dün akşam…

“317. Kulaklarım kuyu, gözlerim saat.”

anita sezgener, nabız kayıt

akbank sanat’ta “şehrin gürültüsü’nde günce”başlıklı bir söyleşiye katıldım… şu sıralar peşine düştüğüm güncelerim, gürültü meselesinin “dayanılmaz cazibesi” ve elbette sevgili anita’yı dokunabileceğim bir uzaklıkta dinlenme fırsatı bu söyleşiye gitme nedenlerimdi. konuşulanların ayrıntısına girmeden, söyleşinin bir anlamda yörüngesinde dönerken hissettiklerime ve çağrıştırdıklarına dair olacak yazdıklarım… 

söyleşide konuklara ilk soru “hiç günce yazdınız mı?” oldu. benim yanıtım netti; “evet on yedi yaşında başlamışım, farkında bile değildim, yeni fark ettim” dedim içimden… ve tekrar “neden bunu yapmaya başladım ve kısmen neden yapıyorum” dedim kendime bir kez daha… kendimi duymak için sanırım; gürültüyü bastırarak kendimi duymak için… 

söyleşide biraz “yabancı” hissettim ortama; uzun bir süredir böyle bir etkinliğin içinde olmadığım için muhtemelen ama biraz da dinleyici profili olarak “farklı” olduğumdan sanırım… farklı mıydım gerçekten

söyleşi, küratörlüğünü canberk akçal’ın üstlendiği “şehrin gürültüsü nasıl değişmekte?” serisindendi ve yöneten akçal levent’te ziyaret için gittiği bir iş merkezinde beklerken ve o esnada şiir okurken orada ondan başka kimsenin şiir okumadığını hissettiğini/düşündüğünü söyledi… öyle değildir dememek için kendimi zor tuttum; ve “aslında her birimiz kendi habitatlarımızda yarattığımız gürültünün içinde, başka habitatlara yabancılaşıyoruz” demek istedim. bilgisayarının veya telefonunun ekranından bir şiire kaçamak da olsa bir bakış atan ve hatta çantasında minik bir şiir kitabı taşıyan vardır diye düşünüyorum çünkü… levent’te bir iş merkezinde olmasa dahi yıllarca olduğum ortamlarda böylesi deneyimleri yaşadım çünkü…

anita “hayvan sesleri benim için gürültü değil” dedi… bu cümle beni inanılmaz bir anıya götürdü… yıllar yıllar önce yârim a., tayfun pirselimoğlu’nun yazıp ve yeşim ustaoğlu’nun yönettiği iz filminde çalışmıştı. onu ziyaret etmek için istanbul’a geldiğimde beyoğlu’nda büyük londra oteli’nde kalmıştık. huzursuz bir gece geçirmiştim ve uykuyla uyanıklık arasında bütün gece bir delinin sokaklarda çığlık atarak dolaştığına karar vermiştim. sabah a.’ya bundan söz ettiğimde çok gülmüştü; duyduğum sesler martıların sesleriydi çünkü… bir deniz kentinde doğan ve büyüyen ben, martıların sesine yabancıydım; antalya’da neredeyse hiç martı yoktu çünkü. yıllardır istanbul’da yaşıyoruz ve sabahları martıların çığlıkları ve kargaların bağırtılarıyla uyanmak normalimiz. ve anita haklı; bu bir gürültü değil… 

dönüşte kulaklığı takıp, şehrin gürültüsüne kendimi tamamen kapatıp spotify’daki müzik listelerimden birini dinledim…bunu yapmayı çok seviyorum; hayat birden gerçeklikten kopuyor, bir ekrana ve o ekrandan yansıyan sessiz bir filme dönüşüyor; sadece müziğin eşlik ettiği bir filme… marmaray’da ayrılık çeşmesi’nde durduğumuzda karşımdaki kapı açıldı ve yaşlı bir adam, eski, ahşap kolçaklı bir koltukla trene bindi. açılan kapının tam karşısındaki kapıya dayanmış kitap okuyordum. hemen yan tarafıma koltuğu yerleştirdi ve oturdu. sanki evde, bir pencerenin karşısına yerleştirilmiş koltukta hayatın bütün ağırlığının altında eziliyor gibi oturuyordu; omuzlar çökük, eller dizlerinde birleştirilmiş ve tuhaf bir hüzünle… muhtemelen sadece onca yaşın ve yılın verdiği bir görüntüydü bu hissedişime neden olan… trenin hiç durmayacağını ve onun öylece oturmaya devam edeceğini hayal ediyordum inerken… (24 şubat, 8.30)

***

yılında başında, 2024’te daha çok şiir okumalıyım demiştim; buna bir süre önce günceler de eklendi. şu sıralar salah birsel’in 1950 yılında yazdığı günlüğünü okuyorum… benim için çok kıymetli bir kitap bu, ilk baskısı ve sâlah birsel imzalı… sevgili yarim a. 13 haziran 92’de istanbul’da bir sahaftan almıştı…

21 mayıs 1950’den bir alıntıyı noktasına virgülüne dokunmadan buraya bırakıyorum;

Bugün karar veriyorum:

Artık heyecanları, kalbimi tıkayan çarpıntıları bir yana itelemeli, yeniden yazılarıma dönmeliyim.

Bu gönlümün yanaşmadığı bir düşüncedir. Ama hatırlanması bile, beni, üzüntüler üzüntüsüne sürükliyen birtakım olaylardan sonra gene de bu yolu tutmamak ömrüm boyunca yapmaktan kendimi alıkoyamadığım bönlüklere bir tanesini daha katmak olurdu. Şu şimdiki anda bile bunu tamamen imkânsız kıldığımı söyleyemem. Doğrusu iki yılı tutan günler içinde bellediklerimi bana hiçbir bilim kitabı veremezdi.

Öğrendim. Ama bu hiç de ucuza mal olmadı.

Şu hâlde gene yazılarıma, gene güneşin ayak basmadığı o yapmacık ülkeme dönüyorum.

Masamın üzerinde defterim; pırıl, pırıl yontulmuş kalemim duruyor.

Az sonra Ahmet Muhip’in, Behçet Necatigil’in bir şiirine dalar, bulutlara doğru uçmağa başlarım. Hele, çoktandır güzelliklerini unuttuğum, o akıl ve sağduyu gücümün topraklarına yeniden ulaşabilirsem, keyfime hiçbir türlü sınır yok demektir.

Haydi iş başına!

Hayattan başka bir hayat beni bekliyor.”

ne yaşadıysa artık!  (25 şubat, 15.30)

***

geçmişin parçalarının bambaşka bir kompozisyonda birleştiği bir rüya gördüm bu gece. 

antalya’da çocukluğumun evimdeyim. yalnızım.  ama evde biri var, hissediyorum. banyoya gidiyorum… eskiden banyo kazanı dediğimiz sobanın yerindeki çamaşır makinesi kaymış, altında is gibi bir kirlilik var… ürkerek hole çıkıyorum… kocaman, siyah bir adam var evde… çok kendinde değil… sanki sayıklıyor… üzerinde eski yavru ağzı renginde solmuş bir tişört var… yalınayak… kocaman, gerçekten kocaman bir adam, evin tavanına değiyor nerdeyse başı… onu kocaman göbeğinden, sırtından, ite, ite kapıya yaklaştırıyorum… ve evin dışına apartmanın merdiven boşluğuna itiyorum…

kapıyı kapattığımda uyandım… şimdi düşününce parçalar birleşiyor… çocukluğumun karanlık korkusunun kaynaklarından birisi olan müzedeki hayaletin, müzedeki hayalet (belphégor ou le fantôme du louvre)’in izleri var bu rüyada. hayaletin hep banyo kazanının arkasından çıkacağını düşünürdüm, evde yalnız olduğumda… o kocaman siyah adamsa babamın çalıştığı ve arap memed sanırım. onu bir kez gördüm ve üzerinde turuncu bir tişört olduğu hatırlıyorum… iri bir adamdı ve babam çok güçlü olduğunu, her şeyi kolayca taşıdığını anlatırdı… antalya’da yaşayan afrika kökenli türkler’dendi muhtemelen; arap olmayı aşan bir siyahlığı vardı çünkü…

hafıza tuhaf bir şey; neyi ne zaman ortaya çıkaracağı bir muamma… (26 şubat, 7.20)

***

bir süredir çevremizde sürekli kayıplar yaşanıyor… son birkaç hafta içinde iki cenaze törenine katıldım ve dün bir ölüm haberi daha aldım… bugünse babamın ölüm yıldönümü. annemle, yapacağı irmik helvasının planını yaptık sabah… komşulara dağıtacağız… yalnız olsam yapmayacağım bir şey ama belki de yapmalıyım kimbilir! 

şehrin gürültüsü’nde günce söyleşisinden bu yana sevgili anita’nın nabız kayıt kitabı hep yanımda… uykusuz gecelerime eşlik etmiş bir kitaptır bu. babam için son söz olarak kitaptan bir alıntı bırakacağım.

ne kadar büyüsek de ve ne kadar ihtiyacımız kalmasa da bir yanımız babamızdan bir beklenti içinde… öyle belletildiğinden muhtemelen… (5 şubat, 8.30)

“144. Rüyamda babama diyorum kapı parça parça  sunta döküldü dökülecek yıkıldı yıkılacak değiştirelim sağlam kapı koyalım.”

***

yağmura ihtiyacım var diyerek spotify‘dan şahane bir liste bırakacağım buraya;

*imajın kaynağı için tıklayınız.

4 Responses
  1. Bu güzel, insanın içine dokunan yazıyı sabah erkenden, güne başlamadan (meditasyonumu bile yapmadan) okudum. Çalma listenizi açtım, kahvaltı esnasında bir kere dinledim. Yetmedi, bugünkü seansımda tekrar açtım, danışanımla bana eşlik etti. Bir nevi siz de bizimleydiniz mi demeliyim? 🙂 Ne zamandır dinlemediğim, sevdiğimi unuttuğum çok benden parçalar vardı içinde, nerelere götürdü beni (Coffeeli zamanlar, eski evimiz, işi bırakmanın ardından gelen o gevşeme dönemleri..)
    Ben de ortaokul zamanı günlük tutmaya başlamıştım, sonra lise ve üniversitede daha çok ne yaptığımı döktüğüm rutinlerimin notlarına döndü. İş hayatında tamamen koptu. Profesyonel hayat sonrası (blogumla da beraber) yeniden hayatıma girdi. O cilt cilt defterler bir gün ortadan kaldırılmalı mı? Vedalaşılmalı mı? Bunun bir zamanı var mı? Bilmeden yola devam ediyorum, hala defterimi yanımda taşıyorum (hani o nerede çıkacağı belli olmayan şiir kitabı gibi nerede yazılacağı belli olmayan defterin güvencesini seviyorum)
    Özlemişim galiba, pek uzun yazdım. Siz de sık sık yazın emi? Okurunuz sizi seviyor. <3

    1. radyo z

      nasıl mutlu oldum yorumunuza anlatamam. müzik dinlerken birlikte olmayı hissetmek düşüncesi şahane bir şey ve bu “gerçek” biliyorum… radyo z’ye pek yorum yapılmaz uzun yıllardır; bazen kendime kendime konuşuyorum hissi iyiden artıyor bu yüzden. “penceremin” baktığı avluya* bakan diğer pencerelerden ses duymak çok güzel. ve ben de sizi ve pencerenizi çok seviyorum.
      *bu metafor 90’lı yıllarda takip ettiğim şahane bir forum olan arafiyan’dan.

  2. Günlüklerin, tutulan notların ne yapılacağı konusu yaş ilerledikçe düşünülüyor, sanırım. Ben de ne yapmalı tam emin değilim.
    Bridge of Madison County filmini hatırlar mısın? Orada annenin ölümünden sonra kalan günlüklerini okuyan çocukları geçmişte yaşanana bir aşka ulaşıyordu. Çok sevdiğim bir filmdir. 🙂

Leave a Reply

kategoriler