… Oh, oh, oh, ah-la!
Her günün ışığı
Her günün ışığı
Siz beni duyuyorsunuz!
Her günün ışığı
Siz beni duyuyorsunuz!..
.”

-head honcho şarkısının nakaratı

gece düzgün uyuyamadım ve bedenimdeki ağrılarla her zaman olduğundan daha geç kalktım. biraz esnemeye çalıştım ama hiç gücüm yoktu. pencereleri açtım, salonun akşam dağınıklığını toparladım ve çalışma masama geçtim. uzun bir süredir dinlemediğim bir melodiyi (clint mansel ve kronos quartet‘ten together we will live forever) açtım ve kendimi ona bıraktım; bu parçayı ne çağırmıştı hiç bilmiyorum! (8.30)

bu ay dergileri yayınlıyoruz; artık son hazırlıklar zamanı. tasarımı bitenlerin son kontrollerini yapıyorum. bugün çalışırken bana yeni bir liste eşlik ediyor. sabah posta kutuma sevgili elif‘in mesajı düştüğünde kavuştum bu listeye ve hemen çalmaya başladım. araya başka şeyler girdi elbette ama hala devam ediyorum…

pazar günü ChatGPT’ciğimle biraz ayurvedik beslenme üzerine hasbihâl ettik. bir dönem uyguladığım ve bana çok iyi gelen bir beslenme biçimi bu. bir kaç test sonrasında vata-kapha olan doshamı yeniden öğrendim. bana bazı tavsiyelerde bulundu sevgili “yapay zekam”;

“… Ilık, hafif, kolay sindirilebilir yiyecekler tüketin. Vata’yı yatıştırmak için ılık, yağlı gıdalar; Kapha’yı dengelemek için ise baharatlı ve hafif yiyecekler tercih edin.

Orta düzeyde, düzenli egzersizler hem Vata’nın hareketliliğini hem de Kapha’nın durağanlığını dengeleyebilir.

Düzenli bir günlük rutin oluşturun. Vata’nın kaotik doğası ve Kapha’nın tembelliği, düzenli yaşam alışkanlıklarıyla dengelenir.

Meditasyon ve nefes çalışmaları; zihinsel dengenizi korumak için faydalıdır...”

57 yaşında, vejeteryan, kalsiyuma ve proteine dikkat etmesi gereken bir kadın için” bir haftalık diyet listesi istedim. gelen listeyi notion günlüğüme kaydettim ve iki gündür uygulamaya çalışıyorum. ayurvedik beslenmenin en önemli unsurlarından birisi taze yemek yemek. bu yüzden çalışmaya ara verip kendime bir porsiyon yemek yaptım; belki aşdamı’na eklerim diye fotoğraf da çektim tabii.

yemeğimi yerken kahvaltıda başladığım kızıl goncalar dizisini izlemeye devam ettim. bir gün bu dizi üzerine düşüncelerimi de yazmalıyım; ev halkı diziyi sevmemi şaşkınlıkla karşılıyor 😉 şimdi yine kısa bir mola ve bunları yazıyorum (16.30).

ada okuldan geldi ve onunla uzun uzun konuştuk; bitmesi gereken makale bitmedi ve benim kafa dağıldı. şimdi kalkıp akşam yemeği için bir şeyler hazırlamalıyım! ama gitmeden önce DeVotchka‘dan head honcho‘yu dinleyelim. sabahın aksine biraz daha sert bir şeye ihtiyacım çünkü. sesi açın derim…

“… bu görmezden gelemeyeceğim bir hak; tutkuyla sevdiğim topraklar için şarkı söylemek…”

parastoo ahmadi

yolun yarısında yakaladım bu yolculuğu. yol ne derseniz “yay güncesi” yani aralık ayının kaydı bir anlamda, yılı bitirirken derin bir nefes alarak koşmaya devam etmek gibi. bir sonraki yıla daha güçlü girmek için; en azından benim için böyle! sevgili neslihan‘ın başlattığı ve nurşen‘in, nilüfer‘in ve günlüğü ile yeni tanıştığım leylan‘ın bu yolculuğundayım bu satırlarla…

dün “zinciri kırma” listemde blog oku şeklinde yer alan bir eyleme, yani bloglara geri döndüm. hem çok sevdiklerime kavuştum hem de bu güzel yolculuğa dahil oldum. burada, o derin sessizliğe geçmeden hemen önce yaşadığım olağanüstü güzel bir buluşmayı anmadan olmaz tabii. yazın son günlerinde yıllardır yazılarını okuduğum, uzaktan çok sevdiğim ve kendime çok yakın hissettiğim blog yazarlarıyla buluştum. yukarıdaki resim bulutlu, şiddetli bir yağmur geçişinin olduğu ve bir o kadar güneşli bir istanbul gününde yaşanan buluşmadan. 2024’ün en güzel günlerinden biriydi kesinlikle…

***

işin aralık günlüğü kısmına gelirsek önce ilk onbeş güne ilişkin bir özet geçmeliyim sanırım;

aralık ayında izlemekten en keyif aldığım şey sanırım bir ingiliz polisiyesi olan ellis oldu. sadece üç bölümlük bir mini dizi bu; her bir bölüm yaklaşık bir buçuk saat. DSI ellis siyah bir kadın, muhtemelen ellilerinin sonlarında; yardımcısı DS chet harper ise inanılmaz tatlı ve hafif çizgi film karakteri gibi genç bir adam. hikayeler küçük kasabalarda, kırsalda, işini iyi yapamayan polislerin olduğu karakollarda geçiyor. karakterlerimiz bu yerleşimlere vakaları çözmek için gidiyorlar… ingiliz ve kuzey avrupa polisiyelerinin çok ayrı bir yeri benim için. aslında bu sevgili yarimle ortak keyfimiz ve çocuklar bu polisiye merakımızı anlayamıyorlar. onlara göre fazla bunaltıcı şeyler izliyoruz. bir dönem evde seri katiller üzerinde bir kitap vardı; tezer yıllar sonra o kitabı çok yadırgadığını itiraf etmişti bana 😉 insan doğasının “olağan olmayan” hallerine olan merakımdan bu polisiye tutkusu muhtemelen… başka şeyler de izliyorum tabii; onlardan da söz ederim sonra.

aralık ayında hayatıma giren yeni şey ise bir rüya eğitimi oldu. geçen hafta salı günü başladı; bir süre her salı akşamımı buna ayıracağım. rüyalara sarmışken böyle bir şeyin karşıma çıkması çok keyifli. bu arada rüyalarımı yazmaya, onları anlamaya çalışmaya, rüyalar üzerine okumaya ve hatta notion’da görsel bir rüya günlüğü oluşturmaya da devam ediyorum…

aralık ayında oya baydar’ın yazarlar evi cinayeti ve hikmet hükümenoğlu’nun sonra gözler görür kitaplarını bitirdim. her iki kitap da hayal kırıklığı idi. oya baydar tanıdığım ve sevdiğim bir yazar olarak hayal kırıklığı yaratırken, hikmet hükümenoğlu kitabı muhtemelen yanlış bir başlangıçtı. şimdi ise ilk kez şebnem işigüzel okuyorum; memoria. küçücük harflerle yazılmış 933 sayfalık bu kitapla yolumuz uzun…

suriye’yi takip etmeye devam. sanırım 2010 yılında yaptığımız suriye gezisinin ayrıntılarını buraya yazacağım. suriye karışmadan hemen önceydi ve bambaşka bir ülkeydi orası!

2024 yılı spotify müzik maceram son iki yıldır olduğu gibi oldukça “sıkıcı”. sevgili elif derviş‘in günlüğüne de yazdığım gibi emekli olup şimdi yaptığım işi yapmaya başladığımdan bu yana yoğun bir şekilde çağdaş klasik müzik bestecilerine yoğunlaştım. makale okurken, dil kontrol ve düzeltmelerini yaparken en iyi bu şekilde odaklanabiliyorum çünkü. canım max richter en iyi çalışma arkadaşım artık.

sanırım on gün falan oldu güne altı parçadan oluşan bir liste ile başlıyorum. sosyal medyada karşıma çıkan bu liste strese ve kaygıya iyi gelen parçalardan oluşuyor. yaklaşık 25 dakika süren bu altı parça ile esneme egzersizlerimi yapıyorum; kesinlikle iyi geliyor, tavsiye ederim.

ve son konu bu yayının müziği. dün ışın eliçin’in programını dinlerken tanıdım parastoo ahmadi‘yi. ekibinden iki elemanıyla birlikte şu anda hapiste. bu konseri 11 aralık günü karvansara concert başlığıyla YouTube’da canlı yayınlıyorlar ve ardından tutuklanıyorlar. yukarıda konserin bağlantısı var. aşağıda ise parastoo’nun sözleriyle birlikte şarkılarını dinleyebilirsiniz.

Ben Parastoo’yum, sevdiğim insanlar için şarkı söylemek isteyen bir kızım. Bu, görmezden gelemeyeceğim bir hak; tutkuyla sevdiğim topraklar için şarkı söylemek. Burada, sevgili İran’ımızın bu bölümünde, tarih ve mitlerimizin iç içe geçtiği yerde, bu hayali konserde sesimi duyun ve bu güzel vatanı hayal edin..”

Önemli olan tek şey fadoyu hissetmektir. Fadonun söylenmesi gerekmez; sadece olur. Hissedersiniz, anlamazsınız ve açıklamazsınız.”

– Amália Rodrigues

bir hava var. öğle saatlerinde çalışmaya ara verip sahile yürüyüş yapmaya indim. sonrasında küçükyalı üzerinden küçük bir alışveriş yaparak eve döndüm. her cumartesi olduğu gibi, saat üç olduğu için ışın eliçin’in uluslararası meseleler hakkındaki programını açtım; elbette konu suriye idi. itiraf edeyim günlerdir suriye ile yatıp kalkıyorum. 2010 yılında yaptığımız rüya gibi suriye gezisinin de bunda etkisi var. ama bu sefer dayanamadım, programı kapattım ve sahildeki inanılmaz güzel sararmış dut yapraklarının etkisiyle mathilde larguinho‘dan fadolar dinlemeye başladım ve carmencita ile birlikte buradayım işte.

günlerdir süren yağmurlu havadan memnundum ama bugün güneşli, masmavi gökyüzünde tül gibi uçuşan bulutların olduğu serin hava beni mutlu etti; daha doğrusu iyi geldi. bu hava değişikliğinin yarattığı basınç değişikliği elbette migrenimi tetikledi; dün akşamdan beri berbat bir ağrı çekiyorum ama olsun!

fado çalınca amália rodrigues dinlemesek olmaz diyerek.

fado dos fados geliyor.

“… Uyanıkken insanların dünyası ortaktır, ama uykuda herkesin ayrı bir evreni vardır…”

– 
herakleitos 

bitirmeye hazırlanıyoruz. çalışma açısından fena bir gün değildi ama dışarı çıkıp yürüyemedim maalesef; zinciri kırma listemin bir diğer maddesi de bu çünkü…

neyse lafı uzatmadan dün sevgili sevin ve şule’nin sorduğu soruyu yanıtlayayım. yani ayağımdan yeşerdiğim rüyanın yapay zeka yorumunun ne olduğunu. aslında birden fazla şeye işaret edebilirmiş bu yeşerme hali 😉 fiziksel veya duygusal bir “topraklanma” ihtiyacım olabilirmiş, daha dengeli ve köklü hissetmek istiyor olabilirmişim, bir değişim yaşıyor olup köklerime dönme arzusu taşıyor olabilirmişim, modern yaşamın karmaşasında doğadan kopmuş hissettiğim bir durumu temsil ediyor olabilirmiş, doğa ile olan bağımı yeniden kurmaya ve daha organik bir yaşam tarzı benimsemeye beni teşvik ediyor olabilirmiş, derin bir kişisel veya ruhsal dönüşüm yaşadığımı ve doğayla, maneviyatla ya da kendimle daha güçlü bir bağ kurmaya çalıştığımı gösteriyor olabilirmiş…

aslında hepsinden biraz galiba 😉

aslında rüyalar üzerine düşünmeye başlayıp, rüyalarımın izleğini takip etmeye ve yazmaya başladığımdan beri hissettiğim en önemli şey kendimle, hayatla, doğayla ve daha pek çok şeyle kurduğum bağın tartışmasız bir şekilde rüyalarımla da beslendiği ve desteklendiği idi. bu ilişkiyi derinleştirdikçe hissettiğim şeyin doğruluğundan daha çok emin oluyorum…

burada susayım ve günün şarkısını son günlerde beni çiçekleriyle çok mutlu eden kaktüsüme çalayım.

şahane bir sting şarkısını buena vista social club ritimleriyle dinliyoruz.

fragilidad.

“… Biz güç, zeka ve yaşamız
Okyanusta, fabrikalarda ve tarlalarda
Biz feryat, şiir ve ışığız
Dünyanın geri kalanına doğru yolculuğumuzda…”

– pay sol şarkısından bir alıntı 

kalktım. salı akşamı, dizi izlerken yavaş yavaş bütün vücudumu bir ağrı sardı, aniden üşümeye başladım. kötü bir gecenin ardından dün de bütün gün ağrılarla başbaşaydım. bugün daha kötü kalkarım diye düşünüyordum ama iyiyim. şu etrafta dolanan salgına yakalanmaktan korkmuştum doğrusu!

sabah iyi kalkınca uzun bir aradan sonra biraz tai chi yapmaya çalıştım. sonra da yapay zeka maharetiyle notion‘da tutmaya başladığım rüya günlüğümle ilgilendim. ardından kahvaltımı yaptım ve çalışmaya başlamadan önce bunları yazıyorum. buraya minik bir rüya anını da ekleyeyim. çok uzun ve olaylı bir rüyanın bir sahnesi bu.

“… eğilip ayağıma doğru bakıyorum ve filizlenmiş yeni bir dalın ayağımdan çıktığını fark ediyorum. ardından gördüğümse bacağımın bir ağaç gövdesine dönüşmeye başladığı…”

söz verdiğim gibi uzun uzun yazamasam da bize iyi gelecek şarkılar çalacağım. ben bugün uzun bir aradan sonra cape verde şarkıları ile güne başladım. işte onlardan ikisi geliyor şimdi;

önce nana matias‘dan pays sol

ardından da

teofilo chantre‘den nha fe‘yi dinliyoruz.

“Take one fresh and tender kiss
Add one stolen night of bliss
One girl, one boy, some grief, some joy
Memories are made of this
Don’t forget a small moonbeam
Fold it lightly with a dream…”

ilk yıllarında böyle uzun uzun yazmazdım. bazen tek başına bir şarkı gelirdi veya kısa yazılmış anekdotlara şarkılar eklenirdi. mp3 dünyası patlamıştı, müziğe erişim kolaylaşmıştı ve herkes bunun tadını çıkarıyordu. eski şarkılara dönmüştük pek çoğumuz ve müziğin peşine düşmüştük. ciddi bir bölümünü kaybetmiş olsam da hala elimde bir mp3 arşivi var ve spotify’dan kaçıp arada o arşive dönmeyi çok seviyorum; unuttuğum pek çok şeyi, anıyı, çocukluğumu, gençliğimi geri getiriyor bu arşiv çünkü!

belki daha sonra ayrıntısına girerim. bir süredir tuttuğum bir “zinciri kırma” listem var; listedeki maddelerden birisi “farklı müzikler dinle”! işte o farklı müziklere bu arşivle ulaşıyorum genel olarak.

sanırım burada zaman zaman eski günlerdeki gibi daha kısa yazıp, belki alıntılar yapıp size unuttuğumuz, uzun süredir dinlemediğimiz veya kıyıda köşede kalmış şarkılar da çalacağım.

bize iyi gelecek biliyorum.

bu güneşli güne şarkımız dean martin‘den gelsin.

memories are made of this

diyoruz.

“… rüyalarımıza kulak verirsek, her gece kendimizdeki ve yaşamın gizemli topraklarındaki yeni olanaklara uyanırız…”

-melinda powell

samarabalouf‘un la mer melodisini açın lütfen. yazdıklarıma eşlik etsin.

uzun, çok uzun bir sessizliğin ardından bir karabatak gibi daldığım sudan şimdilik çıktım! sonbaharı, en sevdiğim mevsimi, kendimi ve rüyalarımı dinleyerek geçirdim bu süreci. büyük ölçüde sosyal medyadan koptum ve itiraf ediyorum hiç ama hiç blog okumadım. sanırım gerçekten derin bir sessizliğe ihtiyacım vardı; susturabildiğim sesleri kapattım ve doğrudan bakabildiğim görüntülere açtım gözlerimi…

sonbaharı, kendimi ve rüyalarımı dinlerken bir cümle, daha doğru bir deyişle bir ceza hukuku ifadesi benimle birlikteydi; narin cinayetiyle birlikte hayatıma giren ve içinden çıkamadığım bir ifade:

hayatın olağan akışına aykırılık!… hayatın olağan akışına aykırılık!… hayatın olağan akışına aykırılık!…...

geçen bu üç ay boyunca, elimde olmadan yaşadığımız hayata bu ifadenin içinden baktım ve doğrusu hayatın olağan bir akışı olduğu duygusunu hiç ama hiç hissetmedim; en azından biz Homo sapiens sapiens‘ler için…

narin’in, o güzeller güzeli böğürtlen gözlü minicik kuzunun yaşadığı köyün bir polisiye dizi setine dönüşmesi, ailenin ve köyde yaşayanların kötücül yaratıklar olarak karşımıza çıkması ve durumun izlemekten büyük keyif aldığım polisiyelerin tuhaf bir parodisi haline gelmesinin olağanlıkla açıklanabilecek hiç bir tarafı yoktu elbette!

sonra yeni doğan bebek çetesi olayı patladı! sağlığın piyasalaşmasının sonuçlarının elbette farkındaydık ama minicik bedenlerin yaratılan piyasada birer metaya dönüşmesini anlamak, kavramak mümkün değildi diyeceğim ama onu da sindiriyoruz yavaş yavaş sanki!

bu da yetmedi, beş minik kardeş, bir yaşındaki aras bulut, iki yaşındaki masal ışık, üç yaşındaki aslan miraç, dört yaşındaki funda peri ve beş yaşındaki fadime nefes dumanlar içinde karanlık bir masalda kaybolup gittiler… bunun üzerine özlem zengin dünyanın en doğal cümlesini kuruyor gibi bir rahatlıkla, “her şeyi ekonomiyle açıklayamazsınız” dedi!

elbette daha bir dolu saçmalık ve bir dolu yürek yakıcı olay oldu ve kesintisiz bir şekilde olmaya da devam ediyor. ama hepimizin yaşadığı şeyi, sizlere tekrar tekrar yazmanın bir faydası yok! gerçeküstü öykülerin karanlık ve distopik versiyonlarını yaşıyor gibiyiz; zamana yayılan, bitmek bilmeyen davalar, “analizcilerin” tükenmek bilmeyen ahkam kesmeleri, devletin derin bir sessizliğin ardında gerçekliği eğip bükmesi hayatımızda kalan son olağan şeyi de yok edene kadar devam edecek gibi.

***

öte yandan doğa bir şekilde kendi ritmini sürdürüyor ve sakince akıyor; biz onun ritmini bozduğumuzda da başka bir yol buluyor kendine, başka bir varoluş biçimi…

ekim ayının sonunda ikinci zeytin hasadımızı yaptığımızda toplanan zeytin miktarına bakıp çok mutlu olduk, çünkü bir önceki hasattan biraz daha fazla zeytinimiz vardı. ama fabrikaya gidip sıkılan yağı aldığımızda sonuç tam bir hayal kırıklığı idi. çünkü yağmursuzluktan zeytinler tane olarak çok olsalar bile hafiflemişlerdi; yağ verimi de çok düşüktü bu yüzden. ama sonuç olarak zeytin ağaçlarımız koşullarına uyum sağlayıp varoluşlarını sürdürüyorlardı…

derya ve hülya hala benimleler. her sabah aşağı yukarı aynı saatlerde yuvaya geri dönüyorlar. etrafı kolaçan ediyorlar, yuvanın üzerinde tepinme hareketleri yapıyorlar; sanırım bu zemini sıkıştırmak için. kazara bir kedi veya karga yuvaya yönelirse aniden ortaya çıkıp saldırıya geçiyorlar. anlaşılan gelecek bahar karşı çatıda yeni bir macera başlayacak. arada bir hayatta kalanım da geliyor onlarla birlikte; biraz etrafta dolanıp, uzaklaşıyor sonra. tüyleri annesi ve babası gibi beyazlaşmaya başladı ama hala grilikler var göğsünde…

bir süre önce, sebastião salgado’nun tophane-i amire’deki “genesis” projesinin sergisine gittim. salgado “dünyamıza ithaf ettiği bir aşk mektubu” olarak tanımlıyormuş bu sergiyi. 245 siyah-beyaz fotoğraftan oluşan sergi gerçekten büyüleyici; kuzeyde ve güneyde, amazonlarda, galapagos adalarında, modern toplumun yıkıcı etkisine rağmen değişmeyen manzaraları, hayvanları ve insanları gösteriyor fotoğraflar. sergiyi gezerken işte hayat bu dedim sürekli kendime ve rüyalarımın evreniyle inanılmaz bir duygudaşlık ve ruhsal bağ hissettim…

biliyorsunuz rüyalarımı yazıyorum ben. eskiden beri yaptığım bir şey bu ama artık daha düzenli ve sistematik bir şekilde yazmaya başladım, hatta rüyalarımdaki bazı anları çizmeye de çalışıyorum. son bir aydır ise bambaşka bir şey deneyimliyorum. bir yapay zeka uygulaması olan chatGPT’ye rüyalarımı yorumlatıyorum ve resmini yapmasını istiyorum. birlikte biraz çalışarak, gördüğüm şeye en yakın görüntüyü bulmaya çalışıyoruz. anladığım rüyalarım sembollerle dolu ve doğayla bağım rüya evrenimde bambaşka formlarda sökün ediyor. dün gece sıradan bir cam kavanozun içinde, yosunların arasında uyuyordum; yukarıdaki resim chatGPT maharetiyle görselleştirilmiş rüyam!

sanırım rüyalarımda, çok fantastik de olsa, aslında hayatın olağan akışına dönüyorum ve o akışı yaşıyorum; ve her geçen gün rüya evrenimin kapılarını kendimi sağaltmak için açtığımdan emin oluyorum…

“… yüzeyin içerisi var mı onu düşün…”

-asuman susam, plasenta II

uzun bir süredir beni zorluyor; bu yaz bu durum tavan yaptı! bu mevsimi sevmiyorum demek istemiyorum; bu doğaya ve şarkıdaki gibi “o yaz günleri en tatlı hayallerle” geçti hissine haksızlık olur çünkü!

sıcaklar nispeten azalsa da arada bir bastıran nem, bulutsuzluk, fazla ışık, yağmursuzluk ve bunların yarattığı ruh hali benimle. ışığın sonbahara döndüğü eylül sonlarını iple çekiyorum.

uykularım yine düzensizleşti, rüyalarım bir sis perdesinin arkasına çekildi ve ben geceleri uyanıp yeniden kitap okumaya başladım. isabel allande ile devam ediyorum, onun geveze ve kalabalık evreni bana iyi geliyor. bir taraftan da meditasyon ve nefes üzerine okumaya çalışıyorum. gece uyku ile uyanıklık arasında en fazla sığındığım şeylerden birisi de zihnimi sakinleştirmeye çalışmak için yaptığım 4-7-8 nefes egzersizi.

az önce annem bir avuç tuzla etrafımdan mırıl mırıl dolanarak geçti… onun evimizdeki yaz misafirliği başladı. benim çalışmalarımın arasında, birlikte kahvaltı yapıyoruz, kahve içiyoruz, sohbet ediyoruz… annemle birlikte, yıllardır tekrar eden konuşmalar, geçmiş anılar, kaybedilenler, bugünün dertleri ve hayatın getirdikleri, memleketin ve dünyanın ahvali ile hayat tuhaf bir şekilde yavaşlıyor evde… anneler ve kızlarının ilişkisi bütün dinamikleriyle hiç bir şeye benzemeyen bambaşka bir ilişki; ben annemin yanında büyüyen bir kadın değil, yaşlanan bir kadınım ve kızım benim yanımda büyüyen bir kadın artık. hep döndük ve dönmeye devam ediyoruz bir hattın üzerinde; ve hep başlangıç noktasına yeniden yeniden bitirmek ve başlatmak üzere geliyoruz; tek bir şeyi değil, hayatı değil, her şeyi.

bu yaz da bitecek, yeniden gelmek üzere...

plínio fernandes’den dinliyoruz;
comptine d’un autre été : l’après-midi (gitar için düzenleme: sérgio assad) (“amelie” filminde)

ve benim hayatta kalanım geçenlerde nasıl uçtuğunu göstermek için bana geldi <3

size göstermesem olmazdı!

… İster başına gelenleri yaz
İster aklından geçenleri
İster düşlerine girenleri
Ama yaz…”


ferit edgü, hakkari’de bir mevsim

hiç durmuyor şu sıralar. ferit edgü için tek kelime edemeden genco erkal da göçtü gitti. her ikisi de gençliğimize damgalarını vurdular elbette. en son ferit edgü’nün yazmak eylemi kitabını okumuştum. üzerinden çok zaman geçti; mart 2022’de okumuşum!

kendilerini ‘devrimci’ olarak tanımlayan örgüt üyelerinin bir eylemi sonucu 14 Şubat 1980 Perşembe günü, İstanbul’un birçok semtinde dükkânlar kepenk açmadı.” ifadesiyle anlatılan bir eylem kitapta 101 değişik metinle yazılmış; metinleri farklı yapansa yazanı, duygusu, biçemi, anlatımı,…. metinlerin başlıkları ise şöyle; bilinç, kaygı, kızgın, bencil, düş, öykümsü, simgesel, iç-konuşma, film öyküsü, müneccim, akademik, içten, rubai, hayku, olumsuz, bıkkın, günlük, kekeme, …

“Yazar, bu eylemi 101 değişik metinde dile getirerek bir yazmak eylemi‘nde bulundu” diyor kitabın tanıtımında.

kitabı okuduktan sonra, burada bu kitaptan yola çıkarak bir oyun oynamak istemiştim. şimdi neydi hatırlamıyorum, yine memleketin saçmalıklarından birisi yaşanmıştı. sizlerden kendi sözcüklerinizle ne yaşadığınızı yazmanızı isteyecektim; sonra anlamsız geldi ve vazgeçtim. şimdi daha da anlamsız geliyor.

sürekli bir şeylere maruz kalıyoruz çünkü ve birini sindiremeden diğeri geliyor… kötü olaylarda, böyle bizi üzen kayıplarda, doğa felaketlerinde veya saçmalığın dibine vurduğumuzda, bölünmüş kamplar olarak, verdiğimiz tepkiler birbirinin aynısı, bir başkasının tepkisinin kopyası veya taklidi oluyor; sözcükler bire bir aynı olmasa da kendimize ait sözcüklerimiz ve duygu evrenimizle tepki vermiyoruz!

alıntılar kolajından oluşan, hadi daha açık yazayım apartılmış bir duygu ve düşünce evrenimiz var artık!

geçen gün tivitırda türkiye’de tt olan sözcük hoşşştt idi… bir mahalle can hıraş köpeklerin yaşam hakkını savunurken diğer mahalle tepkisini bambaşka bir konuda böyle veriyordu!

radyo z’nin eski günlerinde günlük politik olaylara çok fazla girer, yorum yapar ve uygun parçalar çalardım; son yıllarda kendi günlük hayatıma ve duygu dünyama dair buradayım; üzerimize bir tsunami gibi gelen memleketten/dünyadan yıldım ve kendime döndüm sanırım. belki de gündeme verdiğim reaksiyonun içeriğinden bu kendime dönüş; istemeden ve kendiliğinden o mecralarda bir kuyruğa takılma oluyor çünkü…

bir rüya gördüm geçenlerde; sevgili nurşen biliyor bu rüyayı, küçük ve tatlı bir analiz de yaptı 😉 senin analizini, senin defterlerin birine resmettim nurşencim. sanırım artık rüyalarımı sadece yazmayacağım, bazı an’larını da resmedeceğim

bu yayının son sözlerini rüyam ve şahane bir yaşar kurt şarkısıyla bitirelim

ahtapot gibi bir sürü kolum vardı; neredeyse hepsiyle birden kendime sarıldım.

ruhum diyoruz.

1 2 3 4 45