“… yüzeyin içerisi var mı onu düşün…”

-asuman susam, plasenta II

uzun bir süredir beni zorluyor; bu yaz bu durum tavan yaptı! bu mevsimi sevmiyorum demek istemiyorum; bu doğaya ve şarkıdaki gibi “o yaz günleri en tatlı hayallerle” geçti hissine haksızlık olur çünkü!

sıcaklar nispeten azalsa da arada bir bastıran nem, bulutsuzluk, fazla ışık, yağmursuzluk ve bunların yarattığı ruh hali benimle. ışığın sonbahara döndüğü eylül sonlarını iple çekiyorum.

uykularım yine düzensizleşti, rüyalarım bir sis perdesinin arkasına çekildi ve ben geceleri uyanıp yeniden kitap okumaya başladım. isabel allande ile devam ediyorum, onun geveze ve kalabalık evreni bana iyi geliyor. bir taraftan da meditasyon ve nefes üzerine okumaya çalışıyorum. gece uyku ile uyanıklık arasında en fazla sığındığım şeylerden birisi de zihnimi sakinleştirmeye çalışmak için yaptığım 4-7-8 nefes egzersizi.

az önce annem bir avuç tuzla etrafımdan mırıl mırıl dolanarak geçti… onun evimizdeki yaz misafirliği başladı. benim çalışmalarımın arasında, birlikte kahvaltı yapıyoruz, kahve içiyoruz, sohbet ediyoruz… annemle birlikte, yıllardır tekrar eden konuşmalar, geçmiş anılar, kaybedilenler, bugünün dertleri ve hayatın getirdikleri, memleketin ve dünyanın ahvali ile hayat tuhaf bir şekilde yavaşlıyor evde… anneler ve kızlarının ilişkisi bütün dinamikleriyle hiç bir şeye benzemeyen bambaşka bir ilişki; ben annemin yanında büyüyen bir kadın değil, yaşlanan bir kadınım ve kızım benim yanımda büyüyen bir kadın artık. hep döndük ve dönmeye devam ediyoruz bir hattın üzerinde; ve hep başlangıç noktasına yeniden yeniden bitirmek ve başlatmak üzere geliyoruz; tek bir şeyi değil, hayatı değil, her şeyi.

bu yaz da bitecek, yeniden gelmek üzere...

plínio fernandes’den dinliyoruz;
comptine d’un autre été : l’après-midi (gitar için düzenleme: sérgio assad) (“amelie” filminde)

ve benim hayatta kalanım geçenlerde nasıl uçtuğunu göstermek için bana geldi <3

size göstermesem olmazdı!

… İster başına gelenleri yaz
İster aklından geçenleri
İster düşlerine girenleri
Ama yaz…”


ferit edgü, hakkari’de bir mevsim

hiç durmuyor şu sıralar. ferit edgü için tek kelime edemeden genco erkal da göçtü gitti. her ikisi de gençliğimize damgalarını vurdular elbette. en son ferit edgü’nün yazmak eylemi kitabını okumuştum. üzerinden çok zaman geçti; mart 2022’de okumuşum!

kendilerini ‘devrimci’ olarak tanımlayan örgüt üyelerinin bir eylemi sonucu 14 Şubat 1980 Perşembe günü, İstanbul’un birçok semtinde dükkânlar kepenk açmadı.” ifadesiyle anlatılan bir eylem kitapta 101 değişik metinle yazılmış; metinleri farklı yapansa yazanı, duygusu, biçemi, anlatımı,…. metinlerin başlıkları ise şöyle; bilinç, kaygı, kızgın, bencil, düş, öykümsü, simgesel, iç-konuşma, film öyküsü, müneccim, akademik, içten, rubai, hayku, olumsuz, bıkkın, günlük, kekeme, …

“Yazar, bu eylemi 101 değişik metinde dile getirerek bir yazmak eylemi‘nde bulundu” diyor kitabın tanıtımında.

kitabı okuduktan sonra, burada bu kitaptan yola çıkarak bir oyun oynamak istemiştim. şimdi neydi hatırlamıyorum, yine memleketin saçmalıklarından birisi yaşanmıştı. sizlerden kendi sözcüklerinizle ne yaşadığınızı yazmanızı isteyecektim; sonra anlamsız geldi ve vazgeçtim. şimdi daha da anlamsız geliyor.

sürekli bir şeylere maruz kalıyoruz çünkü ve birini sindiremeden diğeri geliyor… kötü olaylarda, böyle bizi üzen kayıplarda, doğa felaketlerinde veya saçmalığın dibine vurduğumuzda, bölünmüş kamplar olarak, verdiğimiz tepkiler birbirinin aynısı, bir başkasının tepkisinin kopyası veya taklidi oluyor; sözcükler bire bir aynı olmasa da kendimize ait sözcüklerimiz ve duygu evrenimizle tepki vermiyoruz!

alıntılar kolajından oluşan, hadi daha açık yazayım apartılmış bir duygu ve düşünce evrenimiz var artık!

geçen gün tivitırda türkiye’de tt olan sözcük hoşşştt idi… bir mahalle can hıraş köpeklerin yaşam hakkını savunurken diğer mahalle tepkisini bambaşka bir konuda böyle veriyordu!

radyo z’nin eski günlerinde günlük politik olaylara çok fazla girer, yorum yapar ve uygun parçalar çalardım; son yıllarda kendi günlük hayatıma ve duygu dünyama dair buradayım; üzerimize bir tsunami gibi gelen memleketten/dünyadan yıldım ve kendime döndüm sanırım. belki de gündeme verdiğim reaksiyonun içeriğinden bu kendime dönüş; istemeden ve kendiliğinden o mecralarda bir kuyruğa takılma oluyor çünkü…

bir rüya gördüm geçenlerde; sevgili nurşen biliyor bu rüyayı, küçük ve tatlı bir analiz de yaptı 😉 senin analizini, senin defterlerin birine resmettim nurşencim. sanırım artık rüyalarımı sadece yazmayacağım, bazı an’larını da resmedeceğim

bu yayının son sözlerini rüyam ve şahane bir yaşar kurt şarkısıyla bitirelim

ahtapot gibi bir sürü kolum vardı; neredeyse hepsiyle birden kendime sarıldım.

ruhum diyoruz.

“rüzgar bizi götürecek”

-furuğ ferruzad

nasıl olduğunu anlamadan bitti. biraz çalıştık, biraz yüzdük, biraz durduk, bolca içtik ve çakır-keyf akşamlar geçirdik. doğru düzgün okumadım, yanıma aldığım iki kitabın birisi hayal kırıklığı nedeniyle bir kenara kondu, diğeri ise benim durma ihtiyacımdan sanırım.

kaldığımız iki katlı evin akvaryum gibi olan ve batıya bakan salonunun önünde kocaman, işlenmeyen bir tarla vardı; ardından ağaçlar, evler ve uzaklara doğru uzanan tepeler geliyordu. evin arkası ormandı, solunda işlenen tarlaların olduğu köy evleri, sağında ise sessiz ve sakin kocaman yazlık evlerden oluşan bir site. kısık sesli gri kumrular, tatlı alakargalar ve saksağanlar kuşlarımdı… rüzgar esti durdu. deniz demircili koyunda her zaman olduğu gibi buzzzz gibi ve eşsizdi.

sözde “human design” çalışacaktım ama ona da enerjim yoktu. sıcak ve terlemek beni mahvetti; maalesef sıcak günler bir şekilde menapozun o dayanılmaz etkilerini ve sonuçlarını geri getiriyor!

ne urla’da ne de döndüğümden beri hiç blog da okumadım; artık onlara, dolayısıyla bazılarınıza böylece geri döneceğim…

bu arada hayalini kurduğum aşdamı‘nı da açtım. orası hem benim yıllardır tariflerimi kayıt altına almayı ve paylaşmayı hayal ettiğim bir ortam, hem de bir anlamda ananemi “onurlandırma” çabası. güldali hanımla mutfakta daha fazla vakit geçirebildiğim bir hayatı çok isterdim…

döndüğümde benim tatlı minik martım, elbette gitmişti. adı hayatta kalan olarak kaldı. çatı bomboş şu an, her baktığımda gözlerim hülya’yı, derya’yı ve miniği arıyor. çektiğim son fotoğraflardan birisini aşağıya bırakıyorum.

urla günlerinde, özellikle akşamları, asma yapraklarıyla çevrili balkonda kendimizi bu listeye teslim ettik. tam da ihtiyacımız olan dinginliği ve biraz durma hissini fazlasıyla verdi bize bu şarkılar…

Rüya, ruhun en derin ve en mahrem sığınağının küçük, gizli kapısıdır.”

-carl jung

hissiyle geçti tatil ve ardından gelen haftayı da bitirmenin eşiğindeyiz… tatilde evde a. ile yalnızdık; ada’mız arkadaşında kaldı. sakince çalıştık, diğer bayramın aksine neredeyse hiç dışarıya çıkmadık… ben kızıl goncalar‘dan sonra yeni bir yerli bir diziye, bahar‘a takıldım… diziyi bitirdim ama sadece izleyerek değil; zaman zaman da bir radyo tiyatrosu dinler gibi yaptığım işlere eşlik etti… bir hastane dizisi olarak elbette çok sorunluydu ama bir şekilde çok keyif aldım. oyunculuklar, dizinin metni iyiydi ve esas oğlanlardan kötü karakter olan timur efsaneydi. “bu kadar sinir bozucu bir karaktere bile insan arada gidip nasıl sarılmak ister” diyen kendimi anlayamıyorum… dizinin alameti farikası da buydu sanırım. kimse saf kötü veya mükemmel değildi!

dergiler çıkmak üzere, yoğun bir şekilde çalışmaya devam… hava sıcak ve yazı hiç sevmiyorum… burnumuzun dibinde deniz varken ve yüzemiyorken böyle bir mevsimi yaşamak anlamsız geliyor. geçen sabah tam da bu hisle uyandım! kalkıp denize gitmek ve kendimi serin sulara bırakmak istedim…

uzun bir aradan sonra geceyi geçirdiğim rüyalarla uyandım bu sabah. tuhaf, karmaşık, olaylı ve bir o kadar renkli bir dizi rüya… vahşi ve kocaman hayvanların, kırmızı kanatlı inanılmaz güzel böceklerin, hiç tanımadığım insanların içinde olduğu bir evrende, ben de ben değildim, bir yabancıydım… son beş haftadır her çarşamba akşamı küçük bir grupla çevrimiçi olarak “human design” eğitimi alıyorum… öyle tasarlanarak ve planlanarak alınan bir eğitim değil aslında bu, kendimi bir şekilde içinde bulduğum bir şey. elbette katılmayı kabul etmeye bilirdim ama içine çekildim sanki… ne yapıyorum benle, nasıl yani arasında bir yerlerdeyim… bu gece gördüğüm rüyalar bence dün akşam yaptığımız dersin bir izdüşümüydü!

bu rüyalarla çok sevdiğim eski bir şarkıya gittim tabii; tim hardin söylüyor, how can we hang on to a dream.

bir rüyaya nasıl tutunabiliriz!

***

hayatta kalanımız, minik martımız hızla büyüyor. çatıda hayat nispeten sakin… uçuş çalışmaları için zıplamaların ve kanat çırpmaların süresi epey arttı. sesinin tizliği hafifçe artıyor ama hala annesi ve babası yemek getirdiğinde çok heyecanlanan bir bebek o. adımları tay tay ve sıkça dengesini kaybedip düşüyor. umuyorum biz tatile çıkmadan uçmaya başlar; yoksa çok üzüleceğim. çünkü muhtemelen biz döndüğümüzde gitmiş olurlar.

“Deli fikir geliyor aklıma: Sıcağı yenmek için kışın olduğu gibi güzel bir şömine ateşi yakmak…”

michel tournier, dışsal günlük

geçişi oldu az önce… nasıl özlemişim; hele günlerdir devam eden saçma sapan sıcağı düşününce, yağmur ihtimali bile çok iyi geldi… muhtemelen dün yaptığım pazar operasyonundan dolayı başım çok ağrıyor. dün akşam kendimi gerçekten çok yorgun hissediyordum ve gecenin bir sürü kalabalık ve karmaşık rüyalarının arasında gelen baş ağrısı ciddi bir şekilde vurdu beni!

günler hızla geçiyor, geldi gelecek bitti bitecek dediğimiz sınavı da atlattık. hayatımızda artık orta öğretim diye bir şey kalmadı. ilerde torunlar olur mu bilmem ama şimdilik eğitim hayatının bu bölümü evde bitti şükürler olsun!

bizim hayatta kalanımız kocaman oldu; kanatlarının kenarlarında ve sırtında hafifçe renkli tüyler ve desenler oluşmaya başladı. hayat, bir bebekli ailenin evinde nasıl geçiyorsa o çatıda da öyle geçiyor; dingin, sakin, sıkıcı ve rutinlerle dolu. uzun uzun uyumuyor artık ufaklık, daha hareketli, kendi bedenini ve sınırlarını keşfetme derdinde ve hareketleri daha dengeli. onu besleyen ve yoğun bir şekilde ilgilenen hep babamız yani derya; annemiz yani hülya yuvayı, çatıyı, koruma ve kollama görevini üstelenmiş durumda. okuduklarımdan anladığım bu martıların normali zaten… geceleri yataktan sesini duyuyorum minnoşun. anne ve babasının seslenmelerine eşlik ediyor ve onlar gibi boynunu uzatarak ses çıkarmaya başladı artık; tiz ve viyaklama diyebileceğim bir ses bu. dün pazardan dönerken bambaşka bir sokakta aynı sesi duydum; bebek martıların sesine aşinayım artık!

geçenlerde ön bahçede bir martı konuğumuz oldu… nerdeyse dört beş gün uçmadan bahçede yaşadı; orada öleceğinden korktuk ama kayboldu. bir ihtimal otların arasında veya bir ihtimal gitti. umarım ikincisidir…

bunları yazarken yağmur ihtimali tamamen ortadan kalktı, gökyüzü neredeyse masmavi yeniden ve sıcaklık sabahın serinliğini bastırıyor…

işler yoğunlaştı; malum haziran, bu ay dergileri yayınlıyoruz… sabahtan beri yoğun bir şekilde çalışıyorum. bütün bunlar bittikten sonra her şeyden biraz olsun uzaklaşabildiğimiz minik bir tatili hayal ediyorum artık; serin bir su, başka bir coğrafya, başka bir doğa, sakin ve dingin günler…

bunları yazınca kısa bir süre önce aldığım ve ara ara karıştırdığım bir kitaptan alıntı bırakmaya karar verdim buraya; bu kitabı baştan sona tatilde okumayı planlıyorum… aşağıdaki paragrafı her okuduğumda ise gülümsüyorum; çok aşina çünkü…

Uzun zaman önce, sadece seyahatlerimde yaşadıklarımı değil, günlük hayatımın küçüklü büyüklü olaylarını, havanın nasıl olduğunu, bahçemin dönüşümlerini, ziyarete gelenleri, kaderin acı ve tatlı sillelerini de not alma alışkanlığı edindim. “Günlük” (journal) denilebilir elbet ama “içsel/mahrem” günlüğün (journal intime) tersi gibi daha ziyade. Tanımlayabilmek için “extime” (dışsal kelimesini uydurdum. Neredeyse yarım asırdır köyde yerleşik biri olarak, ruh hallerine pek dikkat etmeyen zanaatkar ve köylülerden oluşan bir toplulukta yaşıyorum. Bu “dışsal günlük” eskiden mahsulü, doğumları, evlilikleri, ölümleri ve meteorolojik değişiklikleri not eden küçük asilzadelerin “hesap defterine” benziyor. Bu arada benim “extime”den daha iyisini “bulgu” (exploration) ile “yakarı”yı (imploration) karşı karşıya getirerek yapan Michel Butor’a selam olsun. İlki keşif ve fikirlerden oluşan bir merkezkaç hareket. İkincisi ise aksine içe, Andre Malraux’nun sözünü ettiği “zavallı sırlar yığını”na dönük bir ağlaşma…

bu arada geçtiğimiz günlerde kara tren françoise hardy‘i aldı aramızdan; şarkımız ondan olsun…

biz değerli olduğumuzu ispatlamak zorundaymışız gibi büyütülürüz…”

-mahir polat

sonra dışarıya çıktım ve remzi kitabevi’nin kafesinde çalışmaya devam ettim… biraz da kitaplara baktım tabii. zamanında murathan mungan’ın seçkisi olarak remzi yayınlarının çilek serisinden bir kitaba denk geldim; evde yoktu ve ben hiç carson mccullers okumamıştım. çevirip etikete baktığımda bir sürpriz beni bekliyordu; 4.63 lira! rakamı bir süre idrak edemedim 😉 tamam bu çok eski bir seçkiydi ama yine de bu sürprizdi doğrusu. kasaya gidip kitabı uzattım, etikete bakan beyefendinin yüzünde önce bir şaşkınlık ardından da kocaman bir gülümseme yayıldı. “ne ödüyorum şimdi ben kitaba?” deyince bir kahkaha attı ve “yazanı tabii” dedi.

sonrasında bir çılgınlık yapıp, bu sıcakta ve saatte suadiye’den eve yürümeye karar verdim. içimden kendime söylenmeye başladığımda sahilin idealtepe kısmına giriyordum artık; ağaçların altında ve gölgede yürürken, önce yüzüme tatlı ve serin bir rüzgar çarptı, ardından da her yanımı bir ıhlamur kokusu sardı… sıcağın hiç bir önemi kalmadı birden! tam o esnada kulağımda nefis bir melodi çalmaya başladı; çalan parçaya baktım, adı müdafaa edilecek normal bir hayat kalmadı idi. bir huzur yok dedim kendime kendime 😉 allahtan sözleri olmayan enstrümantal bir parçaydı… ıhlamur kokusuna odaklanarak bir sonraki parçaya geçtim!

şimdi tenis kortlarının yanındaki beltur’da oturdum bunları yazıyorum ve sodamı içiyorum. ıhlamur kokusu değil, yeni biçilmiş çimen kokusu var artık (5 haziran, 17.15)

***

dün çok tatlı bir gün geçirdim, sevgili s., ekmekçi kız, çok lezzetli ekmeği ve şahane bir kitapla kahvaltıya geldi bana. öğle saatlerinde geç bir kahvaltı yaptık; zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. ne çok şey konuştuk; hayata dair her şey bizimleydi. onu tabii bizim minik hayatta kalanımızla tanıştırdım 😉 büyüyor artık, kargalar yine bir takım çılgınlıklar yapıyorlar ama ortalık nispeten daha sakin. bugün bir ara kanatlarını kaldırıp, zıpladığını gördüm. uçma çalışmaları mı acaba? kimbilir…

niye bilmiyorum bu sıcak günün sonuna doğru canım fado dinlemek istedi… akşam çevrimiçi bir eğitime katılacacağım; öncesinde fado dinleyerek biraz notlara bakayım…

ve gitmeden önce size de bir parça bırakayım (5 haziran, 20.20)

sabah güne başka bir rakamsal şokla başladım… fatih altaylı yeni özel okul ücretlerini yorumlarken şöyle bir hesap yaptı. ortalama bir okul 1 milyon lira, bir çocuk okula, tatiller hariç 200 gün gitse, günde 5000 lira taksimetre işliyor. benim gibi rakamı idrak edemediyseniz yazıyla da yazayım beş bin lira… yol hariç, yemek hariç, böyle bir okulda okumanın getirdiği sosyal maliyet hariç elbette… sabahtan beri bu rakamdan çıkamadım!

günün ortasında bir ara durdum, chatGPT ile konuşayım dedim ve sordum;

“müdafaa edilecek normal bir hayat kalmadı” cümlesi için ne düşünüyorsun, haklı mı sence? 

uzun uzun dünyanın halini anlattıktan sonra şöyle dedi;

“… Sonuç olarak, bu cümlenin haklı olup olmadığı, kişinin içinde bulunduğu koşullara, kişisel deneyimlerine ve genel dünya görüşüne bağlıdır. Bazıları için bu cümle tam anlamıyla gerçeği yansıtabilirken, diğerleri için ise karamsar bir bakış açısını temsil edebilir.

Boşver bunlar bunları sen düşünüyorsun” dedim.

Ben, bir yapay zeka olarak, kişisel deneyimlerim veya dünya görüşüm yok.” diyerek bir sürü gevezelik yaptı ve en sonda da şöyle dedi;

“… Dünya genelinde yaşanan zorluklar ve krizler göz önüne alındığında, bazı insanlar için “normal” bir hayatın kalmadığı duygusu gerçekçi görünebilir. Ancak, insanlığın adaptasyon kabiliyeti, dayanıklılığı ve yenilikçi çözümler geliştirme kapasitesi göz önüne alındığında, umutlu olmak için de birçok neden bulunmaktadır… “

teşekkür faslından sonra, “bu konuda konuşmak isterseniz destek olabilirim” dedi. “psikolojik olarak mı? nasıl?” dedim.

yine bir bir sürü gevezelikten sonra devam etti;

“…. duyguları paylaşmak,… başa çıkma stratejileri,… destek kaynakları…”

bu iş saçma bir yere geldi diye kapattım; işime geri döndüm.

sonra daha ucuz meyve alma umuduyla pazara gittim. pazarda her tezgahta neredeyse etiketlere yorum yapılıyordu… yine düşündüğümden ve taşıyabileceğimden biraz fazlasını alıp sıcaktan bezmiş bir halde eve döndüm…

yeşillikleri, meyvelerin bir kısmını yıkadım, yılın ilk taze mısırını haşladım ve büyük bir keyifle enginar pişirdim. uzun süredir böyle keyif alarak yemek yapmamıştım. bütün bu işleri yaparken, bir ara gündeme baktım, bunaldım ve bana çok iyi hissettiren bir söyleşiyi tekrar dinledim. aşağıya bağlantısını bırakıyorum; dinlemediyseniz mutlaka dinleyin derim. “allah biliyor ya” bir gün mahir polat’ı kültür bakanı olarak görmeyi çok istiyorum…

ada’yla baş başa yedik yemeğimizi, kendi yemeğim diye demiyorum, gerçekten çok güzel olmuştu… bir sürü şey konuştuk, biraz da sınavı tabii. malum bu hafta sonu sınav var!

şimdi hava kararıyor, tatlı ve serin bir rüzgar çıktı… muhtemelen bu akşam küçük bir kadeh bana eşlik eder… ve günün sonunda aklıma gelen şarkı bu; onunla kapatalım 😉 (6 haziran, 20.30)

“… Long as I know how to love, I know I’ll stay alive 
I’ve got my life to live, and all my love to give 
And I will survive…”

kaldı… son günlerde hülya ve derya inanılmaz bir karga saldırısı altındalar… iki gün önce günlüğüme uçuşlarını görmek istiyorum yazdıktan bir kaç saat sonra en miniğimizin de kaybolduğunu farkettim. evet biliyorum, doğa bu! ama çok can yakıcı buna tanık olmak; gözlerimi onların üzerinden alamıyorum…

bir olay yeri fotoğrafçısına döndüğüm de doğrudur; bu ailenin her anını kayıt altına alıyorum. son iki gündür, bizim ortanca çatının alt kısmına geçti ve sanırım daha güvenli olduğu için orada tutuyorlar onu. bahçeye düşecek diye çok korkuyorum; yukarıda kargalar, aşağıda kediler, hayat zor…

ve işte bizim surviver’ımız, hayatta kalanımız bu güzellik…

onun için cake söylüyor

I will survive

belalı kargalarımızdan ikisi de aşağıdaki elemanlar; bu bildiğiniz bir atak öncesi görüntüsü… her ne kadar tüm corvid ailesine, kargagillere aşkla bağlı olsam bile bu arkadaşlara psycho killers demekten kendimi alamıyorum; onlar için de talking heads‘i dinliyoruz elbette…

eğer istersen geçmişe ve geleceğe ulaşmanı sağlayacak uçuş denemelerine başlayabiliriz…

chiang, martı, r. bach

çalalım; yazdıklarıma eşlik etsin! uzun bir aradan sonra bu sabah dinlediğim bir albümden, Frida filminin soundtrack’inden melodimiz;

the journey

yani yolculuk.

martılarla ilgili bir güncelleme yapmalıyım. geçtiğimiz günlerde sürpriz bir şekilde üçüncü bir yavrumuz olmuştu. uzaktan gördüğüm yumurta gerçekti ve henüz kırılmamıştı. daha yeni gelen minnoşun heyecanına, sevincine doyamadan en hareketli yavru, yaramazım, ortadan kayboldu. muhtemelen evde olmadığım bir vakit veya gece başına bir şey geldi. bir şekilde hülya ve derya daha stresli ve hüzünlü gibi geliyor bana artık; belki de tamamen duygusal, bilmiyorum! elimde olmadan bu aile ile bir bağ kurdum; hayat onların için gerçekten çok zor… o bacanın en fazla bir metre çapında bir alanda kurdukları yaşam büyük bir mücadele alanı… bacanın ne tarafı gölgede kalıyorsa oraya yerleşiyorlar sıcak günlerde; yuva diye yaptıkları şeyden neredeyse eser kalmadı. taşın üzerindeler sürekli… şu anda size bunları yazarken, dışarıdan martı ve karga bağrışları geliyor. bakmaya korkuyorum…

yukarıdaki fotoğraflarsa sadece bir hatıra artık!

25 nisan 1986 yılında almışım richard bach‘ın martı kitabını. şu sıralar masamda duruyor, ara ara bakıyorum. en çok özgürlük üzerine yazılan bölümlerin altlarını çizip, yıldızlar koymuşum… kitap neredeyse tamamen dağılmış durumda… o yaşlarda en fazla ihtiyaç duyduğum şey özgürlük ve bağımsızlaşmaktı çünkü… sanırım, çocuklarımızla, son bir kaç jenerasyonla, aramızda olan en büyük farklardan birisi bu özgürleşme ihtiyacı! o özgürleşme için ne kadar çok şeyi feda ettik, kendimizden ne kadar çok vazgeçtik oysa…

son melodimiz de lila downs‘dan

I envy the wind

olsun.

… kumrular sakindir bir tek
ben kumru değilim
sen de”

lale müldür, kumru

“… Kuluçkada en yaygın görülen uygulama, nöbetleşe yöntemidir. Bu da şüphesiz, yavruların hayatta kalma süresi bakımından en iyi stratejidir. İki elin sesi vardır. Dolayısıyla kumrular bilinçli olarak tekeşlidir ve feminist bir modeli cisimleştiriyor olabilirler!

Kumrularda, çiftler görevleri tamamen dengeli paylaşırlar. Yardımlaşma anahtar sözcüktür. Erkek yuva için dal ve çalı çırpı toplama işini üstlenirken dişi yuvayı kurmak için malzemeleri bir araya getirir. Aynı şey kuluçkaya yattıklarında da geçerlidir. Erkek ve dişi iki yumurtanın üzerinde gece gündüz nöbetleşe yatarlar. Her ikisi de yavruları iki hafta sonra uçacak duruma gelinceye kadar beslerler. Bu düzenli nöbetleşe yöntemiyle kumrular, gerçek bir ekip oluştururlar.

Bu kusursuz dayanışmanın açıklaması, yuvadaki kumru yavrularının sık sık yırtıcıların kurbanı olması ve kendisi de son derece narin olan yuvanın kötü hava koşullarına çok dayamamasıdır. Yuvadaki yavrular kendi başlarına gelişim süreçlerini tamamlayamayacaklarından işe el atmak gerekir. Tekeşli, birlik olmuş bir çift bu duruma iyi bir yanıttır. Hatta öyle iyidir ki yumurtalardan çıkan yavrular sağ salim uçacak duruma gelirlerse yetişkinler birkaç gün sonra aynı sürece yeniden başlarlar. Eğer her şey yolunda giderse kumruların kışın son günleriyle sonbaharın ilk günleri arasında başarıyla pek çok kez üredikleri görülür...” Kuşların Felsefesi, Philippe Dubois & Elise Rousseau, Domingo

yıllar içinde kuşlara tutkuyla bağlandım ve bir süredir biliyorsunuz onların fotoğraflarını çekmeye çalışıyorum. bundan sonra çektiğim kuş ve doğa fotoğraflarıyla böyle paylaşımlar yapmaya karar verdim… kim bilir belki başka şeyler de eklenir bunlara. bu arada alıntıyı paylaştığım kitap çok keyifli; hayatlarını kuşları izleyerek geçirmiş fransız kuş bilimci philippe j. dubois ve filozof elise rousseau’ya ait. meraklılarına tavsiye ederim.

bu yayın için şarkımızı elbette ezginin günlüğü söylüyor;

kumru‘yu dinliyoruz.

1 2 3 43

kategoriler