dört günlük…

… Yolcuydu, başına her türlü şey gelebilirdi, hazırdı buna, ama bütün yolcular gibi gene de her şeyin yolunda gitmesini, her şeyin ayağına gelmesini için için beklemişti; gizli, kaçak, saklangen bir duyguydu bu…

antalya kaçamağımın sonuna geldim… havaalanına gelip çantamı teslim ettikten hemen sonra uçağımın neredeyse üç saat sonraya ertelendiğini öğrenince kendime bir kahve aldım, bilgisayarımı açtım ve camların ardındaki sıcak ve çöl tozlarıyla parlaklığını ve canlılığını yitirmiş havayı unutmaya çalışarak yağmurlu bir havada benim için yepyeni olduğunu düşündüğüm bir cafe’de olduğumu varsayarak spotify’daki çok sevdiğim caz listesini döndürmeye başladım; arkada açtığım bir youtube videosu da bana gerekli yağmur hissini sağlıyor…

yıllardan sonra ilk kez antalya’ya yalnız geldim ve kendimi anneme, ablama ve antalya’ya bıraktım… annemle birlikte, hatırladığım bütün çocukluğumun ve erken gençliğimin geçtiği evde, yıllar içinde değişen, evrilen yepyeni bir dil evreniyle, konuştuk durduk… üniversite yıllarımda çekildiğim sakin bir liman hissi yaratan bu ev artık içinde pek çok anının, sözcüğün, fısıltıların, kahkahaların, neşenin, hüznün, acıların, nesnelerin yığılı olduğu, koyu yeşil bir bahçenin ortasında, ağaçların arasından süzülen ışık huzmeleriyle birlikte koyu gölgeleri olan ve tek göz odadan oluşan bir ev gibi; her şeye rağmen dingin, huzurlu ve sessiz…

ablamla büyüdüğümüz kaleiçi’nde sapsarı limonların, çiçekleriyle meyvelerin yan yana olduğu turunçların altında oturup uzun uzun konuştuk bir gün… hayatın kendi normali içinde beni yoran, içimde yük olan şeyleri, birikenleri ona ağır ağır, bazen hafifçe gözlerim dolarak anlattım… sakinleştim… hafifledim… bu hayatta hiç bir zaman aslolan kadın dayanışmasıdır, kadını kadın anlar gibi bir bakışa sahip olmadım ama bir kızkardeşle büyümenin güzelliğini, ayrıcalığını, neşesini ve güvenini kendimi bildim bileli hissettim. çocukluğumdan beri genel olarak sessiz, çok da konuşkan olmayan ve renklerle ifade edecek olursam pastel tonlarda biriydim ailemdeki pek çok kişiden farklı olarak ve fakat her zaman ablamın renkliliği, ışığı, canlılığıyla neşelendim ve iyi hissettim…

ve antalya… antalyam… kaleiçi’ni bir turist gibi, sokak sokak gezdim bu defa. bunu en son üniversite yıllarımda yapmıştım sanırım; bilmiyorum… insanın hafızası tuhaf oyunlar oynuyor ve hafıza denen şey kendi kurgusunu yaratıyor yıllar içinde… bazen boğazımda kocaman bir yumru vardı ve o yumrunun orada takılı kalmaması için de gözyaşlarımı özgür bıraktım… istanbul’daki son haftalarımda murakami’nin 1Q84 romanı benim için zihnimden geçenleri durdurmak için bir “pause” tuşu işlevini görmüştü; gecenin bir yarısı uyanıp o kocaman kitabı kucağıma alıp okuyordum; bazen bir gecede iki kere falan. antalya’da bu “pause” tuşu hiç şüphesiz kaleiçi oldu…

bir gece rüyamda 1Q84 romanında bilge karasu‘nun göçmüş kediler bahçesi kitabı anılıyordu; sabah uyandığımda bu rüya mıydı, yoksa gerçekten gece okuduğum bölümlerde bu geçiyor muydu diye düşündüm uzun uzun ve romanı karıştırdım. elbette geçmiyordu, romanda tengo’nun kediler kentine yaptığı yolculuklar zihnimin kıvrımlarında uykuya yatmış bu kitabı çağırmıştı sadece. 1997 yılında, tezer’in doğduğu yıl alınmış ve okunmuş bu kitap sessizce tekrar hayatıma giriverdi ve antalya’da bana eşlik etti; daha iyi bir can yoldaşı olamazdı; bir süre başucu kitabım olacak sanırım…

***

bu gezinin şahane bir güzelliği de sevgili nurşen’le akdeniz’e karşı oturup uzun uzun sohbet etmek oldu; yıllardan sonra birbirimize gerçekten kavuşmuş olduk böylece… o uzun sohbette geçen bir cümleyi buraya bırakıp susacağım: “bizim gerçekten kim olduğumuzu bilenler hemen yakınımızdaki bazı arkadaşlarımız değil, blog arkadaşlarımız belki de…

***

uzun yürüyüşler yaptım ve her defasında şehrin sesini dinlemek yerine kendimi müziğe bıraktım. ama bana antalya’nın sesi ne diye sorsanız hiç tereddüt etmeden kumru kuğurtusu ve kanat çırpıntısı derim… kumrular ve güvercinler her yerde; antalya her sabah güne derin ve yoğun bir tonda bu seslerle başlıyor…

ve uzun yıllardan sonra ilk kez bu coğrafyaya ve iklime ne kadar ait olduğumu hissettim… yıllar içinde yaşadığım kentlerde ve iklimlerde kendimden vazgeçmiştim sanki diyerek nefis bir akdeniz albümü bırakıyorum buraya…

2 Responses
  1. Bana o kadar iyi geldin ki, çok ihtiyacım varmış. Belki biraz çok konuştum ama sanırım onları dökülmeye de ihtiyacım varmış. Yukarıya da yazdığın cümle, bu kadar seyrek görüşme, bu kadar uzaklık ama bizi bize bağlayan bir şey var işte. Birhan Keskin der ya: “İçimi açtım sana/İçini açmak için”
    İyi ki geldin…

Leave a Reply to radyo z Cancel Reply

kategoriler