“… uzak eski zamanlardan beri istanbul’u resmetmiş tüm ressamlarla aramızda ışık çarpması, baş dönmesiyle kurulan bir renk bağı olduğu kesin. o göz kamaştırıcı açıklık hissinden, ufuk görgüsünden, kubbe çınlamasından, deniz dalgınlığından söz etmemek olmaz. kuş bakışı, geniş açı, istanbul açısı diyebiliriz buna…“
– latife tekin
yeni bir haftaya başladık… pazardan cumartesiye kadar sabah saatlerinde çalıştık ve öğleden sonraları sandviç yapıp, mataralarımıza şarap doldurup dışarıya çıktık… üç gün istanbul’un kalabalığına karıştık. normal iş günlerinde kaotik olduğu kadar bir o kadar da mekanik olan bu kalabalık bayram günlerinde tamamen başka bir şeye dönüşmüştü. aslında daha da kalabalıktı ve daha da kaotik elbette. etrafta bayramlıklarını giymiş, çoluklu çocuklu ne yapacağı pek de belli olmayan, öngörülemez, gürültücü, neredeyse mutlu, aniden duran, öylece bekleyen, fotoğraf çektiren, fotoğraf çeken, renkli ve hatta rengarenk bir kalabalık vardı… istanbul’da, evinde kalan neredeyse bütün ahali sokaklara çıkmış gibiydi. bir gün yeni deniz hatlarından biri olan kadıköy-eyüpsultan hattını denedik. eyüpsultan sokaklarından yürüdük ve inanılmaz güzellikteki mezarlığın içinden yürüyerek piyer loti tepesi’ne çıktık. yine aynı yoldan geri döndük… bu hattı denizden geçmek inanılmaz keyifliydi…
bir diğer gün meşher’deki göz alabildiğine istanbul sergisi’ne gittik; benim için ikinci turdu aslında bu; yine olsa yine giderim. bu ziyaretin öncesinde meşher’in bu sergi için çağrışımlar başlığı altında düzenlediği panellerdeki bazı konuşmacıları dinledim. ilk paneldeki, latife tekin ve murat germen sunumlarını istanbul sevdalılarının mutlaka dinlemesini tavsiye ediyorum. merak edenler şurayı tıklayabilir.
latife tekin’in “İstanbul Üstüne İstanbul Kuranlar” başlıklı sunumunu dinlemek hem çok etkileyici hem de bir o kadar can yakıcıydı aslında; aşağıya minik bir alıntı bırakacağım. burada istanbul’u görmeden hayali olarak ve anlatılanlardan yola çıkarak resmeden sanatçıları selamlıyor latife tekin;
“… o hayal meyal eserler başka bir yerden dokunup duygulandırdı beni, istanbul’u görmeden göçüp gelmiş insanlar arasında büyüdüğüm için. ilk romanlarımda şehrin içinde hayat arayanları hikâye edip anlattım; kederli, masum bir habersizlikle istanbul üstüne kurdukları istanbul’da savrulup gidenleri…”.
murat germen’se “Bakma, Görme ve Aktarma Biçimleri: İstanbul’un Evveli ve Âhiri” başlığı ile yaptığı sunumunda, sergideki gravürlerle ve fotoğraflarla kendi çektiği fotoğrafları karşılaştırıyor ve aslında dönüşümü gösteriyor; latife tekin’in sunumuna çok güzel göndermeler de yapıyor bu arada… buraya ondan da bir alıntı bırakayım;
“… latife hanım’ın şahane metninde ufuk çizgisi lafı geçiyordu. ufuk çizgisi istanbul için çok önemli ve referans noktası. istanbul’u bu yüzden de yüz küsur sene önce de, yada yüzlerle yıl önce de, resmi de dahil ettiğimizde tabii ve şu anda da panaromik olarak kaydetme içgüdüsü uyandırıyor. çünkü istanbul aslen ufuk çizgisi çevresinde şekillenmiş, gelişmiş ve güzelliği orada. bunu ne kadar dikeyleştirmeye çalışırsanız çalışın eninde sonunda yataylık bu kentin her zaman en içsel karakterlerinden bir tanesi…”
üçüncü günün sonunda, dönüş yolunda toplu taşımanın kalabalıklığını da fena halde yaşayınca tatilin geri kalan günlerinde evin yakınlarında, yürüyüş mesafesinde kalmayı tercih ettik.
şimdi elbette bir istanbul şarkısı dinleyelim değil mi? fazıl say ve serenad bağcan‘dan dinliyoruz;
istanbul’u dinliyorum.
***
bu arada tatilde;
yiyun li‘nin yazdığı ve sevgili nuray önoğlu‘nun çevirdiği kazkafanın kitabı‘nı bitirdim. fransız kırsalındaki iki kız çocuğunu anlatan bu kitabı okuyup bitirdiğimde aklıma takılan soru bir şekilde şu oldu. fabienne olmasaydı agnes kim olurdu? kitabın ilk satırlarında karşımıza çıkan cümle “… bu hikayede dikkat etmeniz gereken isim fabienne…” olsa da sanıyorum kilit cümle şu; “kimi zaman birinin ölümü bir başkasının şartlı tahliye belgesidir…”
güney afrika cumhuriyeti’nin ilk kadın seri katil profil uzmanı micki pistorius‘un hikayesi olan catch me a killer dizisini izleyip bitirdim. bambaşka bir coğrafyada ve kültürde geçen diziyi bu türün meraklılarına kesinlikle tavsiye ederim.
ve Ingeborg Bachmann – Çölün Kalbine Yolculuk filmini izledim. ama bir şekilde başroldeki oyuncu ile bachmann’ın bağını kuramadığım ve onun ruhunu yakalayamadığım için filmi sevemedim. böyle bir şeyi hiç beklemediğim için de hayal kırıklığı yaşadım. çünkü bana göre bütün hikaye onun kişiliği ve varoluş biçimi üzerine kurulmuştu filmde… buraya bachman’ın kendisinin bir videosunu bırakacağım; kendi şiiri sürgün’ü okuyor.
Latife Tekin ve Murat Germen’den yaptığın alıntılar ne kadar güzel ve doğru. İstanbul, üzerine defalarca İstanbullar inşa edilmiş olsa bile yine İstanbul olmayı sürdürüyor ve ufuk çizgisi tespiti çok haklı, zihnimde ışık yandı. <3
Bugün Gülhane parkında belediye görevlileri anons yapıyorlardı, "ana yolun üstünde durup fotoğraf çekmeyiniz!" diyerek. Saçma gelebilir, ama çok haklılardı, kalabalıklar parka girip ilk lale öbeğini görür görmez durup ailece selfie pozu alıyorlardı. Hal böyle olunca, arkadan gelenler takılıp kalıyor, geçemiyordu.
Eminim bayramda bu durum misliyle yaşanmıştır.
İkisinin de sunumları çok güzeldi gerçekten ve haklısın kesinlikle bir farkındalık yaratıyor söyledikleri.Gülhane’deki görüntüyü hayal edebiliyorum. Laleler kalabalıklardan çok çekiyor:) Bugün sonunda Göztepe Parkı’nda lalelerde buluştum. Sonuna yetişmişim ama yine çok güzellerdi.