“acaba düşe düşe dünyanın tam içinden geçip öbür tarafına çıkar mıyım?”
– alice harikalar diyarında, lewis carroll
en son 7 şubat günü şöyle yazmışım;
kahramanmaraş merkezli korkunç bir deprem oldu dün. on il etkilendi. durum korkunç. aslında iki deprem oldu peşpeşe. insanlar perişan durumda. hava soğuk. yardım yetersiz…
ardından yaşananları biliyorsunuz zaten!
çoğumuz gelmekte olan o felaketin ve cinayetlerin tanığıydık ve bu tanıklıkta zanlıyı doğa olarak görmekten vazgeçemedik; oysa doğa kendi ritmi içinde, kendi dinamikleriyle varlığını sürdürüyordu ve biz tamamen doğaya ait olan varlığımızı “inkar ederek” suç ortaklığımızı derinleştiriyorduk. tasarlanmış bir suç ortaklığı değildi elbette bu; teslim alınmış hayatımızın, aklımızın ve irademizin bir sonucuydu!
sonrası malum; tüm tanıklar bu korkunç “cinayetin” maktullerine dönüştü!
canlarını verenler…
uzuvlarını kaybedenler…
çocuklarını, annelerini, babalarını, kardeşlerini, ailelerini, arkadaşlarını, dostlarını, çiçeklerini, kedilerini, köpeklerini, kuşlarını kaybedenler…
evlerini, eşyalarını kaybedenler…
anılarını, neşelerini, kahkahalarını, gülümsemelerini, umutlarını kaybedenler…
mahallelerini, sokaklarını, komşularını kaybedenler…
işlerini, dükkanlarını, tezgahlarını, hayvanlarını, tarlalarını, ahırlarını, seralarını kaybedenler…
ekran karşısında gördükleri karşısında nefes almaktan, yemek yemekten, uyumaktan, üşümekten, acıkmaktan, susamaktan, yıkanmaktan, temizlenmekten utananlar…
bir süre sonra bunu da unutacağız hissiyle nefesleri kesilenler…
ne zaman geleceği bilinmeyen ve fakat geleceğinden emin olunan yeni yıkımların altında kalacağından emin olanlar…
kirişlerin, duvarların, tavanların ve tabanların altında ezilme hissiyle uykularından uyananlar…
mutfak dolaplarını her açtığında bütün cam, porselen ve seramik eşyaların tuzla buz olduğu hissini yaşayanlar…
ve bütün bu olan biten karşısında hiç bir şey hissetmeyenler ve “inançlarına” sığınanlar…
sonuçlarının gerçekliği, şiddeti, vahşeti ve hissettirdiği veya hissettirmediği birbirinden çok farklı olsa da hepimiz bu cinayetin maktulleriyiz! yaşanan, ölümün farklı biçimleri…
eğer böyle devam ederse, bir sonraki cinayete kadar bu maktul oluş bazılarımız için yeniden tanıklığa evrilecek ve hemen ardından yeni ölümlere…
“… Sanki
bir sandalyenin yerini değiştiriyormuş gibi
‘Ölüp gidiyoruz işte!’ dedi,
kaldırmadan başını.
Günlük işlerdenmiş gibi ölüm.
Bir rüzgâr dövüp duruyordu önündeki denizi
Arada bir başını kaldırıp baktığı.“*
***
bu gece yine deprem sonrası sürekli gördüğüm ve içinden çıkamadığım sokakların, evlerin, toz ve ahşap kokan odaların, eski eşyaların olduğu rüyaların birindeydim; küf ve nem kokan, ışığın ele geçiremediği bir evde dokunmaya kıyamadığım rengarenk porselenlere, biblolara, porselen kandillere bakıyordum. her şey bir anda dağılacak ve ev yıkılacakmış gibi hissettiğim bir anda yanımdan sessizce ananem, ali amca ve muazzez hala geçti; gözlerinin temasını hissedemedim ama ali amca’nın elini omzumda hissettim; birden içinde olduğum evin, burdur yenci mahallede halamın oturduğu ev olduğunu anladım. sonrasında bir sandık odasındaydım. deri kılıfı olan küçük siyah bir radyoda, patti smith white rabbit‘i söylüyordu. ortada radyo falan yoktu aslında ama ben müziğin nereden geldiğini biliyordum. pek çok rüyamda bu radyo yeniden yeniden karşıma çıkıyordu çünkü… ceviz bir sandığın üzerinde ütülenmiş ve katlanmış bembeyaz çarşaflar ve yastık kılıfları vardı. odanın köşesinde duran küçük ceviz konsolun en üst çekmecesi açıktı; parlak kağıtlara, paketlere sarılı şekerlemeler, ezmeler ve lokumlarla dolu olan bu çekmeceden üzerinde kırmızı şeritler olan krem rengi bir paketi alıp açtım; küçük bir ısırıktan sonra ağzımda badem ezmesi dağıldı, tadını alamadan uyandım. yine ağzım sımsıkı kapalı ve dişlerim sıkılmış haldeydi… son iki aydır bunu çok sık yaşıyorum…
kendimi rüyalara kaçıyor gibi hissediyorum ama geride kalan her şeyi de kaçarken peşimden sürüklüyorum…
***
son söz olarak yukarıdaki fotoğraftan söz edeceğim. karşıma çıkan yüzlerce görüntü sonrasında aklımdan çıkaramadıklarımdan birisi bu. kaynağı medyascope’da yayımlanan bir sevilay çelenk yazısı. yazıdan küçük bir alıntı bırakıyorum;
“… Video aktivisti ve belgeselci Kazım Kızıl’ın çektiği fotoğraf gibi. Kazım Kızıl “doğrulanmış” notunu düşerek şu paylaşımı yapmış; “Ailesi ve depremden sağ kurtulan tavşanı Zeytin ile çadırda kalan Sultan Abla ‘Alice Harikalar Diyarında’ kitabını okurken…” Fotoğraf olağanüstü etkileyici. Sanki koca ülke, bir tavşan deliğinden geçerek kurtulmak istiyor. Yaşananların hakikat olmadığını nihayet anlayacağı düşsel bir ferahlığa uyanmak istiyor. Fotoğrafta bunu görüyorsun. Herkes ama bilhassa kadınlar ve çocuklar müthiş güç koşullarla boğuşuyor çünkü. Sadece o ferahlık, o basit ferahlık bile yorgun, acılı ve öfkeli insanlara şimdi harikalar diyarı…“
ve elbette patti smith‘den
white rabbit‘i dinliyoruz.
*ilhan berk, günlük işlerdenmiş gibi ölüm.