okulda, yani odtü’de bu hafta olanlardan sonra…

bu yayını yapmak şart oldu.

bahar ayında hermen hesse’nin ağaçlar kitabını okuduktan sonra çocukluğumdan bu yana içimde sakladığım, bende derin izler bırakan ağaçları zihnimde döndürdüm durdum; belki de biraz unutmaktan korktuğum için buraya bütün bu ağaçları yazmaya karar vermiştim. bugün kavaklığımızda olanları takip edince “artık yaz, erteleme” dedim kendime…

***

sanırım ilk ağaç anneannemlerin üzüm bağlarına yakın tren istasyonun kenarındaki dev gibi bir ağaçtı. ben mi çok küçüktüm o ağaç mı çok büyüktü bilmiyorum ama hayatımdaki ilk “dev” oydu sanırım. tren yolunun kenarında, muhtemelen ablamla, elimizdeki bozuk parayı rayların üzerine koyup beklerdik. zihnimde dümdüz olmuş bir bozuk para hayali var ama bugün düşününce hiç “gerçek” gelmiyor bu. yıllar içinde izlediğim ve okuduğum şeylerinde etkisiyle yarattığım bir hayalmiş gibi geliyor…  o etrafı meyve ağaçlarıyla çevrili üzüm bağına tahta bir kapıdan girerdik. hemen sağ tarafta tek odalı kerpiç bir yapı vardı ve önünde koyu bir gölgesi olan çimenlikte yer sofrasında oturup bakır bir sahanda bulgur pilavı yediğimizi hatırlıyorum…

çocukluğundaki bir diğer ağaç koç dedenin evinin arka bahçesindeki kızılcık ağacı; etli ve iri meyveleri rengi nar çiçeği rengindeydi sanki. niye bilmiyorum gizlice o ağaçtan kızılcık koparıp ağzıma attığımı hatırlıyorum. tatlı değildi; hatta kuru ve biraz da boğazıma oturan bir tat var hafızamda; muhtemelen olmadan yemeye çalışmıştım…

ilk çocukluk yıllarımdaki bir diğer ağaç babamın küçük bir fidan olarak getirdiği kauçuk. kocaman yağlı yapraklarına dokunmayı her zaman sevdiğim bu kauçuk bir süre evimizin ön balkonunda konuk oldu. epey boy atıp balkona sığmayacağına karar verdiğimizde apartmanın ön tarafına dikmiştik. hızla kocaman ve çok güzel bir ağaca dönüşmüştü. babam sanırım gurur duyuyordu o ağaçla. birinci katta oturan komşularımız zaman  içinde sokaktan gelip geçenleri göremiyorlar gerekçesiyle tuhaf tuhaf budadılar onu. her budamada bizim evi bir sinir harbi sarar, hepimiz mutsuz olurduk. en sonunda bir apartman toplantısı kararıyla toptan kesmeye karar verildi; canımızın nasıl acıdığını, nasıl kolumuz kanadımız kırılmış gibi hissettiğimizi bugün bile hatırlıyorum…

mandalina ve portakal bahçeleri arasında büyüdüm ben. bunların büyük bir kısmı ticari olmayan, kendi doğallığında yetişen ve meyve veren ağaçların olduğu bahçelerdi. daha olgunlaşamadan, yemyeşilken  sepetlerimizle meyveleri toplar ve yerdik; hala o sulu, ekşi narenciye tadını çok özlerim. sokakta yıllar içinde tek tek apartmanlar yapıldı ve geriye tek bir bahçe kalmadı. hep söylerim şu anda antalya dediğimiz şehirle benim çocukluğumu geçirdiğim antalya kesinlikle aynı şehir değil!

yaz akşamları parka gittiğimizde yanına uğradığımız manolya ağacı. hafızamda ağacın gövdesi yok ama o sıcak ve nemli yaz akşamlarında etrafa yayılan  keskin kokuyu hiç unutamıyorum…

ve yine parkta eski dandan gazinosu ve çay bahçesinde, falezlerin üzerinde denize doğru uzanan ağaç. annem şahittir, yıllarca, her mevsim o ağacın resmini yapmaya çalıştım. tek bir kopya yok elimde bu resimlerden; buna şimdi çok üzülüyorum 🙁 geçenlerde ablamdan bana fotoğrafını çekip iletmesini istedim. yukarıda fotoğrafını gördüğünüz işte bu ağaç. ne yazık ki türünü bilmiyorum. antalya’ya gittiğimde inaturalist maharetiyle anlamaya çalışacağım…

***

hayatımın ilk gerçek ilk baharlarını, sonbaharlarını ve kar yağışını yaşadığım odtü’deki ağaçlar da var tabii.  hazırlığın son aylarında hayatını karman çorman etmeyi başarmış o taşralı kız bir türlü gelmek bilmeyen baharı yurdun penceresinden uzanma mesafesindeki çınar dallarını gözleyerek beklemişti. dallardan çıkan o muazzam tomurcukları sanırım ilk o zaman fark etmiştim. o gün bugündür büyülü bir şeydir baharın gelişi ve ağaçların tomurcuklanması benim için; her defasında içim titrer…

yemekhane’nin arkası veya eski tilya’nın yan tarafı diyerek tarif edebileceğim yerde açan ve  her bahar koyu pembe çiçekleriyle güzeller güzeli bir kıza dönüşen japon elması’nın altına uzanıp  hayal kurmaya bayılırdım. şimdi ne zaman o ağacı düşünsem, çalıştığım kampüste japon elmaları ne zaman açsa insan ne zaman hayal kurmayı bırakır diye düşünüyorum; ben ne zaman hayal kurmayı bıraktım hatırlamıyorum!

bir diğer ağaç matematik bölümün arkasındaki at kestanesi. muhtemelen bulunduğu yerde aldığı ışıktan dolayı bütün yaprakları sapsarı olurdu sonbaharda. ve matematik binasının ikinci katına çıkan merdivenlerin karşısındaki  geniş pencerelerden gelen ışıkla sapsarı kesilen alanda oturmaya bayılırdım.

evlendikten sonra oturduğumuz eryaman’daki iki evimiz de ağaçlarla çevriliydi. ama ikinci evimizin salon penceresine dayalı dalları olan  ve pembe küçük çiçekler açan ağacın bendeki yeri bambaşkadır. haziran ayında iki günlük ankara kültür gezimizde bizim ada’ya eski evlerimizi göstermek için eryaman’a uğradığımızda artık bu ağacın dallarının ikinci kata eriştiğini ve “bizim penceremize” dallarının yaslanmadığını gördük. bu ağacın adını da maalesef bilmiyorum.

geçen yaz aşiyan’da sevdiğimiz şair ve yazarların ziyaretine gittiğimizde tezer özlü’nün o inanılmaz güzel mezarını bekleyen defne ağacıyla karşılaşmak nasıl da güzeldi. sanırım o mezar bu hayatta gördüğüm açık ara en güzel mezar…

ondokuz yıldır çalıştığım kampüs kendi doğal florası ve faunası olan inanılmaz güzel bir yer. ama buradaki onca ağaç içinde benim için en kıymetli olan altında öğle tatillerinde kitap okuduğum ve gölgesinde kendimi sağalttığım ve denize öylece baktığım salkım söğüt sanırım…

***

gittiğim yabancı ülkelerdeki ağaçlar da var tabii. berlin’de akşamüzeri yağmurun ardından bütün şehri buram buram kokutan ıhlamurlar, suriye çölü’nün ortasındaki  palmira’da hurma ağaçları,  paris’te pembe çiçekler açan at kestaneleri, ilk kez ispanya’da gördüğüm sapsarı çiçekleri olan akasyalar ve sevilla’daki inanılmaz büyük bir gövdeye, yere yayılmış köklere sahip göğe doğru yine bir dev gibi uzanan manolya ağacı 

***

şimdi oturduğumuz evimiz de ağaçlarla çevrili. arka tarafta ıhlamur, mavi arizona servisi ve artık küstüğü için meyve vermeyen nar ağacı var. yan tarafta artık ölmek üzere olan akdeniz servisi son günlerini yaşıyor. ön balkonumuzun ucunda genellikle kargalara ev sahipliği yapan bir sedir var. mutfağımızın ve dolayısıyla benim çalışma masamın hemen karşısında bir kurtbağrı – ki yıllardır kendisi mürver ağacı olarak bilirdim – bu mevsimde buram buram kokuyor; sonbaharda da meyvelerini sığırcıklar yiyor.   o kurtbağrının arkasındaki dut ağacını bu yıl hastalandığı için kaybettik. onun arkasında da yine bir nar ve yeni dünya ağaçları var. yan tarafta genel olarak meyvelerini kargaların yediği bir ceviz ağacı onun hemen yanında da kiraz, erik ve biraz ilerisinde yine defne, nar ve limon ağacı. bizim bahçe giriş kapısını da bir ıhlamur bekliyor. bu yıl apartman görevlimiz serkan ön bahçeye limon ve zeytin fidanları dikti. bir de tabii komşumuzun çekirdekten filizlendirdiği minik avakado fidanımız var. bu evi sanırım bu ağaçlara kapılıp satın aldık zamanında…

***

yıllar önce 1995 yılında odtü’de çalışmaya başladığımda kavaklığa bakan bir ofisim olmuştu. o gördüğüm kavakların yerinde uzun yıllardır teknokent var zaten ama bu son kıyım çok canımızı yaktı. nasıl bu hale geldik, ağaçları yok etmeyi nasıl bu kadar normelleştirdik anlayamıyorum.

hayal kurmaktan vazgeçtim dedim ama aslında bir hayalim hala var. ileride, biraz daha yaşlanıp işi gücü bıraktığımızda, ayağımız toprakta, sırtımız bir ağaç gövdesinde olsun istiyoruz; mümkünse o ağaç meşe olsun. çünkü burcuma göre benim ağacım meşe…

***

son söz olarak “ağaçların farkında olarak yaşayalım” diyorum ve bundan 6 yıl önce 27 mayıs günü  gezi parkında yerinden sökülen 5 ağaca ve 10 temmuz günü kaybettiğimiz ali ismail’e selam çakarak ben howard‘dan old pine‘ı çalıyorum.

[audioplayer file=”http://radyoz.info/wp-content/uploads/2019/07/Ben-Howard-Old-Pine.mp3″ bg=”b6b4b2″ leftbg=”b6b4b2″ lefticon=”c8c5c5″ track=”ffffff” tracker=”f2b5b5″ text=”000000″ righticon=”ffffff” width=”300″ rightbg=”7b7b7b” volslider=”ffffff” skip=”ffffff”]

 

kategoriler