“rüyamda sağ bir geyiğin düş kırıklığına uğramış avcıdan af dilediğini gördüm.”
– nemer ibn el barud
yapmıştım dört gece önce rüyamda. iki küçük tepside, ekmeğin üstüne minik patatesler yerleştirmiştim niyeyse; bunlar pişer mi acaba diye düşündüğümü hatırlıyorum… diğer bir tepsi ekmeği ise havuç dilimi baklava şeklinde yapmıştım… gecenin ilk saatlerinde uyandım ve ekmek tepsilerinden ibaret olan bu rüyayı düşündüm, hatırladığım başka bir ayrıntı yoktu… bir yudum su içtim ve uykuya geri döndüm…
sabah alarmım çaldığında bu rüyanın devamıyla uyandım… ekmekler pişmiş ve üzerinde patates olan tepsilerden biri nehre düşmüştü… karadeniz’de bir yerlerdeydim ve fakat etraf yemyeşil değildi… koyu kahverengi, eski, ahşap bir köprüden akan nehre ve suyun üzerinde süzülen tepsiye bakarken uyandım…
üç gece önce gördüğüm rüya ise sadece kendi çektiğim bir fotoğraf karesinden ibaretti… bir yemeğin fotoğrafı, sadece renkleri olan bir yemek; içeriğini anımsamıyorum…
iki gece önce gördüklerim tam psikanaliz konusu; burada ayrıtıya girmesem daha iyi 😉
dün gece ise uyuyamadım düzgün; akşam dışarıda rakı içtik ve çok içmesem de rakı bana iyi gelmiyor artık. rüyasız ve huzursuz gecenin nedeni buydu. her zaman aynı şey oluyor çünkü…
dışarıda yemek yediğimiz arkadaş “human design” haritası analizleri yapan birisi… uzun zamandır böyle bir akşam yaşamamıştık… sanki bu ülkede yaşamıyormuşuz gibi, gencececik insanlar ölmüyormuş gibi, hiç gündemi konuşmadan saatler geçirdik… human design‘a göre benim ve çocukların tipinin ne olduğunu öğrendik; a.’nın doğum saati bilinmediği için onun tipini maalesef bilmiyoruz… doğrusu a. ve benim için tuhaf bir akşamdı; baskın olan materyalist yanımızla bu tür şeylere oldukça mesafeliyiz aslında ama o akşam kendimizi tamamen bıraktık; çocuklara ve bana dair dinlediğimiz şeylere ise inanamadık. karşımızdaki arkadaş beni ve çocukları hiç tanımıyordu. sadece doğum tarih, saat ve yerine göre oluşan haritayla söylediği onca şeyse çok acayipti… yıllardır topladığım ve kıyıya köşeye koyduğum taş, odun parçası, yaprak gibi doğal nesnelere olan bağlılığım, nerede olursam olayım kısacık bir süre de geçirecek olsam bulunduğum yeri bir taş, bir çiçek koyarak bir anlamda kokumu bıraktığım bir yere dönüştürme gayretim, kendi başıma bile yemek yiyecek olsam tabağımı süslemem, pişirdiğim yiyeceklerin rengine ve görüntüsüne dikkat etmem, kendi kendime vakit geçirmeye tutkuyla bağlıyken ve kendimle gayet mutluyken, bir kabile içinde yaşamaktan da vazgeçememem, doğaya tutkuyla bağlı olmam ve doğa karşısında heyecan duymam, herkesten çok kendimle uğraşma, kendimi anlama ve yarışma halim ve daha pek çok şey… bütün bunları beni hiç tanımayan birisinden duymak garipti doğrusu…
**
rüyalarımı kaydettikçe ve kendimi “hissettikçe” aslında rüyalarımın nasıl da kendi izdüşümüm olduğunu anlıyorum diyerek susacağım ve tam olarak hissettiğim şeyi bir alıntıyla anlatacağım;
“chuang tzu rüyasında bir kelebek olduğunu gördü ve uyandığında rüyasında bir kelebek olduğunu gören insan olarak mı yoksa rüyasında insan olduğunu gören bir kelebek olarak uyanacağını bilmiyordu“*.
ve parçamız rüya deyince aklıma gelen ilk melodi olsun.
eleni karaindrou‘dan
waltz by the river‘ı dinliyoruz.
*alıntılar borges’in rüyalar kitabından.
imaj: the head of a sleeping woman, odilon redon, 1905
Ruyalar konusu kim ele alirsa ona gore degisiyor.. anlatirken kullandigin kelimeler bile icerigin analizini degistiriyor..
Design konusu ilgincmis fekat..
rüya meselesi baya takıntılı olduğum bir şey, çocukluğumdan beri… daha önce yazdığım gibi ada rüyalarımın festival filmlerine benzediğini söylüyor, biraz haklı sanırım. rüyaların analiz edilmesi konusuna ise mesafeliyim aslında. dediğin gibi kullanılan kelimeler bile her şeyi değiştirir.
“human design” konusu ise ilginç gerçekten, biraz aramıza mesafe koyarak bir şeyler okuyacağım bu konuda 😉
Human design konusunu da buluşma/konuşma listesine alıyorum. 🙂
anlaştık 🙂