Mutfakta çayın sesi demlenir
Sabah, benim sesimde sonbahar
Senin sesinde bir çocuk
Ev mutludur halinden, pötikarelenir.

― Birhan Keskin (Evin Halleri)

radyo z’ye şunları yazmışım:

göç göç çiçekleri de açtı.. ovaya inmek lazım artık… dağları özlemeye başlamanın zamanı yani.

sabah serviste, korsan körfezine kadar inanılmaz güzel bir ışıkta denizi seyrederken ilkbaharın sabahlarını mı, güzün sabahlarını mı daha çok sevdiğimi düşündüm. elimde olduğundan mı bilmem güzün sabahları daha güzel geldi…

her şeyin yavaşça sessizliğe ve dönüşüme evrildiğinin kokusunu en çok güz sabahları hissediyor insan. sonbahar ve kış yeniden doğuşun başlangıcı aslında; ilkbaharsa yaza çıkacak güçten yoksun olanların ölüm mevsimi oluyor…

evet sonbahar şarkıları çalmaya başlayalım bugün ve uzun süredir soru sormadım. yani yoklama zamanı (;

sizden bir sonbahar şarkısı, bir sonbahar kitabı ve yaşadığınız yerden bir sonbahar fotoğrafı istiyorum…

eski radyo z oyunlarından biri yani… elimizde güzel bir liste olmuştu doğrusu.

acaba aynı şeyi şimdi istesem bana kimler geri döner (:

***

hazır eskileri dökmüşken, mor karbasi‘den bir parça geliyor;

morenica‘yı dinliyoruz.

[audioplayer file=”https://radyoz.info/wp-content/uploads/2019/09/08-Morenica.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

 

Sarı Çiğdem
İlk biz geldik dünyaya
Gelir gelmez
Sevmeyi çalışmayı öğrendik
Bir gün yası öğreneceğimizi
Hiç bilmiyorduk.

― İlhan Berk (Anlatılır Gibi Değil Yası Çiçeklerin)

 

bora, gül’ün doğum günü için bir müzik listesi hazırlamamı istediğinde bir zamanlar büyük bir açlıkla toparladığım müzik arşivime daldım. arşivimi tararken, buraların hep dutluk olduğu o eski güzel radyo z günlerine de geri döndüm  elbette… ve aslında çok uzun süredir spotify maharetiyle yoğunlukla caz ve klasik müzik dinlediğimi de fark ettim. oysa o yepyeni melodiler keşfetme dönemi nasıl da iyi hissettiriyordu; hem bana hem de sanırım dinleyenlere…

bu sabah yürüyüşümü ve günün ilk kahvesini eski parçalarla yaptım. bir tane de size çalayım diyorum.

maria farantouri‘nin mosaic albümünden fairy‘i dinliyoruz.

[audioplayer file=”https://radyoz.info/wp-content/uploads/2019/09/06-Fairy.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

fotoğraf günün ilk kahvesi ve göç göç çiçekleri elbette; yine döndük dolaştık ve eylül’e kavuştuk demek bu çiçekler benim için…

 

“… My name is Calypso
My garden overflows
Thick and wild and hidden
Is the sweetness there that grows
My hair it blows long
As I sing into the wind
My name is Calypso
And I have lived alone
I live on an island
I tell of nights
Where I could taste the salt on his skin…”

 

 

ne kitapsız ne müziksiz yaşanmaz diyerek, kitaplarla beslenen bir listeyi homer kitabevi için dinleyelim.

ama önce burada suzanne vega

calypso

diyor.

[audioplayer file=”https://radyoz.info/wp-content/uploads/2016/11/Suzanne-Vega-Retrospective-The-Best-Of-Disc-1-15-Calypso.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

listenin tamamı için lütfen aşağıdaki bağlantıyı tıklayınız. şarkıların içeriğini oluşturan kitapları da aşağıdaki listeden görebilirsiniz…

homer 24 yaşında (tıklayınız)

Suzanne Vega – Calypso (Homer,  Odyssesy)

Jefferson Airplane – Rejoyce (James Joyce, Ulysses)
Home at Last- Steely Dan (Homer,  Odyssesy)
The Cure – Killing an arab (Camus, Yabancı)
Juliet – Emilie Autumn (Shakespeare, Romeo ve Juliet)
Noah And The Whale – Jocasta (Sofokles, Kral Oedipus)
Guns N’ Roses – November Rain (Del James, Sensiz adlı bir öykü)
Lana Del Rey – Off to The Races (Nabokov, Lolita)
Muse – Resistance (George Orwell, 1984)
Regina Spektor – Samson (İncil, Samson ve Delilah)
Jefferson Airplane – White Rabbit (Lewis Carroll, Alis Harikalar Diyarında)
Belle and Sebastian – Wrapped Up In Books
Simon & Garfunkel – I Am A Rock
Camera Obscura – Books written for girls
Loreena McKennitt – Dante’s Prayer (Dante, Inferno)
Pj Harvey – The River ( Flannery O’Conner Nehir adlı öykü)
The Doors – End Of The Night (Louis Ferdinand Celine, Gecenin Sonuna Yolculuk)
Bruce Springsteen-The Ghost of Tom Joad (John Steinbeck, Gazap Üzümleri)
Beatles – I am the Walrus (Lewis Carroll, Deniz Ayısı ve Marangoz öyküsü)

“Bir mahkeme bir çocuğun… yetiştirilmesiyle ilgili… herhangi bir hususta

karar verirken öncelikle çocuğun refahını dikkate alacaktır.”

Çocuk Yasası, madde 1(a) 1989.

 

türkçe’ye çocuk yasası olarak olarak çevrilen romanını okudum ve ardından da filmini seyrettim. okumaya başlamadan hemen önce filmin fragmanını izlediğim için, bütün karakterlerin yüzü hazırdı. emma thompson’ı bu kadar seviyorken, kitabın ana karakteri fiona may’den nasıl bu kadar nefret ettim bilmiyorum. çünkü, “en doğru kararı” verirken en büyük hatayı yapmak gibiydi olan biten. işin hukuka dair olan kısmına yorum yapmak istemiyorum ama 18 yaşına gelmek üzere olan bir gencin kendi evreni ve gerçekliğini adeta görmezden gelmişti fiona may.

filmi izlerken, o nefret biraz yumuşadı; kırgın bir öfkeye dönüştü. sanırım o öfke de içinde olduğumuz hayatın kendisineydi!

filmin senaryosu ve kitap arasındaki farklar beni epey rahatsız etti. gönlüm her şekilde kitaptan yana.

burada çalacağım melodi  filmin soundtrack’inden; benim için kitabın merkezi olan anın melodisi. fotoğraf da o anı gösteriyor…

the visit yani ziyaret diyoruz…

[audioplayer file=”https://radyoz.info/wp-content/uploads/2019/09/06-The-Visit.m4a” bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

filmin müzikleri stephen warbeck‘in. aşağıya da kitaptan minik bir alıntı bırakıyorum.

Dünyaya düzgün biçimlenmiş uzuvlarının hepsi yerli yerinde gelmek, acımasız değil sevgi dolu bir anne babanın evladı olmak, coğrafi ya da toplumsal tesadüfler sayesinde savaştan ya da yoksulluktan kurtulmuş olmak tamamen şansa bağlıydı. Dolayısıyla rahat rahat erdemli olabilmek de…

 

 

SUSAMAM

Günler koşuşturmakla geçip giderken

Neden var olduğunu unuttun

Neden olduğun sorunlarınsa farkında değilsin

Gülmek eğlenmek istiyorsun

Sorunlara çözüm bulmak gibi bir derdin yok

Hayat zaten çok zor

O yüzden müzik seni eğlendirsin

Gerçeklikten uzaklaştırsın istiyorsun

Ama biz müziğin bir şeyler değiştirebileceğine inanıyoruz

Bizimle gel

Başlayalım mı?

 

Fuat (Doğa)

Cengiz Han zamanı akan nehirde

Elini yıkamanın bedeli ölümdü

Göç edip çürüdük

Çöp kusarak üç denize sıçan bi’ hale büründük

Egzoz gazı soluyan

Sağı solu belli olmayan

Mangala gitti maganda!

Orman yanar

Tabiatın gözleri kan ağlar

Kibir yaptı tavan

Fabrika bacası basar

Atom reaktörü, çöpü hasar

“Electro smoke” ile her an atakta

İnsan en büyük parazit

Gezegene bak lan!

Hayvan kadar olamadı beşer

Ortama uyamadı revize eden

Faturasını gelecek nesil öder

Kıyamet şur’da “mal” gibi izle!

 

Ados (Kuraklık)

Abi yapma!

Atma şu izmaritini denize

Geri alamazsın

Gün gelir o pisliğini attığın denize hasret kalırsın, bakamazsın!

Kurak Afrika görüntüleri uzak değil

Çocuğun büyüdüğü yer sulak değil

Çünkü yok ettik gölleri, nehirleri, ırmakları, HEPSİNİ!

Nasıl acımadık?

İnanamıyorum

Elimizde varken hiç değerini bilmedik

Plastikle dolmuş mideleri hayvanların buna hiç mi üzülmedin?

Nette paylaşmaksa yetmez

Bi’ şeyler yapmalı

SUYU KİRLETMEYİN!

Su gibi aziz olsun ülkem

Onun can damarlarına

Bu zehri vermeyin!

Şanışer

Gel, gün olur hapsolur bu suçlu cümleler!

Yenilir hiç olurum fark etmezler!

Susma, susamam!

Korkma yanıma gel!

Gel, gün olur hapsolur bu suçlu cümleler!

Yenilir hiç olurum fark etmezler!

Susma

SUSAMAM!

Şanışer (Hukuk)

Ben bi’ beyaz Türk’üm

Yasalarım Anglosakson ama kafam Ortadoğulu

Apolitik büyüdüm, hiç oy vermedim

Kafamı tatile, gezmeye, borca yordum

Adalet öldü, ucu bana dokunana dek sustum ve ortak oldum

Şimdi tweet atmaya bile çekiniyorum

Kendi ülkemin polisinden korkar oldum

Üzgünüm ama senin eserin ülkedeki umutsuz nesil

Senin eserin bu mutsuz kesim ve bu kurşun sesi!

Sebebi nedir bilmeden hapiste çürüyen o suçsuz sefil

Seni, senin eserin, senin eserin bu korkunç resim

Bu yorgun sesim

Fakirin vergisiyle yatına, katına katana salak

Haşere geri yolsuz vekil seni, senin eserin!

Sen hiç yıkanmadın

Ölümle bi’ kez bile tıkanmadın

Elinde 3. dalga karton bardak kahve

Tek derdin o özenti “Start-Up”ın

Şimdi kapını kollaması gereken adalet gelir acımaz

Vurur kırar kapını

Çünkü çocuk öldü vuran memurdu diye “Haklıdır” dedin

Sesini çıkarmadın, yani suçlusun!

Çünkü iki gün üzülüp sonra gözündeki nehri kuruttun

Tuğçe ve Büşra’nın katilini serbest bırakan hakimin adı neydi unuttun!

Şimdi başına bi’ şey gelse şeh’rin hukuk mu?

Bi’ gece haksızca alsalar içeri seni

Bunu haber yapıcak gazeteci bile bulamazsın

HEPSİ TUTUKLU!

Salınan katillerin aldığı canlar (Geri gelmeyecekler!)

Haksız yere hapiste geçen yıllar (Geri gelmeyecekler!)

Sen sustun, ses etmediğinden bindiler tepene

Haklarını elinden aldılar ve güzellikle geri vermicekler

Hayki (Adalet)

“Adalet” sözde mülkün temeli

Tıkamış kulağını duymaz ne dediğini

Adeti, töresi, geleneği söyle

Giden kötüydü de gelen iyi mi?

Bu medeni mi?

Biz yiyemiyo’ken senin kürkünün bile yemediğini

Sizin polisiniz silahını çekip güpegündüz ortalıkta vuramaz dilediğini

Medya, basın, hukuk, asker hepsi sizin için çalışırken

Aslen güneş bile üzerine doğuyo bu çocukların

İşe gidip geliyolar canlarına kasten

Silahınızı kin!

Bu çektiğimiz bizim günahımız değil

Planınız iyi!

Ben bilmem bunun inananı kim?

Ama bilirim, gel

Silahımız dil!

Server Uraz (Hukuk)

(Bu Server Uraz)

Ben sesiyim kayıp neslin

Sansürü olamam ayıp resmin

Ekibimi bu mezardan çıkarabilmek için hep gözlerim açık, uyanık ayık gezdim

Sopa, bıçak ne yazar ki? Zayıf hepsi!

Öncelikle olmalı akıl keskin

Sabır bey’nimi yiyip bitirirken yağmur gibi yağanları yakıp geçtim!

Müzik yapmak dışında bi’ bok yemedim!

Polis bi’ şeyleri problem edip

Yine duruşmadayım sen konsere git

Ben aynı takım elbisemle 10 senedir

Biri dönüp desin bana “Çaban boş yere değil”

O gün kalbimi, ruhumu komple veriyim ama

Yargı gelip arıyor bedeli

Yaşıyorum cehennemi, yanıyor bedenim

Beta (Türkiye)

Merhaba Türkiye

Bende var hüviyet

Yaşamaya çalışıyoruz hasbelkader gitmeden katakulliye

Ekrana süs diye çıkan şarlatan, hep fanatik biri!

Fesatlık, kötü niyet salgın gibi

Eder daha manipüle!

Bu bir temsil ya da piyes!

Bu uçaksa bu türbülans!

Komşumuzdu Suriye

Şimdi bu gemideki vatandaş mı? (Yurttaş mı?)

Huzurda değil ölü bile topraktakilerin ahı var

Sadece gazeteydi “Hürriyet”

Sen olabildiğince özgür ol!

Asil Slang & Zen-G (İstanbul)

Hepimizi bi’ lokmada yutuveriyo’

Pis boğazlı İstanbul!

En iyi zamanları törpülüyo’

Çözülemeyen gizemli esrar bu!

Taşı toprağı altın (altın)

Eli verdim, kolu kaptı (saldır)

Ulaşım, eğitim, yargı (yardım)

Şeytan zehrini saldı (saldı)

Paranız olmalı, ya da birileriyle aranız olmalı

Kodamanlarda numaranız olmalı

Aksaray’da bir adamınız olmalı

Bizim yatımız katımız bi’ de yalımız olmadı

Kumbaramız dolmadı da bununla doğmadım

Ki metropolde biraz amacın olmalı

Yapıcı olmadın, yakıcam ormanı

Beton ormanda hayvan olman normal

Tutsak göz altların yine morlar

Yönetenler çağ dışı dinozorlar

Bu ormanda herkese göre rol var

Sustukça sıra sana gelecek

Aydın beyinleri bekliyor karanlık gelecek

Sokrat St (Eğitim)

Mezun olucam

Cash para, diploma ver bana

Para yoksa ter dökmeliyim

Eğitimde fırsat eşitliğini fırsata çeviren bi’ üniversiteliyim

Ben mezun oldum

Yarattığınız sistem yüzünden bi’ serseriyim

Ben mezun oldum

Ya kasiyer olayım, ya da sinemada sana yer göstereyim

Sokak başı üniversite ama köy okulları çok terste

Başa gelenin ideolojisi neyse o anlatılır her derste

Zengin, fakir ayrı

Torpile ya da parasına göre kayırır

Eğitim endüstridir

İnşaattan rant sağlamaka aynı!

Kiminin kitap alıcak bi’ parası yok

Öğretmen atanıcak ama “arası” yok!

Milletvekili bi’ tanıdık mı, wow

Beni anlaman da bu mantıkla zor

Bari bi’ köy okulunun yardımına koş

Her tarafı kaos

Sen de biraz boğuş

Bu gece uyudu zorla çocuk

Okula gidecek

YOL YAP!

Ozbi  (Sorgulamak)

Neden bu gök, bu yıldızlar, bu galaksiler, gezegenler

Neden, neyden bu evren?

Neyden bu dünya?

Neden ben, neden sen, neden biz?

Sorgula, hele bi’ sor lan bi’ “Neden ben varım?

Nereden geldim ve neden bi’ insanım?

Nasıl oldum? Nasıl olduk? Nası’ oluyo’?

Nası’ anlam kattık? Nası’ doluyo’ bu kafa?

Neye tapınıyo’ hayat kimi kayırıyo’?”

Hasat ne doyuruyo’ hesap

Anlasak, anlatıp her şeyi kavrasak da len

Anlamak mı yasak olabilir

Ama sadece bi’ yanıtı yok bi’ sürü cevap var koş git yanıt ara

Peşine düş mutlaka kanıt ara

Ruhunu demle hep yakıt ara lan

Kalbini tut ve de buna tanık ara

Hadi nefesini gör ve git sanat ara

Sorgula sorgula atomları

Işık hızını düşün ve de git kanat ara sonra

Uç uçabildiğin kadar

Uçabildiğin kadar

Uçabildiğin kadar uç

Uçabildiğin kadar uç

Bırak kendini

Deniz Tekin (Kadın Hakları)

Ben bilmem hiç kendimi korumak zorunda kalmadım

Bilmem ben bi’ çocuğu düşünmek zorunda olmadım

Hiç evlendirilmedim

Evde dayak görmedim

Kendi evimde kendi odama zorla hapsedilmedim

Sözlerinizi kusmadım

Yurdumdan edilmedim

Nefretinizle yanmadım

Yakılarak can vermedim

Hiç kardeşim olmadı

Hiç abimden korkmadım

Okuldan alınmadım

Ben hiç öldürülmedim

Yeis Sensura & Sehabe (Kadına Şiddet)

Kadına el kalkmaz ulan beyinsiz

Erkeksin ama insan değilsin

Aslında o en iyiye layık

Kadına şiddete hayır

Ülkede erkek neden en üstte minibüste, evde ya da metrobüste

Taciz şiddeti hiç bitmiyo’

Kınamakla falan iş bitmiyo’

Uh, Ah, adam olamadınız bu kalıbının adamı mı para babalarınız?

Beşiktaş’ta beş tokat, leş hareketler

Cebi dolu ciğerin beş para etmez

Yaşadığın kafa ne? İnsan mısın?

Biz utandık ulan! İnsan mısın?

İnsan mısın?

Bu hale nasıl gelir insan? Nasıl?

Aspova (Dünya)

Düşerim derinlere

Dünya, dönsün başım gibi

Aklımı kaybederek rüya

Nefesim, iç sesim

Düşerim derinlere

Dünya, dönsün başım gibi

Aklımı kaybederek rüya

Nefesim, iç sesim

Düşerim derinlere

Defkhan  (Gurbet)

Kaptı kafamı çarptı duvara

Beni koruması gereken tenime bastı cigara

Kaldırdı geri bütün derileri kattı dumana

Yattım falaka motherf*cker bu mu yargı burada

Hangi kurala denk? (denk)

Cenk için hazırım, karışır her yer

Öğretilen bu işte

Şiddeti sevmek ve ipleri germek

Bak Almanya buz gibi morg

Bana sor sana diyim

Gençlerin çoğunda amfetamin, tilidin ya da weed, kokain ya da speed, crack

Sana göre güzel ama bana göre değil

Bana göre değil, kafana göre yürü bas mayına geber

Ederi kaç? Kaç? Kaç?

Kaç paraya bedel?

Yeter artık dönme teker gibi

Dost ol yeter bana

Geliyorsan dosdoğru gel

Şanışe  (Hayvan Hakları)

Bi’ kap su ver çok mu zor

Vicdanlı ol be lanet

Anlamak istemiyo’sun ama bütün bu canlar sana bana emanet

Lan bi’ düşün:

“Soğukta kışta dışarda tek başına yaşıyo’sun

Dilini anlayan kimse yok hep tehlike, hep felaket, hep afet”

Ademe bir türlü yaranamazlar

Vicdana bakar paraya bakmaz

Toplayıp ormana atmak çözüm değil

Bunlar kurt değil, ormanda kendi başlarına yaşayamazlar

Onları sen savun, onlar kendi haklarını arayamazlar

Barınaklar dolu

Memleket acı

Seması kara

Sokak hayvanlarına tecavüz etmenin, işkence etmenin cezası para

“Büyük ahlaksızlıklar için büyük aptallar lazımdır”

Bütün insanlar suçlu değildir ama

Bütün hayvanlar masumdur

Şanışer

Gel, gül olur hapsolur bu suçlu cümleler!

Yenilir hiç olurum fark etmezler!

Susmam, susamam!

Korkma yanıma gel!

Gel, gül olur hapsolur bu suçlu cümleler!

Yenilir hiç olurum fark etmezler!

Susmam

SUSAMAM!

Sokrat St (İntihar)

Gitme, Gitme, Gitme, Gitme

Daha çok şeyi değiştirebiliriz bu hayatta

İnat etme

Hepimiz pes ettik vaktiyle

Şimdi sık yumruğunu

Sustur şu suskunluğunu

Unutma kafan atınca nasıl da dimdik durduğunu

İçin dışın nefret

Gel

Hiçbir şeyi yaşamak kadar sevme

Sana bi dünya yaratamam da elini tutarım elbette

Varsın herkes terk etsin seni

Sen dünyayı terk etme

Seni yargılamıyorum

Acını tam olarak anlamam mümkün değil biliyorum

Kaldıramadığım yükleri bırakıp kendi yolumdan gidiyorum ben

Sen de aynaya bak lütfen

“Seni seviyorum” de

Aga B (Faşizm)

Ey! Faşizm ne mi?

En amiyane deyimiyle faka basacağız

Beynelmilel el birliğiyle

Tek bildiğiniz siz

Ve de pek çok kazanın asıl sebebi aşırı hırs

Bu hırs bi’ ebedi his

Evde eşine kız

Sokakta kriz

Fıss, tokakla köpeği

Cins ise değil de miks ise tabii

Akılsız, ey

Kendinden çalan hırsız

Polisten tırs, ey

Ol ister sistem

Hiç çiğ sığ birey

Bir neyin ne olduğunu

Bi’ de bizi bil

Biz façası pis de eli temiz bir nesiliz

Bu işin selesi siz de

Tekeri gidonu biz

Ey, e bi tabi biz de biz gibi bir nes’lin peşindeyiz

Ey, bu tek emelimiz saygı, tohum

Torun, ayna ol

Kaygı bol da yol

Ey, tam da bu

Ya boğul ya doğ

Tonla yanlışa, gırla doğru

Olsun torun, saygı tohum

Mirac (Sokak)

Yüzüne bakamam yüzüm düşer o yerlere

Ayakları çıplakken gözleri dalar düşlere

Başı önünde ama beden çıkıyor sefere

Yok mecal dizinde

Bak, her bi’ günü sürgüne

Kaçamıyo’ kovalıyo’ zalimler

Ele güne, ele bakıyor o gözler

Kodamanın parasını ateşe ver

Ve de koyduğumun egosunu bi’ yere ser

Sokağa bakanın adını değil

Yoksulumun, yetimimin adını ver

Zabıtaları seyyara değil

Gökdelenlere gönder

Mert Şenel

Fırtınadan kopup giden dalların bi’ tanesiyim

Fazla yol almış ve yıpranmış

İçimde neler dönüp durur anlatsam tarifi yok

Bazen evsiz bi’ çocuğun hikayesiyim

Fırtınadan kopup giden dalların bi’ tanesiyim

Fazla yol almış ve yıpranmış

İçimde neler dönüp durur anlatsam tarifi yok

Bazen evsiz bi’ çocuğun hikayesiyim

Kamufle (Trafik)

Can pazarı, otobanlar can pazarı

365 günün riskli

Bitmiyo’ gamsız magandası

Öde kan parası

Bi’ kaza bayrama matem düşürür

Yürek dağlar acılar cabası

Bir sela çınlar kulaklarında

Hiç dinmez yarası

Trafik terörüne eşlik eder alkol, şiddet, hız tutkusu

25 yaşında yüz binlik arabaya binen gençlerin yok korkusu

Önce emniyet sonra hoşgörü

Sabır, selamet gerekiyor insan

Ufacık bir hata her şeyi karartır inan yok dönüşü

“you don’t need new landscapes, you need new eyes

― Marcel Proust

 

ofise gelmeden önce kahvaltımı kampüsteki bir simitçide yapıyorum. genellikle kendi sandviçim ve onların çayı ile elbette; bu sabah da öyle yaptım. taze fesleğenli yumurtalı sandviçe  kitabım ve glenn gould’un bach yorumları eşlik etti. havada hafif bir sonbahar serinliği vardı; şükürler olsun Eylül’e kavuştuk…

kahvaltımı yaptıktan sonra toprak yoldan ve ormandan yürüyerek ofise ulaştım; fotoğraf yoldan. her şey birbiriyle çok uyumluydu; sandviçin tadı, kitabın ruhu, sabahın ışığı ve müzik. nefesini hissediyor insan böyle zamanlarda…

evet glenn gould

john sebastian bach‘ın

partita no.4‘unu çalıyor.

[audioplayer file=”https://radyoz.info/wp-content/uploads/2019/09/Glenn-Gould-J.S.-Bach-Partita-No.4-D-major-part-2-of-2-HD.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

 

A cloud swims in my head.

― Virginia Woolf

 

bu uzun sessizlikte kocaman bir yaz geçti… çeşitli kitaplar okundu, filmler ve diziler izlendi…. sıcaklardan ve memleketin tüketen gündeminden ve ruh halinden bunalındı… saçma sapan bir seçim süreci sonlandı demek istiyorum ama öyle olmadığını hepimiz biliyoruz… enteresan ve bir o kadar güzel ve masmavi bir tatil de yapıldı… troya’ya gidildi ve ormanda ağaçların ve göğün altında fazıl say’ın piyanosuyla şahane klasik müzik melodileri dinlemek tecrübe edildi.

ama ben bütün bunlardan söz etmek istemiyorum…

buradaki bu uzun sessizliğe rağmen içim pek sessiz değildi aslında. bir dönüşüm geçiriyorum adeta. kırklı yaşlarımla beraber kendimle barışmış ve uzlaşmıştım. elliler ise bir değişim ve dönüşüme vesile olacak sanırım. sakince geri çekilip izleyebilmeye başladım. hiç susamam dediğim durumlarda, nispeten sakinleşmiş olan iç sularıma çekilip kendimi yavaşça sağaltmaya çalışıyorum. genel olarak yapabiliyorum sanki…

bu detaylara girmeyecektim ama bunun en güzel ve en yakın örneğini geçen hafta sonu kaz dağları kirazlı balaban’da yaşadım. konser başladığı halde etrafımızda sürekli konuşan, selfie çeken, ileriye doğru ilerlemeye çalışan kalabalığa sırtımı döndüm, başımı a.’nın omzuna koydum ve hafifçe ona sarılarak ağaçların altında huzurla oturan grubu seyrettim sonra gözlerimi kapattım ve kendimi tamamen müziğe bıraktım. adeta o an’da asılı kalmıştım; sadece müzik ve tenimde hissettiğim rüzgar vardı… göğsüme çöken sıkışma halinden de eser kalmamıştı elbette.

sosyal medya ile arama bir mesafe koydum. gündemin yarattığı uğultuya dahil olmamak için elimden geleni yapıyorum. elbette takip ediyorum, elbette zaman zaman bazı paylaşımlarda bulunuyorum ama gündemin saçmalığından genel olarak uzak kalarak, aynı şeyleri tekrar tekrar sosyal medyada dönmesine katkıda bulunacak şekilde olmamasına özen göstererek.

kendi kendimize bağırıp çağırıyoruz gibi hissediyorum çünkü; asıl duyması ve görmesi gerekenlere değil, hemen yanı başımızda duranlara kendimizi tekrar ediyoruz! bu beni tüketti artık; kısmen kendi içime kusmayı tercih ediyorum veya enerjimi artık başka şeylere kullanmak istiyorum.

bir hedefim de sadeleşmek; olabildiğince az tüketmeye, alışverişi azaltmaya, eşyalardan kurtulmaya çalışıyorum. beslenmemde büyük ölçüde et ve süt ürünlerini azalttım. şu zen kuralları denen şeyleri kendimce uygulama gayreti içindeyim. tuhaf bir dönüşüm süreci bu ve sanırım yeniden kendim olmaya doğru yapacağım bir yolculuk

bu hissiyatın çağırdığı şarkı ise

kendim gibi

elbette

yaşar kurt ve arto tunçboyacıyan söylüyor.

[audioplayer file=”https://radyoz.info/wp-content/uploads/2019/08/Yaşar-Kurt-Arto-Tuncboyaciyan-Kendim-Gibi.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

fotoğrafın kaynağı için şuradan buyrun.

bu yayını yapmak şart oldu.

bahar ayında hermen hesse’nin ağaçlar kitabını okuduktan sonra çocukluğumdan bu yana içimde sakladığım, bende derin izler bırakan ağaçları zihnimde döndürdüm durdum; belki de biraz unutmaktan korktuğum için buraya bütün bu ağaçları yazmaya karar vermiştim. bugün kavaklığımızda olanları takip edince “artık yaz, erteleme” dedim kendime…

***

sanırım ilk ağaç anneannemlerin üzüm bağlarına yakın tren istasyonun kenarındaki dev gibi bir ağaçtı. ben mi çok küçüktüm o ağaç mı çok büyüktü bilmiyorum ama hayatımdaki ilk “dev” oydu sanırım. tren yolunun kenarında, muhtemelen ablamla, elimizdeki bozuk parayı rayların üzerine koyup beklerdik. zihnimde dümdüz olmuş bir bozuk para hayali var ama bugün düşününce hiç “gerçek” gelmiyor bu. yıllar içinde izlediğim ve okuduğum şeylerinde etkisiyle yarattığım bir hayalmiş gibi geliyor…  o etrafı meyve ağaçlarıyla çevrili üzüm bağına tahta bir kapıdan girerdik. hemen sağ tarafta tek odalı kerpiç bir yapı vardı ve önünde koyu bir gölgesi olan çimenlikte yer sofrasında oturup bakır bir sahanda bulgur pilavı yediğimizi hatırlıyorum…

çocukluğundaki bir diğer ağaç koç dedenin evinin arka bahçesindeki kızılcık ağacı; etli ve iri meyveleri rengi nar çiçeği rengindeydi sanki. niye bilmiyorum gizlice o ağaçtan kızılcık koparıp ağzıma attığımı hatırlıyorum. tatlı değildi; hatta kuru ve biraz da boğazıma oturan bir tat var hafızamda; muhtemelen olmadan yemeye çalışmıştım…

ilk çocukluk yıllarımdaki bir diğer ağaç babamın küçük bir fidan olarak getirdiği kauçuk. kocaman yağlı yapraklarına dokunmayı her zaman sevdiğim bu kauçuk bir süre evimizin ön balkonunda konuk oldu. epey boy atıp balkona sığmayacağına karar verdiğimizde apartmanın ön tarafına dikmiştik. hızla kocaman ve çok güzel bir ağaca dönüşmüştü. babam sanırım gurur duyuyordu o ağaçla. birinci katta oturan komşularımız zaman  içinde sokaktan gelip geçenleri göremiyorlar gerekçesiyle tuhaf tuhaf budadılar onu. her budamada bizim evi bir sinir harbi sarar, hepimiz mutsuz olurduk. en sonunda bir apartman toplantısı kararıyla toptan kesmeye karar verildi; canımızın nasıl acıdığını, nasıl kolumuz kanadımız kırılmış gibi hissettiğimizi bugün bile hatırlıyorum…

mandalina ve portakal bahçeleri arasında büyüdüm ben. bunların büyük bir kısmı ticari olmayan, kendi doğallığında yetişen ve meyve veren ağaçların olduğu bahçelerdi. daha olgunlaşamadan, yemyeşilken  sepetlerimizle meyveleri toplar ve yerdik; hala o sulu, ekşi narenciye tadını çok özlerim. sokakta yıllar içinde tek tek apartmanlar yapıldı ve geriye tek bir bahçe kalmadı. hep söylerim şu anda antalya dediğimiz şehirle benim çocukluğumu geçirdiğim antalya kesinlikle aynı şehir değil!

yaz akşamları parka gittiğimizde yanına uğradığımız manolya ağacı. hafızamda ağacın gövdesi yok ama o sıcak ve nemli yaz akşamlarında etrafa yayılan  keskin kokuyu hiç unutamıyorum…

ve yine parkta eski dandan gazinosu ve çay bahçesinde, falezlerin üzerinde denize doğru uzanan ağaç. annem şahittir, yıllarca, her mevsim o ağacın resmini yapmaya çalıştım. tek bir kopya yok elimde bu resimlerden; buna şimdi çok üzülüyorum 🙁 geçenlerde ablamdan bana fotoğrafını çekip iletmesini istedim. yukarıda fotoğrafını gördüğünüz işte bu ağaç. ne yazık ki türünü bilmiyorum. antalya’ya gittiğimde inaturalist maharetiyle anlamaya çalışacağım…

***

hayatımın ilk gerçek ilk baharlarını, sonbaharlarını ve kar yağışını yaşadığım odtü’deki ağaçlar da var tabii.  hazırlığın son aylarında hayatını karman çorman etmeyi başarmış o taşralı kız bir türlü gelmek bilmeyen baharı yurdun penceresinden uzanma mesafesindeki çınar dallarını gözleyerek beklemişti. dallardan çıkan o muazzam tomurcukları sanırım ilk o zaman fark etmiştim. o gün bugündür büyülü bir şeydir baharın gelişi ve ağaçların tomurcuklanması benim için; her defasında içim titrer…

yemekhane’nin arkası veya eski tilya’nın yan tarafı diyerek tarif edebileceğim yerde açan ve  her bahar koyu pembe çiçekleriyle güzeller güzeli bir kıza dönüşen japon elması’nın altına uzanıp  hayal kurmaya bayılırdım. şimdi ne zaman o ağacı düşünsem, çalıştığım kampüste japon elmaları ne zaman açsa insan ne zaman hayal kurmayı bırakır diye düşünüyorum; ben ne zaman hayal kurmayı bıraktım hatırlamıyorum!

bir diğer ağaç matematik bölümün arkasındaki at kestanesi. muhtemelen bulunduğu yerde aldığı ışıktan dolayı bütün yaprakları sapsarı olurdu sonbaharda. ve matematik binasının ikinci katına çıkan merdivenlerin karşısındaki  geniş pencerelerden gelen ışıkla sapsarı kesilen alanda oturmaya bayılırdım.

evlendikten sonra oturduğumuz eryaman’daki iki evimiz de ağaçlarla çevriliydi. ama ikinci evimizin salon penceresine dayalı dalları olan  ve pembe küçük çiçekler açan ağacın bendeki yeri bambaşkadır. haziran ayında iki günlük ankara kültür gezimizde bizim ada’ya eski evlerimizi göstermek için eryaman’a uğradığımızda artık bu ağacın dallarının ikinci kata eriştiğini ve “bizim penceremize” dallarının yaslanmadığını gördük. bu ağacın adını da maalesef bilmiyorum.

geçen yaz aşiyan’da sevdiğimiz şair ve yazarların ziyaretine gittiğimizde tezer özlü’nün o inanılmaz güzel mezarını bekleyen defne ağacıyla karşılaşmak nasıl da güzeldi. sanırım o mezar bu hayatta gördüğüm açık ara en güzel mezar…

ondokuz yıldır çalıştığım kampüs kendi doğal florası ve faunası olan inanılmaz güzel bir yer. ama buradaki onca ağaç içinde benim için en kıymetli olan altında öğle tatillerinde kitap okuduğum ve gölgesinde kendimi sağalttığım ve denize öylece baktığım salkım söğüt sanırım…

***

gittiğim yabancı ülkelerdeki ağaçlar da var tabii. berlin’de akşamüzeri yağmurun ardından bütün şehri buram buram kokutan ıhlamurlar, suriye çölü’nün ortasındaki  palmira’da hurma ağaçları,  paris’te pembe çiçekler açan at kestaneleri, ilk kez ispanya’da gördüğüm sapsarı çiçekleri olan akasyalar ve sevilla’daki inanılmaz büyük bir gövdeye, yere yayılmış köklere sahip göğe doğru yine bir dev gibi uzanan manolya ağacı 

***

şimdi oturduğumuz evimiz de ağaçlarla çevrili. arka tarafta ıhlamur, mavi arizona servisi ve artık küstüğü için meyve vermeyen nar ağacı var. yan tarafta artık ölmek üzere olan akdeniz servisi son günlerini yaşıyor. ön balkonumuzun ucunda genellikle kargalara ev sahipliği yapan bir sedir var. mutfağımızın ve dolayısıyla benim çalışma masamın hemen karşısında bir kurtbağrı – ki yıllardır kendisi mürver ağacı olarak bilirdim – bu mevsimde buram buram kokuyor; sonbaharda da meyvelerini sığırcıklar yiyor.   o kurtbağrının arkasındaki dut ağacını bu yıl hastalandığı için kaybettik. onun arkasında da yine bir nar ve yeni dünya ağaçları var. yan tarafta genel olarak meyvelerini kargaların yediği bir ceviz ağacı onun hemen yanında da kiraz, erik ve biraz ilerisinde yine defne, nar ve limon ağacı. bizim bahçe giriş kapısını da bir ıhlamur bekliyor. bu yıl apartman görevlimiz serkan ön bahçeye limon ve zeytin fidanları dikti. bir de tabii komşumuzun çekirdekten filizlendirdiği minik avakado fidanımız var. bu evi sanırım bu ağaçlara kapılıp satın aldık zamanında…

***

yıllar önce 1995 yılında odtü’de çalışmaya başladığımda kavaklığa bakan bir ofisim olmuştu. o gördüğüm kavakların yerinde uzun yıllardır teknokent var zaten ama bu son kıyım çok canımızı yaktı. nasıl bu hale geldik, ağaçları yok etmeyi nasıl bu kadar normelleştirdik anlayamıyorum.

hayal kurmaktan vazgeçtim dedim ama aslında bir hayalim hala var. ileride, biraz daha yaşlanıp işi gücü bıraktığımızda, ayağımız toprakta, sırtımız bir ağaç gövdesinde olsun istiyoruz; mümkünse o ağaç meşe olsun. çünkü burcuma göre benim ağacım meşe…

***

son söz olarak “ağaçların farkında olarak yaşayalım” diyorum ve bundan 6 yıl önce 27 mayıs günü  gezi parkında yerinden sökülen 5 ağaca ve 10 temmuz günü kaybettiğimiz ali ismail’e selam çakarak ben howard‘dan old pine‘ı çalıyorum.

[audioplayer file=”https://radyoz.info/wp-content/uploads/2019/07/Ben-Howard-Old-Pine.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

 

veya hayattayım demenin bir biçimi olarak 20 haziran 2012’den bir yayın…

ve söylemeden edemeyeceğim; artık the delikanlı genç bir adam ve adalar prensesi genç bir kız. durdurun zamanı inecek var demek istiyorum bazen!

***

deniz çırpıntılı.

zorunlu hallerin dışında, pek sosyal değilim bugünlerde. öğle tatilleri, bu yüzden kendimle kalışıma bir fırsat; kitaplarsa aracılar.

isabel allande okuyorum. yıllardır, ursula ve isabel beni sağaltır…  ama bambaşka biçimlerde. ursula, daha soyut, adlandıramadığım, varoluşuma, varoluşumuza, evrene dair ağrılarımı giderir; isabel’se daha dünyevi, daha somut, görünen acılarımı azaltır…

yerdeniz’leri her 3-4 yılda bir okuyarak; kendimi formatlarım mesela. belki de büyümeye bu kitaplarla direnirim. kimbilir?

ruhlar evi ise doğumlarıma eşlik eden kitaptır.  the delikanlı’nın ve bizim adalar prensesi’nin hamilelik süreçlerinde, doğum sonrasında ve  onları emzirirken, ruhlar evi beni ayakta tuttu. hayatta tıkandığımda, bu kadının pervasızca, biraz da dangıl dungul yazdığı dünyasına girmek hoşuma gidiyor; hayata geri dönüyorum…

ve şimdi de işimin başına dönmeliyim…

onca zamandır pink martini dinlerim, hey eugene albümündeki “tea for two” yorumu bu sabah beni çarptı. pink martini’ye inanılmaz bir ses eşlik ediyor bu yorumda; little jimmy scott

jimmy scott’ı daha önce radyo z’de hiç çalmadım; artık dinleyeceğiz.

[audioplayer file=”https://radyoz.info/wp-content/uploads/2016/10/12-Tea-For-Two.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

1 19 20 21 22 23 43

kategoriler