balık ve nem kokan bir balıkçı mekanıydı orası… bizim günlük yaşamımıza neredeyse hiç dahil olmayan bu limana münci enişteler geldiğinde gezmeye gitmiştik… belki de sonrasında, lise yıllarımda, bütün değişim ve dönüşüm sürecini yakından takip etme ve yaşama şansım olduğu için eski liman sadece siyah beyaz bir fotoğrafın hissiyle kaldı içimde… martılarsa antalya’da neredeyse hiç yoktular ve hala yoklar…
… konyaaltı… obalar… varyanta en yakın olan obalar antalya’lı varlıklı ailelerinin yazlarını geçirdiği düzgün yapılardı… annemin kuzeninin oradaki obasına gittiğimizde gördüğüm bir kasa coca cola (burada hafızam beni yanıltıyor olabilir) veya gazoz benim için inanılmaz bir zenginlik göstergesiydi… bizim evimizde değil bir kasa bir şişe bile olmazdı. soğuk içeceklerimiz vişne şurubunun tanesiz kısmının sulandırılmasıyla yapılan vişne şurubu, annemin ezilmiş meyvelerle yaptığı karışık meyve suları veya limonataydı elbette… biz hiç obada kalmadık… ama bir karpuz ve annemin yaptığı zeytinyağlı dolma ve böreklerle nihal teyzelerin yüzme havuzunun daha ilerisine kurdukları derme çatma obalarına çok giderdik…
… antalya film festivali bizim çekirdek ailemiz ve komşularımız için inanılmaz şenlikli ve eğlenceli bir şeydi. her yıl gelişini heyecanla karşılar, palmiyeli yolda korteje mutlaka katılırdık… faytonlarla, kocaman üstü açık arabalarla önümüzden geçen ünlülerin gülüşleri ve el sallamalarıyla etrafa yayılan neşe ve mutluluğu hala içimde hissediyorum. bir ünlüyle göz göze gelmek ve onun size gülümsemesi büyük bir olaydı o zamanlar. festivalle başlayan sokak konserleri ve gösterileri, konyaaltı sahilde yapılan kalabalık sünnet töreni konserleri eylül ayının en keyifli etkinlikleriydi. oturduğumuz evin çok yakınlarında ara sokakların birinde kurulan sahnede rüştü asyalı‘nın keloğlan yorumunu hayal meyal hala hatırlıyorum…
… içinde olduğum ailenin ve elbette babamın dünya görüşüyle beraber yetmişli yılların hareketliliği ve seksenlerin karanlığı sola meyletmemin nedeniydi… saray sinemasında sloganlar ve marşlar eşliğinde, ürkerek ve kalbim çarparak izlediğim sürü filmi… topladığım renkli, siyah beyaz çocuk, işçi, köylü fotoğrafları… fabrikada çalışan bir genç kızı anlatmaya çalıştığım ilk öykü denememi bir aile büyüğüyle paylaşmam sonrasında duvara çarpmam ve uzun yıllar yazdığım her şeyi deneyimlemem gerekiyor gibi bir zorunluluk hissetmem; yazmaktan korkmam!… çağlayan lisesindeki bir öğretmenin aynı model ve ördekbaşı yeşil rengindeki arabasıyla karıştırılarak, ziya amcanın apartmanın altındaki arabasına bomba konması ve bir gece patlayan bomba sesiyle uyanmam…. babam iş gezisinde olduğu için annemle yattığım yatağın üzerindeki küçük cam parçalarının parlaklığı, camlardaki çatlaklar, bütün apartmanı saran korku, keder, üzüntü ve göz yaşı… seksen darbesi sonrasında jandarmaların gezdiği boş sokaklardaki bisiklet turlarımız…. en sevdiklerimden biri olan edip akbayram’ın eşkiya dünyaya anam hükümdar olmaz şarkısını ortaokulda bir sınıf etkinliğinde söylemeye çalışırken sesimin titremesi ve sınıftaki gülüşmeler nedeniyle buharlaşıp kaybolmayı istemem… yarın dergisiyle tanışmam… belediye işhanı’nın ikinci katındaki akdeniz kitabevi’nin müdavimi olmam… cumhuriyet kitap kulübü üyeliğimle içten içe duyduğum gurur… cumhuriyet gazetesine gönderdiğim ve yayınlanan yorumum için yaşadığım heyecan ve mutlulukla üniversite yıllarıma geldiğimde dalga geçmem ve hatta biraz utanmam…
… filiz’in gittiği lisedeki öğretmenlerim… kapıda bekleyerek, belde kemerin altına toplanarak kısaltılan etekleri dikişlerinden yırtarak uzatan, sınavlarda yüksek topuklu ayakkabılarıyla sandalyenin üzerine çıkan coğrafya öğretmeni çılgın meloş, çok hızlı konuştuğu için trilom lakaplı bir beyefendi olan edebiyat öğretmenimiz ve divan edebiyatının benim için bir muamma olarak kalması, ortaokul yıllarım boyunca desteklenen ressam olma hayallerimin liseye gelince bunu hobi olarak yapman daha iyi şeklinde telkinlerle yerle bir edilmesi, kendimi dertleşecek kadar yakın hissetmem bir yana beni bir birey olarak ciddiye aldığını hissettiğim ingilizce öğretmenim adil bey, “sanat mı önemlidir bilim mi?” başlıklı münazarada çok acayip bir savunma hazırlayarak, herkes “elbette bilim” diyerek “baştan kaybettiğimizi” söylerken sanat’la kazanmamız ve bu mağlubiyeti kaldıramayan en yakın arkadaşlarımdan birini kaybetmem…
benim için filiz’in ali’si gibi olan altuğ’un bize adalet ağaoğlu‘nun kitabı hadi gidelim‘le gelip, kurşunlu şelalesine gitmemizi istemesine annemin evde komşular olduğu için izin vermemesi ve yaşadığım günlerce süren hayal kırıklığı…
… annemin bize elbise dikeceği zaman, fikir almak için konfeksiyon vitrinlerine yaptığımız turlar… dikiş makinesinin sesi, annemin müşterileri, annemin işleri yetiştirme telaşı… kumaş kokusu, kumaş dokusu, kumaş renkleri, kumaşın üzerine koyarak seçtiğimiz düğmeler ve düğmeleri satın aldığımız küçücük dükkanların kaotik dünyası, kumaşçılarda, raftan seçtiğimiz kumaş toplarının önümüze çok zarif bir el hareketiyle açılması, kendimi her kumaşa hafifçe dokunmaktan alıkoyamamam ve seçtiğimiz kumaşın metreyle ölçülürken ve kesilirken yapılan hareketlerine büyülü hareketlermiş gibi takılı kalmam…
ve o zamanlar arpacı bir kuş gibi olan ruh halimin hala zaman zaman benimle olması ve o kızın hala içimde bir yerlerde saklı kaldığını hissetmem…
***
kitapta belediye işhanı’nın duvarındaki prometheus resminden söz edildiği bölümleri okuduğumda kalbim çarptı… sanki binlerce yıl öncesinden söz ediyordu… ve sanki ben ida’lı ölümsüz bir tanrıça gibi bu hayatı döne döne, bitmeden yaşamaya mahkumdum… ömür dediğimiz meselenin kısalığı fikri uçup gitmişti bir anda… o hayat bitmiş, başka bir hayat yaşanmış, sonra başka bir hayat daha geçip gitmişti belki… kaç farklı hayatın içinden girip çıkmıştım acaba?… kim bilir?…
benim çocukluğumda, 80 öncesi antalyasının efsanevi bir belediye başkanı vardı. niyeyse yıllardır onun artık yaşamıyor olduğundan çok emindim… meğer sadece 1941 doğumluymuş ve hala hayattaymış selahattin tonguç. darbe dönemimde görevinden alınan bu çok kıymetli belediye başkanının antalya’da yarattığı sanat ve sosyal ortamı inanılmazdı. aşağıya prometheus resmini yapan orhan taylan‘la birlikte salt’da 2013 yılında yaptıkları bir söyleşiyi bırakıyorum. bu söyleşi o dönem antalya’da yaratılan çevrenin ne kadar değerli olduğunu eminim size hissettirecektir…
bütün hikayeyi ve 80’de memleketi saran hastalıklı kafayı şu yazıdan da okuyabilirsiniz.
***
başladığımda bu kadar uzun bir yazı olacağını düşünmemiştim doğrusu… üstelik aslında yazacak daha çok şey var. ama bir yerde durmam gerekiyor sanırım…
son söz olarak müzikten söz edeceğim elbette ve benim müzik evrenimde radyonun yerinden…
radyo z elbette kendiliğinden ortaya çıkan bir şey değil annemin genç kızlığında evlerine alınan ilk radyonun, üzerinde danteliyle bizim evimizde yer almasıyla başlayan ve annemin mutfağındaki radyolarla devam eden bu macera, TRT radyo 3’de dinleyip öğrendiğim klasik müziğe ve en önemlisi çok kıymetli şebnem savaşçı & yavuz aydar‘ın memleketin en uzun soluklu radyo programı olan stüdyo fm‘le doruğa ulaştı. bugün bile çok büyük bir keyifle dinlediğim police, neil young ve salif keita gibi müzisyenleri bu şahane iki insanla tanıdım. yakın zamanlara kadar ntv’de, ntv stüdyo olarak program yapmaya devam ediyorlardı; son durumu bilmiyorum… şuradan yayınların podcast’lerine ulaşabilirsiniz.
***
müziğe gelince radyo yenikapı‘nın müzik listesi radyo şarampol’den birazcık farklı aslına bakarsanız. antalya festivali’ne gelen müzisyenlerin şarkılarından, anne babalarımızın piknik repertuarlarına giren türk sanat müziği şarkılarına, siyah beyaz müzikal filmlerin melodilerine, aspendos tiyatrosu ve antalya stadyumunda yapılan konserlere, dandan gazinosu’na ve elbette stüdyo fm’e dayanan bir liste bu; elbette çok küçük bir bölümü ve hızlıca ilk aklıma gelenler… filiz’in listesinde berlin dönemi melodileri de var ama ben ona karşılık gelen odtü yıllarımın melodilerini buraya hiç almayacağım…
önce antalya’lı besteci ismail baha sürelsan‘ın beni hep mutlu eden şarkısı
o yaz günleri en tatlı hayallerle geçti‘sini
nesrin sipahi‘den dinliyoruz.
sonra sizi youtube’da radyo yenikapı’ya alayım.
Şahane bir yazı olmuş, bazı bölümlerini okurken tüylerim diken diken oldu yemin ederim. Hala yüreğimizde sakladığımız küçüklük hallerimizin duyguları beni hep ürpertir zaten. Yazdığın çoğu şey benim bu şehre, yeni evli, 6 aylık hamile, ev bulamadığı için bir süre kaynanasının küçücük evine mahkum, hayat ve evlilik acemisi hallerime denk geliyor. El yordamıyla şehri ve bu şehirde yaşayan ve çoğuna korkuyla, çekinmeyle yaklaştığım kocamın akrabalarını tanımaya çalışmam, kendimi çok yalnız, çok çaresiz ve çok mutsuz hissettiğim dönemler. İnsan 30 undan önce evlenmemeli bence 🙂 Çok senkronize idi kitabın başlayışı ile benim bu şehre gelişim. 5-6 ay olmuştu, kayınbiraderim nişanlanmış, ertesi gün de herkes bize yemeğe gelmişti. Küçücük, sürekli zırlayan bir bebekle uğraşıp bir yandan da onca kişiyi ağırlamış yollamıştım ki sabahına 12 eylül ün Hasan Mutlucan’ı çıktı TV’lere.
Obalara ben de hiç gitmedim ama o bahsettiğin yüzme havuzu yanındaki derme çatma yerlere gitmişliğim çoktur misafir olarak. Hasılı kitabı çok sevmiştim, bu yazıyı da en az kitap kadar sevdim. Abdullah Şanal’a gelince, benim de bu şehre ilk geldiğimde her yerde karşıma çıkan bir adamdı, elinde şiir kitabıyla. Yakın zamana kadar görürdüm ama sanırım artık çok ihtiyarladı. Akdeniz Kitabevi ise benim de müdavimi olduğum yerlerdendi, bir de Kırımlıoğlu Pasajı’ndaki edebiyat öğretmeni Sacit Bey’in Barış Kitabevi. O günleri çok özlüyorum desem…
Aklıma geldi, Kalekapısı’nda dolaşıp karşısından gelenlerin sırtına yumruk indiren ya da ellerindek yiyeceği kapıp kaçan akli dengesi bozuk sarışın genç adamı hatırlar mısın?
Hatırlamaz mıyım? Ama sen yazana kadar aklıma gelmemişti doğrusu. Aynı şekilde Barış Kitabevi de silinmiş bir şekilde. Aslında tahmin edersin anlatacak çok şey var. Çok renkli ve keyifli bir çocukluk ve erken gençlikti benim ki. Pek çok hüzne ve zorluğa rağmen. Bambaşka bir hayatın içindeydik, o net…
Sevgili Zelda,
Nurşen sana kitabı gönderirken ne yaptığını elbette biliyordu, ben de senin Radyo Şarampol’ü okuduktan sonra böyle bir yazı yazacağını biliyordum.
Ben bile 1980’de Antalya’da on gün arkadaşımın evinde kalmakla başlayan bir dolu yaşam koşutluğu bulup yazdıysam, senin anlatacaklarının ancak bir yerde kesmekle biteceği besbelliydi. 🙂
Şükran Yiğit, bir dönemi ve yaşananların ortak paydasını çok iyi gözlemlemiş ve romanında aktarmış. Çok severek okudum, ben de.
Şİmdi Radyo Yenikapı’yı dinliyorum bunları yazarken, sonra videoları izleyeceğim, teşekkürler. 🙂
Asıl ben teşekkür ederim. Sımsıkı sarılıyorum….
Ben de Radyo Yenikapi’yi cok sevdim, okumak cok güzeldi. Elinize saglik.
Sizden böyle bir mesaj almak ne güzel. Çok ama çok teşekkür ederim. Sevgilerimle…
Soluksuz okumak nedir, için yeni bir tarifim var artık. Kitap kitaplığımda bekliyordu; almış, övgüleri okumuş, onu daha özel bir zamana bırakmıştım. Şimdi, biraz daha olduğu yerde kalabilir diye düşünüyorum; beklemek zor olsa da tadını çıkarmayı seviyorum işte:) Aynı dönemlerin insanları olarak hayat biriktirmek adına şanslı olduğumuzu biliyordum, bunu her zaman dile getirir, insan çatlatır ve bunun tadına da bayılırım. Farklı şehirlerin insanları olsak da aynı dönem insanları olarak benzer şeyler biriktirmiş olmak, bu çoğul hâl şahsen bana, güzel yaşamışız, güzel biriktirmişiz ve ne olursa olsun, bir yanı acı da olsa , şu sıkıntılı günleri bile farklı yaşamayı becerebiliyoruz, dedirtiyor. Enfes bir yazı! Ve Nesrin Sipahi! Ve elbette, hemen bir kahve ve Radyo Yenikapı. Ne güzel bir gün başlangıcı, teşekkürler:)
Çok teşekkür ederim. Ben de güzel yaşadığımızı düşünüyorum her şeye rağmen. Her şeyden önce pek çok dönüşüm yaşadık ve bizler de değiştik.