bu gece…

“… Bir yaralı, bir asi, bir uyumsuz ve bir büyücü. Güzel iş…”

– anne

yine parçalı bulutlu bir uyku uyudum… ara ara kalkıp dolaştım… karanlıkta martıları kontrol etmeye çalıştım… yağmuru dinledim… ve yatakta telefonun ışığında kitabımı bitirdim; sonrasında da başucumda duran michael tournier’in veda yemeği kitabının, yıllardır okumaktan hiç sıkılmadığım ilk öyküsünü okudum… böyle yapınca, yani yatakta okuyunca, zihnime üşüşen her şeyden sıyrılıp, uykuya daha rahat geri dönüyorum… 

bitirdiğim kitap clara dupont-monod’ın taşların anlattığı adlı kitabı… inanılmaz yoğun bir novella… ara ara gözyaşlarıma engel olamadım okurken ve doğrusu epeydir bir kitabı okurken ağlamamıştım.  

fransa’nın kırsalında kendi döngüleri içinde yaşayan bir ailenin hayatının ansızın nasıl dönüştüğünü, çocuklarının yaşadıklarıyla, onların sesinden anlatıyor kitap; her birinin kendi varlıklarıyla, varoluş biçimleriyle yaşananı nasıl yaşadıklarını, nasıl baş ettiklerini veya baş edemediklerini dinliyorsunuz… ve her birinin diğerinin olan biteni yaşama biçimini, kederini nasıl taşıdığını, yüklendiğini…

bu ailenin bir anlamda hayatının ortasına düşen “bomba” kör, bedenine hakim olamayan, sadece yatan ve on yaşına kadar yaşabilen bir bebek; okurken gerçekten bir bebek gibi de okuyabilirsiniz bir metafor olarak da… hepimiz bizi çaresiz ve edilgen bırakan, müdahale edemediğimiz, tamamen kontrolümüzün dışında, öylece gözümüzün önünde duran ve bize kör olan pek çok şeyle boğuşup duruyoruz hayatımız boyunca… çocukken boğuştuklarımızda yalnızken ve bu yalnızlığın bedelini öderken, yetişkin olduğumuzda bazen farkına varmadan, bazen başka türlüsünü beceremeyerek çocuklarımızı da yalnız bırakabiliyoruz…

tuhaf bir döngü içinde ve günümüzün en popüler kavramlarından biri olan “travmalarımızla” baş başa kalıyoruz günün sonunda her birimiz… ama hayat devam ediyor ve bir yerden “çıkışı” buluyoruz diyerek burada sözü kitaba bırakıyorum;

“… Biz, bu hikâyeyi anlatmaya yeltenen avlunun kızıl taşlarıyız, bizim için aslolan sadece çocuklardır. Anlatmak istediğimiz onlardır. Duvara gömülü olan biz, onların hayatlarına bakarız. Asırlardan beri tanığız. Hikâyelerin unutulmuşları hep çocuklardır. Onları küçük koyunlar gibi içeri sokarız, onları koruduğumuzdan daha çok, kendimizden ayrı tutarız. Oysa taşlara oyuncak muamelesi yapanlar sadece çocuklardır, bize isim verirler, rengârenk boyarlar, üzerimizi resimlerle, yazılarla doldururlar, bize ağız, göz, çimenden saç yapıştırırlar, üst üste yığıp ev yaparlar, bizi suda sektirirler, dizip kale yaparlar ya da tren rayı. Yetişkinler bizi kullanır, çocuklar bizi başka bir şeye dönüştürür. Bu yüzden onlara derinden bağlıyızdır. Bu bir minnet meselesi. Şu sözü de onlara borçluyuzdur: Her yetişkin, bir zamanlar olduğu çocuğa karşı borçlu olduğunu unutmamalıdır. Baba çocukları avluya çağırdığında biz de onlara bakıyorduk…”

Ağabeyinin akıl almaz bir hüzün yayan tek bir adımını, silinip giden siluetini tasvir etmek için bulabildiği tek sözcük buydu. Buharlaşmak. Solgundu, boş bakıyordu. Takatsiz gibi görünüyordu. Çocuğa benziyordu. Kız yönünü hayata çevirdi. Arkadaşlar edindi, ikindi kahvaltılarından pijama partilerine dolaştı, gezdi (ama evinde tek bir tane bile düzenlemedi)…

tam bu noktada yönünü hayata çeviren kız için, yani asi olan için çalıyorum;

cyndi lauper söylüyor

drove all night

aile olmayı anlatacak değilim burada… her birimiz kendi ailelerimiz içinde bir şeyler yaşadık, yaşıyoruz ve yaşamaya devam edeceğiz. ama şu sıralar, hayatlarına tanıklık ettiğim bir martı ailesi var biliyorsunuz; hülya, derya ve iki yavruları… onlardan söz etmesem olmaz!

yavrulara sahip olmak ve onları yaşatmak için verdikleri mücadele inanılmaz. epeydir kargalarla başları belada diye düşünürken, evvelsi gün derya yavruları için tehdit olan bir martıyı neredeyse parçalıyordu. üzerinde yaşadıkları çatıda diğer martıyı sürükleyerek defetti! aşağıdaki iki fotoğraf bu kavganın çok küçük bir özeti… iki yavru korkudan neredeyse bacaya yapışmışlardı; onların ilk travmaları da bu muhtemelen

yavrular hızla büyüyor; aşağıdaki kare bu sabahtan. hafifçe ayaklandılar, bedenlerini esnetip, kanatlarını kaldırıyorlar ve vücut bakımlarını yapıyorlar artık 😉 evet bir martı “belgeselcisi”ne döndüğüm doğrudur diyerek şimdi hülya ve derya için çalıyorum;

bob dylan

life is hard diyor

6 Responses
  1. “Taşların Anlattığı” kafama kazındı. Şu anda Bob Dylan şarkısını söylüyor ben bu satırları yazarken.
    Doğada bir ailenin hayatta kalma çabasını aynen yazdığınız gibi “belgeselci” tadında izledim ve okudum. Onların kanat çırparak uçup gidişlerini de hep beraber izleriz dilerim. 👍🥰🪻

Leave a Reply

kategoriler