“Aralarında hiç kimse hiç bir şey yoktu. Bir ağaç, gölge ve toprak, o kadar…“
-burhan sönmez, taş ve gölge
kitabını ilk olarak murathan mungan’ın bir tivitiyle farkettim… kitabın “dublin literary award” ödül listesine girdiğini ve bunun kutlanacak önemde olduğunu söylüyordu. artık burhan sönmez okumayı ertelemeyeyim diye düşündüm ve kitabı aldım. “büyük bir beklentin var mıydı?” derseniz “hayır” diyeceğim; türk edebiyatında nispeten yeni olan yazarlarda fazlasıyla yaşadığım hayal kırıklıklarından dolayı bu durum…
ağır ağır, hiç aceleye getirmeden, keyifle ve çok fazla şey öğrenerek ve çok fazla şeyi hatırlayarak okudum kitabı. bazen daha eskilere uzansa da yakın cumhuriyet dönemi türkiye tarihinin sonu hiç gelmeyen yüzkarası günlerinin arka planda eşlik ettiği hikayede avdo, neredeyse solo yapan bir karakter olarak öne çıkıyordu; onun dışındaki tüm kişilikler daha çok bir figür olarak avdo’nun hikayesini ve varlığını, anlatılan diğer her şeyi hissettirmek için oradaydı adeta. pek çok hikayenin, dönemin, mekanın, olayın içiçe geçtiği bu romanda, avdo dışında hiç bir karakter kendini anlatacak kadar yer bulmamıştı; bulamamıştı! doğrusu bu tercih miydi çok merak ettim; yazara bunu sormayı çok isterdim!
diğer yanda avdo’nun, bu şahane karakterin, bunca karanlık olay ve “gevezeliğin” içinde elimde olmadan harcandığını düşündüm. bu kadar ön plandayken bir anlamda paradoksal bir şekilde “gölgede kalıyordu“. bu da mı tercihti acaba? aşağıda yazdığım kitaptaki alıntıda gizli belki bunun yanıtı… kimbilir…
“Ben de bir gölgeymişim, bunu yaşım ilerledikten sonra anladım. Kalpten ibaret, acının ve özlemin girdabına kapılmış bir gölgeyim işte. Ayışığı şu anda önümdeki taşı aydınlatıyor. Benim gölgem taşın üstüne düşüyor. Bu bir rüya, taş yok, ben yokum, yalnızca gölge var. Elimde tokmağın gölgesini tutuyor, keskinin gölgesinin üstüne indiriyorum. Gölgeler karanlıkta içli içli çınlıyor.”
tabii bir de romanda yedi isimli adam vardı… avdo köksüz, aslında kim olduğunu bilmeyen bir çocuk olarak karşımızdayken, o hafızasını yitirmiş, korkunç bir askere dönüştürülmüş ve ardından bütün savaşlardan ve savaşa girme ihtimalinde kaçan bir adam olarak karşımıza çıkıyordu; ve günün sonunda kendine ait olmayan bir günlük üzerinden kendine yeni bir karakter yaratmaya çalışıyordu… şimdi bunları yazınca en az avdo kadar bu karaktere de biraz yazık edilmiş diye düşündüm… keşke bu kadar çok olay ve bu kadar çok bilgi yerine bu iki karakter üzerinde biraz daha fazla derinleşseydi burhan sönmez diye düşünmeden edemiyorum…
burhan sönmez’in asıl meselesi bellek elbette! ve sürekli ve sürekli yaşayarak unuttuklarımız… roman boyunca okuduklarımı düşününce bir kez daha üzerimizden silindir gibi geçen bu coğrafyanın dayattığı hayatta belleği canlı tutmak mümkün müydü ve hala mümkün mü diye düşünmeden edemiyorum. zaten unutturmama bir yana; olan biteni, yaşamı içselleştirmemeye, sorgulamamaya, gerçek anlamda öğrenmemeye dayanan eğitim sistemimiz, kültürel kodlarımız, inançlarımız bizi hep yüzeyde bırakıyor… gerçekten hissedebileceğimiz bir derinlikte hiç kalamıyoruz…
ve son olarak söylemeden edemeyeceğim; kitapta bazı bölümlerdeki yeşilçam havası beni benden aldı. o bölümleri çocukluğumun siyah beyaz filmlerinin görüntüleriyle okumadım desem yalan olur… memlekette maruz kaldığımız o filmler ve hatta kemalettin tuğcu kitapları nedeniyle içinde benim de olduğum bir kaç jenerasyonun hakikaten hayata pek çok açıdan sorunlu bir yerlerden baktığımızı düşünüyorum…
kitabı okuyanlar bilir avdo bir mezarlıkta yaşıyor; daha doğrusu bir mezarlıkta bir gün yanına uzanmak için sevdiği kadını bekliyor! istanbul zeytinburnu’nda gerçekten var olan bir mezarlık burası; merkez efendi camii’nin yanındaki merkez efendi mezarlığı. merkez efendi ve şürekası da burada yatıyor; hatta erbakan ve eşi, halide edip ve eşi adnan adıvar, ressam ibrahim çallı, tamburi cemil bey gibi kişilere de ev sahipliği yapıyor mezarlık. bir kitap okurken çok sevdiğim karakterlerin yüzlerini, seslerini, bedenleri yarattığım gibi, çok sevdiğim mekanları da zihnimde yaratırım. bu kitabı okurken hep o mezarlığı düşündüm ve sonunda da gittim. pek çok mezarlığın bir arada olduğu bir bölgede merkez efendi mezarlığı, nispeten küçük, ağaçların gölgesinde güzel ve bakımlı. bütün mezarlığı dolaşıp o erguvan ağacını ve temsili olarak avdo ve elif’in mezarını aradım. gerçekten sadece bir tane büyük erguvan ağacı vardı. bir de onun yakınlarında, belki de onun köklerinden doğan, daha genç ve küçük olan bir tane daha… yukarıdaki fotoğraf o büyük, gerçekten büyük ve yaşlı olan erguvan ağacı…
kitapta yazdığı gibi herkes gidiyor ve geriye ağaçlar ve taşlar kalıyor; ve elbette bir de ağaçların ve taşların altındaki gölgeler…
tanju duru‘nun duru zamanlar albümünden iki parça dinleyelim bu kitap için;
önce hüzn ve hemen ardından raylar boyunca geliyor.
Selanik’te Atatürk Müzesi’nin önünde kocaman bir ağaç var. Ne ağacı olduğunu söyleyemem ama asırlık belli ki. Müzenin yarattığı hayalkırıklığı üstüne dışarı çıkıp o ağaca karşıdan bakınca belki de göremediğimiz dönemi, hayatı, insanları o görmüş geçirmiş de hala taşıyordur diye hayal ettim. Sizin erguvan da öyledir belki. Mezarlığa gidip orada dolaşmanız çok hoşuma gitti, özendim. Şimdi benimki biraz daha uzak ve fantastik hayal ama sırf Murakami’nin tarif ettiği otoyolları, üst ve alt geçitleri, kalabalık Şincukusunu yani Tokyo ve Japonya’yı, ve Zambra’nın Şilisini işte bu yüzden çok görmek istiyorum.
Burhan Sönmez’den de İstanbul İstanbul’u okumuş, etkilenmiştim. O da ödüllüydü sanki.
murakami okumalarımda gitmek istediği yerler oldu hep; şincukusu istasyonunun kalabalığına karışmak, kıyıda köşede kalmış bir caz barda oturmak ve bir kış mevsimi hokkaido adasında olmak:) Japonya’ya gitmek en büyük hayallerimden birisi…
tekrar burhan sönmez okuyacağım; istanbul istanbul veya labirent olur muhtemelen ikinci okuma.
ve ağaçlar, onların tanıklığı eşsiz bence; içlerinde, köklerine kadar her şeyi taşıdıklarından neredeyse eminim… bir gün yolum selanik’e düşerse o ağaca bir selam iletirim sizden…
Müzikleri dinlemeden yazmışım. Tanju Duru’nun parçaları da nefismiş. Benim için yeni bir tanışıklık oldu, teşekkürler 🙂
tanju duru çok erken yitirilmiş bir sanatçı maalesef. “duru zamanlar” benim için bir sığınma yeri gibidir; çıktığından bu yana sürekli döndüğüm bir yer gibi bu albüm.
Bugünkü yazıdaki bilmediklerim başlığından -belki bir gün okurum- yazarı ve kitabı atlıyorum, müziklere bayıldım, keyifle dinledim. Teşekkürler. 🙂
sanırım iyi yapmışım tanju duru paylaşmakla 🙂