Yaz ölür. Geçmişle gelecek gibi.
Uyur gök. Çünkü koşmuştur sabah nehirlerini
Terli ve hırçın bir at gibi geliyordur.
Durur onun için su. Anısız ve kocaman”

-ilhan berk, su

akşamında ritmi bozmadan ve fazla gevezelik yapmadan haftanın üçüncü yayınını nefis bir parçanın üç farklı yorumuyla yapacağım.

şarkıları dinlerken bu yıl yaz mevsimini hissettiğim en güzel an neydi diye düşündüm. aklıma ilk olarak st. petersburg günlerimizde gittiğimiz petergof sarayı geldi; bu yazlık sarayın finlandiya körfezine bakan sahilinde yazı derin derin içimize çekmiştik. yanımızda mayo olmadığı için yüzemedik, bunun için hep üzüleceğim sanırım…

peki sizin bu yazı her hücrenizle hissettiğiniz o an neydi? kimbilir belki bir fotoğraf ve şarkıyla paylaşırsınız…

Hep böyle çıkıp gelmiştir
sonbahar dağlarımıza
bir elinde karanfil,
bir elinde yüreği”
ilhan berk

sonuna geldik çok şükür; umarım yaz severleri üzmüyorumdur böyle diyerek… yapacak bir şey yok; aldığım yaşlarla birlikte gönlüm baharlarla birlikte kışa kaydı. yağmuru, hafifçe titremeyi, yüzüme çarpan soğuk havayı, puslu havaları, lodosun kış versiyonuyla çılgına dönen denizi özledim…

yaz mevsiminin ruhuyla darmadağın olan rutinlerime de dönmek istiyorum artık; yürüyüşlerime, sinema kaçamaklarıma, sergilere, ara ara dışarıda bir kütüphanede veya kafede çalışmaya ve elbette en nihayetinde kendime

sadece kendim için değil, çalışma masamın önünde sıcaktan kurumaya ve neredeyse güneşle alazlanmaya yüz tutmuş yapraklarıyla hayatta kalmaya çabalayan kurtbağrı ağacım için de istiyorum yazın bitmesini…

o yüzden daha biraz erken de olsa, jülide özçelik’in şahane caz yorumuyla sonbahar rüzgarları‘nı dinliyoruz.

yukarıdaki resim japon ressam yokoyama taikan (1868–1958)’a ait; incir ağacının dalında tepeli maina kuşu.

“ışığa inanıyorum
hayatın ve hareketin sürme imkanına…”

-asuman susam, kemik inadı, ışık

dönüyorum bu sefer buraya… sevgili neslihan’ın aşağıdaki sözlerine karşı sessiz kalamazdım çünkü…

“… O yüzden bu birlikte yazmalar iyi geliyor, içine sığınıp kapandığımız ve kalınlaşmaya çok müsait kabuğumuzu kırmamıza yardımcı oluyor. Acımadan, kanatmadan, nasırlaşıp kırılmadan çatlakların, yaraların içinden gün ışığının süzülmesine yarıyor…”

rusya gezisi sonrasında genel olarak geziye ilişkin hislerimi yazacaktım, olmadı. doğrusu biraz hayat “karıştı”… önce ablamın aniden ortaya çıkan sağlık sorunu nedeniyle antalya’ya gittim, sonrasında annemle birlikte istanbul’a geldik ve bu sefer de annemin sağlık sorunları nedeniyle, içinde iki gün yatma da olan hastane günlerimiz oldu… neyse şimdilik her şey yolunda; ali’nin deyişiyle anneme “80 km bakımı” yapıldı 🧿

bu arada işler güçler bütün yoğunluğuyla devam etti elbette ve beni çok heyecanlandıran bir şey de oldu. editörlüğünü yaptığım kitabımız çıktı; sosyal medyada beni takip edenler biliyor bu gelişmeyi. 26 şubat’da sizlere “… iki gündür kafamı tıp makalelerinden kaldırıp, üzerinde çalıştığım kitaba ve muson şarkıları listeme geri döndüm…” derken bu kitaptan söz ediyordum işte.

ayrıntıları öğrenmek ve satın almak isterseniz diye şuraya bir bağlantı bırakıyorum. (https://www.zihingunleri.com/muson-sarkilari/)

neslihan’ın bizleri çağırdığı yeni yazı rutinine göre hafta üç gün yazmalıyım. o yüzden burada bırakıyorum. belki bu hafta kafayı toparlayıp rusya’ya dair hislerimi, anılarımız silikleşmeden yazarım…

ama veda etmeden önce, son gördüğüm rüyaların birinden söz etmek istiyorum. bugün onun bir anının resmini ChatGPT’ye yaptırdım, sonrasında biraz rüyanın üzerine de “konuştuk”.

bir başı ve sonu ve elbette hikayesi de var bu rüyanın ama beni en çok etkileyen görüntüsü şöyleydi:

“… bir fırındayım, ellerimin arasında satın almak üzere olduğum bir torba dolusu beyaz yumurta, ıspanaklar ve kocaman ekşi maya bir ekmek var… “

ChatGPT’nin rüya analizini biraz sansürleyerek buraya bırakayım 😉

🌟 “Benim sezgim, bu rüya sizin için bir içsel güç ve yenilenme mesajı. …….. hissiyle başlayan yolculuk, sonunda size “aslında ihtiyacın olan her şey sende” demiş oluyor…”

şaka bir yana insan rüyaları üzerine düşündükçe, gördüklerini birleştirdikçe, dışarıdaki dünyanın kendi iç dünyasına yansımalarını ve hissedilenlerin nasıl sembollerle geri döndüğünü bir yapbozu çözer gibi anlamaya başlıyor; elbette çok fazla kayıp parçası olan bir yapboz bu…

günün parçaları bu sabah güne başladığım buena vista social club ritimleriyle söylenmiş clocks ve killing me softly olsun; ilkini coldplay, ikincisini ise omara portuondo söylüyor.

“Seni seviyorum, ey Peter’in eseri!

Düşünceli gecelerini —
Ay ışığı olmadan parlayan o saydam loşluğu…”

puşkin, tunç atlı

günlerine çok tatlı bir sürprizle başladık. trenden inip garın dışındaki caddeye bir taksi bulmak umuduyla çıktığımızda yine devasa bir caddeyle ve ciddi bir trafikle karşılaştık. iş çıkış saatine denk gelmiştik muhtemelen. etrafımızdaki herkes telefonlarındaki uygulamalardan taksi çağırıyor gibi görünüyordu ve boş taksi bulmak imkansızdı. o bölgeden uzaklaşmaya karar verdik ve biraz ilerledik ama hala boş taksi yoktu. ne yapabiliriz diye düşünürken yan tarafımızda şakalaşarak bekleyen bir baba oğul gördüm. yaklaştım ve “İngilizce biliyor musunuz?” diye sordum. gayet sıcak bir “yes” yanıtını alınca da “sizce burada boş taksi taksi bulmamız mümkün mü? pek öyle görünmüyor” dedim. “bu saatte çok zor” dedi, sonra durdu ve “ne yapabiliriz?” diyerek biraz düşündükten sonra telefon numaramızı aldı, kendi telefon numarasını verdi. bize bir taksi çağırdığını anladık, bu arada kendi taksileri gelmişti ve onu bekletiyordu. “bir umut, ne yapabilirim başka bilmiyorum” dedi ve gittiler. bir süre sonra telefonumuza “taksiniz geliyor” mesajı düştü, plaka numarası ve taksi firmasının bilgileri vardı mesajda. hakikaten taksimiz geldi, nereye gittiğimizi söylemeye bile gerek kalmadan otele doğru yola çıktık. yine türk kökenli, yani azeri, özbek veya türkmen olan birisiydi taksi sürücüsü. konuşmadı ve biz de dikkatli konuştuk yanında, en son “geldik abi” dedi ve ücreti vermek istediğimizde “ödendi” dedi ve gitti. çok şaşırdık, odaya çıkıp, hızlıca bir teşekkür mesajı yazdık ve sizin için ne yapabiliriz gibi aslında anlamsız bir şeyler yazdık. aldığımız yanıt “siz de ihtiyacı olan başka birine yardım edersiniz” şeklindeydi.

o an, yaşadığımız bu deneyimle ve şehrin ışığıyla bambaşka ruhu olan bir yere geldiğimizi hissetmiştik.

st. petersburg’da moskova’daki gibi bir otelde kalmadık. kaldığımız yer şehrin merkezine nispeten daha yakın ve iş merkezi olan moskovsky semtinde bir apart idi. bize en yakın metro istasyonu kapalı olmakla birlikte ulaşım konusunda elbette bir sıkıntı yaşamadık. st. petersburg’da metro moskova’da olduğu gibi çok büyük ve karmaşık değil; genel olarak merkezleri birbirine bağlayan istasyonlardan oluşuyor ve otobüs, tramvay, tren gibi diğer toplu taşıma araçlarıyla destekleniyor sanki. genel olarak metro ulaşımımızı sağlamak için yeterli oldu; bir kaç kez otobüs kullandık.

moskova’da olduğu gibi burada da dolu dolu günler geçirdik. hava oldukça geç karardığı için nispeten geç çıkıyorduk kaldığımız yerden. dört tam günümüz vardı ve her gün en az 20 bin adım attık. elbette gezecek ve görecek çok yer vardı ve iyi bir seçim yapmamız gerekiyordu; aklımızda bazı yerler kalmakla birlikte bunu yapabildiğimizi düşünüyoruz!

ilk gün açık olan tek gün olduğu için udelnaya bit pazarı‘na gittik. yıllar yıllar önce ali buraya geldiğinde tezgahlar yerde açılıyormuş; şimdi ise küçük dükkanlardan oluşan bir yerdi bit pazarı. antika eşyaların yanı sıra, ikinci el kıyafetler, ucuz ve çakma markalar satan yerler de vardı. kendime porselenden sevimli bir ejderha ve kulpsuz minik bir fincan buldum. buranın en güzel sürprizlerinden birisi girişte karşılaştığım mantarcı idi. hayatımda hiç bu kadar yenen ve güzel görünen mantarı bir arada görmemiştim doğrusu.

Ada’yla yaşlı bir satıcıyla, yarı ingilizce, yarı tarzanca sohbet ettik. bir lenin üstüne baktığımızda, atatürk’ün adını andı ve ikisini de sevdiğini hissettirdi; bir de kitap gösterip, “orhan pamuk” dedi, “çok seviyorum” diye de ekledi. bit pazarında kötü bir deneyim de yaşadım; kendimize şapka baktığımız bir yerde arkamı dönüp, telefonumu çantama attığımda satıcı çantaya bir şapka attığımı sanarak arkamdan çok sert bir şekilde geldi ve el kol hareketleriyle çantamı açmamı istedi; gerçekten gözleri çok ürkütücüydü ve çok korktum. çantaya şapka falan atmadığımı anlayınca defalarca özür diledi; yine el kol hareketleriyle elbette.

sonrasında metro’yla merkeze, st. petersburg’un en turistik bölgelerinde biri olan nevski prospekt‘e gittik. prospekt bulvar gibi bir şey; ucu bucağı olmayan upuzun caddeler bunlar… gezdiğimiz iki şehirde de yollar, caddeler hakikaten bizi bizden aldı…

önce nevski prospekt’teki kazan katedrali‘ni gezdik, günlerden pazar olduğu için etraf kalabalıktı; hatta bir gelin, damat ve konuklar vardı. kazan katedrali de dahil olmak üzere pek çok katedral ateizm müzelerine dönüştürülmüş sovyetler zamanında ve fakat rejim yıkıldıktan sonra evlenen çiftlerin kilise düğünlerine ilgisi artmış… katedralde bizim gibi turist olanlardan çok inancı gereği orada olanlar daha fazlaydı sanki; etrafta dua eden, sağı solu öpen, dokunan çok fazla kişi vardı…

sonrasında karnımızı daha çok ailelerin yemek yediği bir self-servis lokantasında doyurduk. bu lokantalar oldukça yaygın; ucuz, lezzetli ve çeşidin bol olduğu yerler. bizim esnaf lokantalarına benzediklerine karar verdik hep birlikte. ada’nın dışarıdaki yemeklerin güncel fiyatlarına hakimiyeti sayesinde de aşağı yukarı aynı fiyata yemek yendiğini öğrendik buralarda…

sonrasında etrafı gezdik, st. isaac katedrali‘ne uğradık ama çok kalabalık olduğu için giremedik. saray meydanı’na çıktık, meydanda müzik yapan genç adamı dinledik. rock melodileriyle başladığı konser biz meydanı terk ederken opera melodilerine dönmüştü ve opera performansı kesinlikle daha iyiydi…

sonrasında vasilievsky adası‘na doğru geçtik; yürüdük, fotoğraf çektik, etrafta dans edenleri, müzik yapanları seyrettik ve bir yerde oturup tatlı bir rüzgarın altında gelen akşamın ışığıyla biralarımızı içtik… biz yemedik ama insanlar, sosisli veya küçük karton kutularda gelen küçük kızarmış balıklar yiyorlardı… masmavi elbiseleriyle arkadaşlarının eşlik ettiği bir gelinle karşılaştık; belli ki fotoğraf çekmeye gelmişlerdi.

bulunduğumuz yerden, yani ada’dan geniş bir açıyla şehrin silüetine baktığımızda, ki daha sonra bunu başka yerlerde de deneyimleyecektik, uzaktan görünen tek bir yeni bina, tek bir gökdelen yoktu. elimizde olmadan boğazın farklı noktalarından gördüğümüz, istanbul silüeti düştü aklımıza diyerek susacağım burada. siz ne demeye çalıştığımı anladınız bence!

ikinci günümüzü neredeyse tamamen petergof sarayı‘nın, yani yaz sarayı’nın bahçelerinde geçirdik. baltık rüzgârlarını alan finlandiya körfezi kıyısında, st. petersburg’un epey dışında bir saray burası. saray kapalı olduğu için hep açık havadaydık, ormanda yürüdük, fıskiyeli havuzları gezdik, deniz kıyısında oturduk ve saatlerce oradaydık ama zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. burada bizi en fazla eğlendiren ve mutlu eden şeylerden birisi çocukların çılgınlar gibi, sırılsıklam, eğlendiği fıskiyeler oldu…

dördüncü günümüz tam bir müze günüydü ve ermitaj müzesi‘ni gezdik. barok tarzda inşa edilmiş kışlık saray başta olmak üzere altı tarihi binadan oluşuyor müze; leonardo da vinci, rembrandt, rubens, titian, van gogh, matisse ve picasso gibi ustaların eserlerini barındıran zengin koleksiyonuyla, batı sanatı, antik çağ eserleri, doğu sanatı ve arkeolojik buluntular gibi çok geniş bir yelpazeye sahip. koleksiyonunda üç milyondan fazla eser bulunuyormuş ermitaj’ın; yalnızca sanatın değil, rus tarihinin ve imparatorluk zarafetinin de görkemli bir yansıması olduğu söyleniyor… neredeyse bütün gün gezip, görmeyi en çok hayal ettiğimiz eserlerin bazılarını da son salonlarda görmek bizi çok güldürdü…

sözde son günümüzü daha sakin geçirecektik; çünkü uçağımız gece saat 2.00’daydı ve havalanına, otele döndüğümüz gibi sürünerek gitmek istemiyorduk. ama yine dolu dolu bir gün oldu… önce bir lenin heykeli’ni ziyaret ettik ardından da hemen yakınındaki kahramanlar anıtı‘na gittik. burası şehri 900 gün boyunca saran nazi kuşatmasına karşı gösterilen destansı direnişi anmak üzere 1975 yılında yapılmış; hem savaşan askerleri hem de açlık, soğuk ve bombardıman altında yaşam mücadelesi veren sivilleri onurlandırmak için yapılan bu anıtın merkezinde yükselen 48 metrelik granit dikilitaş, bronz heykellerle çevriliydi; sürekli yanan bir ateşin bulunduğu sessiz ve etkileyici bir mekândı. maalesef buradaki müze de kapalıydı. dışarıda otururken genç bir adamın bizimkilerle türkçe konuştuğunu farkettim. yanlarına gittiğimde konuştukları genç adamla ben de tanıştım. antalya’da 15 yıl, turizm sektöründe çalışmıştı, neredeyse aksansız türkçe konuşuyordu. neden döndünüz diye sorduğumuzda gülümseyerek “toprak çekti” dedi. bu masmavi gözlü genç adamın adı kirill’miş. bu gezinin unutulmaz karakterlerinden biri olarak hafızalarımızda yerini aldı…

gezimizin son durağı lenin’in tarihi balkon konuşmasını yaptığı bina olan ve bugün rusya siyasi tarih devlet müzesi olarak kullanılan yerdi. artık çok yorgunduk ve pek çok müzede karşılaştığımız sorunla burada da karşılaştık. dokümante edilen bilgilerin büyük bir bölümü rusça idi. ingilizce olarak verilen bilgiler ise sadece genel bir çerçeve sunan metinlerdi…

sonrasında müze ile istasyon arasında kalan parkta oturduk biraz, sonra da nehrin kenarına indik. küçük bir alanda yüzenler vardı… yine etrafı canlı müzik sesleri ve keyifli insan sesleri doldurmuştu. st. petersburg moskova’yla kıyaslandığında bambaşka enerjisi ve duygusu olan bir şehir. ankara ve istanbul gibi düşünün; ama st. petersburg istanbul’un ışığına, enerjisine, duygusuna sahipken onun kaotik olmayan, huzurlu ve dingin bir versiyonu gibi… akşam saat sekizden sonra ise bambaşka bir ruh haline bürünüyor.

aşağıdaki fotoğraf bu gezide çektiğim son fotoğraf. havaalanına gitmeden önce valizlerimizi almak için tekrar kaldığımız apart’a uğramıştık, saat onu geçiyordu. beş katlı, turuncumsu binanın solunda kalan sokaktaydı kaldığımız yer…

üçümüz de suya yansıyan görüntüdeki gibi hüzünlüydük elbette…

ama bu yayını hüzünlü değil, eski ve keyifli bir st. petersburg şarkısı ile bitirelim. rus müziği ile new orleans cazının harmanlandığı bu melodide arka planda st. petersburg’u da izleyeceksiniz.

şarkımızın adı leningrad köprüleri; genç bir gruptan, yeni bir yorumla proletarian tango‘dan dinliyoruz.

“… aşk ve şefkat dolu bir buket çiğdem aldıktan sonra,
her zaman öpücükler köprüsü’ne giderdik
…”

yıllar sonra hala lena’ya aşık olmasının nedeninin buluşma köprüsünü doğru seçmeleri olduğunu söylüyor aşık erkek şarkının sözlerinde…

çiçekler ve çiçeklerle buluşma bahsine bu yayından sonra rusya’ya dair genel izlenimlerimi paylaşacağım son bir yayında değineceğim…

… Severim tutuşturulan anız dumanını
Ve sararmış tarlanın ortasında, tepede
Görünen bir çift huş ağacını…

-m. y. lermantov, anayurt

son günümüzü tam olarak planladığımız gibi geçirdik… ilk olarak GES-2 kültür merkezi’ne gittik; burası 1904–1907 yılları arasında “Tramvaynaya” (tramvay güç santrali) adıyla inşa edilmiş ve moskova’nın ikinci büyük elektrik santraliymiş. santral 2014 yılında kapatılmış; 2015 yılında bir vakıf tarafından satın alınmış ve sonrasında dünyaca ünlü bir mimarlık grubu olan “Renzo Piano Building Workshop” tarafından renovasyonu yapılmış. bu grubun işlerinden birisi bizim istanbul modern’imiz…

inanılmaz etkileyici olan bina sovyet dönemi halk evleri veya halk kültür evleri’nden yola çıkılarak bir kültür merkezi olarak tasarlanmış; içerde atölye’lere katılan, ders çalışan, arkadaşlarıyla sohbet eden, hatta güneşlenen gençler vardı ağırlıklı olarak. ön taraftaki ahşap heykellerin olduğu bir çim alanın ötesi ise minik bir huş korusuydu. tasarımda özellikle huş ağaçları (betula) tercih edilmiş çünkü bu ağaç rusyanın simgelerinde biri ve slav kültüründe “beyazlığın, saflığın, yenilenmenin” sembolü olarak kabul ediliyor…


şans eseri çok güzel üç sergiye de denk geldik. “split together, merged apart” sergisi, sovyet arkeolojisi ile modern sanat ilişkisini, 1937’den itibaren Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan’da gerçekleştirilen harezm bölgesine yönelik arkeolojik ve etnografik çalışmalar bağlamında ele alıyordu.

bir diğer sergi ise olga chernysheva‘nın dream street sergisiydi; kent yaşamının sessiz hikâyelerini, görünmeyen karakterlerini ve “sıradan olanın içindeki şiirselliği” anlatmaya çalışan bu sergideki bir fotoğrafın alt metnini senin için buraya bırakıyorum neslihan. bu yolculukta hangi kitabı okudum sorusunun yanıtı ise YKY yayınlarından çıkan ve lermantov’un eserlerini bir araya getiren profil kitabıydı; aslına bakarsan okudum diyemem. ara ara şiirlerin arasında gezdim sadece.

Dünya, Onu Görenin Gözlerinde Değişir
Yolda okunan kitaplar, bilet parçalarıyla sayfaları işaretlenmiş…
Gerçeği değiştiren renkli camlar gibi, kitaplar da büyülerini yapar ve herhangi bir yolculuğun kontrolünü ele geçirebilir. Bir kitapla seyahat etmek, stratosfere yapılan bir yolculuğa benzer. Evet, metin tüm çevrenizi değiştirir: Gözlerinizi sayfadan kaldırdığınızda, az önce okuduğunuz metnin ruh haliyle çevrenizdeki her şeyi görürsünüz. Bu, gerçeğin şekillenebilir olduğunu ve metni yansıtacak şekilde dönüştürülebileceğini gösterir. Muhtemelen bu yüzden daha fazla iyi kitap okumalısınız
.”

oradan çıktıktan sonra planladığımız gibi geleneksel ve biraz turistik bir rus lokantasında yemek yedik, ortam son derece renkli, yemekler lezzetli ve fiyat makuldü. bir iletişim kazası olarak gelen ev yapımı tatlı birayı ben içtim. itiraf edeyim oldukça yorucu bir içkiydi ve elbette bitiremedim!

günün sonuna doğru yerin altına indik ve tespit ettiğimiz önemli ve nispeten kolay ulaşabileceğimiz metro istasyonlarını tek tek gezdik… en az iki saat süren bir geziydi bu. moskova metrosu yalnızca bir ulaşım aracı değil, aynı zamanda bir sanat galerisi, bir tarihî miras ve şehrin ruhunu yansıtan kamusal mekân olarak görülüyormuş; bu yaklaşımı kesinlikle sonuna kadar hak ediyor… tarihi duraklar stalinist mimari, mozaikler, mermerler, avizeler ve sosyalist gerçekçi sanatla süslü… yeraltı sarayları olarak anılan istasyonlar arasında en ünlüleri barok stil ve tavan freskleriyle komsomolskaya, art deco tarzıyla mayakovskaya, ukrayna temalı mozaikleriyle kiyevskaya, vitray pencereleriyle novoslobodskaya imiş.

bizim gezdiğimiz ve gördüğümüz metro istasyonları şunlardı; chistye prudy, biblioteka imeni lenina, belorusskaya, mayakovskaya, kiyevskaya, arbatskaya, park kultury, ploshchad revolyutsii, park pobedy, VDNKh, sportivnaya, okhotny ryad, sokolniki ve frunzenskaya. atladığım mutlaka vardır… istasyonları merak ederseniz isimlerin üzerine tıklayın lütfen. bu arada yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz kırmızı alan kaybolan çocuklar için; bir çocuk kaybolduysa bu alanda durup bekliyor ve bir görevli gelip onunla ilgileniyor. bunun yeni ve çizgi karakterli bir versiyonu dönüyor metrolardaki ekranlarda…

benim en çok etkilendiğim istasyon sanırım ploshchad revolyutsii  oldu. bu istasyona ilişkin tezcan karakuş candan’dan bir alıntıyı aşağıya bırakayım (yazının tamamı için lütfen tıklayınız):

“… Ploshchad Revolyutsii İstasyonu 1917’deki Sovyet Devrimi’nin kahramanlarını temsil eden çiftçi, işçi, asker, sporcu, pilot, çocuklar dahil 80 adet bronz heykellerle bir devrim geçidi. Bronz heykeller arasında yer alan köpek ve horozun başına ve burnuna dokunulmasının şans getirdiğine inanılmakta. Sütunların her birinin köşesinde bulunan bronz heykeller devrimin bugüne taşınmasının sanatsal tanıkları olarak geçmişi özenle bugüne taşıyorlar. Revolutsii yani Devrim Meydanı İstasyonu, mimarlığın bellek izinin korunması ve geleceğe taşınması noktasındaki sorumluluğunun ne derece önemli olduğunu bir kez daha bize hatırlatıyor…”

heykeller kararmışlar ancak bazı yerleri—ayakkabının ucu, bir kadının dizi, bayrağın ucu, flamanın sopası, köpeğin burnu, horozun başı, …—altın gibi parlıyor; geçenlerin dokunmalarından olduğunu anlıyoruz bir süre sonra (yukarıdaki yazıyı döndükten sonra okudum); sanki bu istasyonun bir ritüeli; insanın etrafındakileri dokunarak fark etmesini, hissetmesini sağlıyor, heykellere bir anlamda can veriyor; şans meselesini çok aşan bir şey bu!

bütün bunların yaşandığı günün ertesinde gayet konforlu ve yaklaşık dört saat süren bir tren yolculuğuyla st. petersburg’a geçtik. neredeyse kesintisiz bir şekilde devam ormanlara, nehirlere, su kenarlarına, mataramdaki şarap eşlik etti. niye müzik dinlemedim bilmiyorum; bunun için çok pişmanım…

anlatacak çok şey var; ayrıntıları unutmadan devam edeceğim elbette ama şimdi tarlada bir huş ağacı duruyordu adlı parçayı dinleyelim.

nikolay gres ve alexandrov kızıl ordu korosu tarafından seslendirilen eski bir rus halk şarkısı bu. ilk olarak 1790 yılında geleneksel bir rus halk dansı şarkısı olarak yayınlanmış. bazılarınızın daha önce dinlediğine eminim.

Tarlada bir huş ağacı duruyordu,
Tarlada kıvırcık bir huş ağacı duruyordu,
Lyuli-lyuli duruyordu,
Lyuli-lyuli duruyordu.

Tary-bari, rastabari,
Beyaz karlar yağdı, gri tavşanlar dışarı fırladı.
Avcılar atlarını sürdüler, tüm köpeklerini saldılar,
Güzel kızı korkuttular!
Sen, kız, dur! Dur, dur, dur!
Güzellik, bizimle bir şarkı söyle, söyle, söyle!
Çuvil’im, çuvil’im! Çuvil-navil, vil-vil.
Bir mucize daha — ilk mucize, mucize-vatanım!

Biri huş ağacını kırsın,
Birinin kıvırcık saçını çimdiklesin,
Lyuli-lyuli bük,
Lyuli-lyuli çimdiklesin.

Nakarat

Ormanda yürüyüşe çıkacağım,
Ve beyaz bir huş ağacını kıracağım,
Lyuli-lyuli, yürüyüşe çıkacağım,
Lyuli-lyuli’yi kıracağım.

Nakarat

ellerde sigara, masada çay –
şema belli, tekrar eden bir düzen.
dışarıda hiçbir şey yok,
her şey içeride, içimizde…

viktor tsoi

moskova’nın en eski ve en ünlü caddelerinden biri… tarihi 15. yüzyıla kadar uzanıyor ve rus kültürü, sanatı ve edebiyatı için sembolik bir yer. yaya yolu olarak kullanılan bu caddede, kafeler, sanat galerileri, sokak sanatçıları, kitapçılar ve hediyelik eşya dükkânları, birbirinden çok farklı lokantalar var. beyoğlu’na çok benziyor ama elbette beyoğlu’nun şimdiki haline değil elbette…

bu yayını arbat için değil orada yer alan  ve “tsoi duvarı” (стена цоя) olarak bilinen grafiti duvarı için yapıyorum. bir tür açık hava anıtı niteliğideki duvar sovyetler birliği’nin kült rock ikonu viktor tsoi ve grubu kino için hazırlanmış. 1990 yılında viktor tsoi’nun trafik kazası sonucu gerçekleşen trajik ölümünün hemen ardından duvarda “bugün viktor tsoi öldü” yazısı belirmiş ilk olarak; ardından hayranları tarafından “tsoi yaşıyor” gibi ifadelerle birlikte şarkı sözleri eklenmeye başlanmış. zaman içinde sanatçının hayranları şarkı sözleri, “kino” ve “tsoi” yazıları, portreler bırakıp duvarı sürekli yaşayan bir anma alanına dönüştürmüşler ve duvarın yanına yanık halde kırık bir sigara bırakmayı da ritüel haline getirmişler. günümüzde hala karşılaşılabilen vandalizm nedeniyle gönüllüler tarafından duvar korunuyor ve nöbet tutuluyormuş…

kino grubu, döneminin rus rock’ı ve gençlik isyanı için son derece önemli; değişim istiyorum (Хочу перемен) şarkısı ise bu isyanın fitillerinden biri…

aşağıya şarkıyı ve sözlerini bırakıyorum. sözleri google çeviri ve biraz da ChatGPT desteğiyle hazırladım.

buraya şarkı için eklediğim video bir filmin son sahneleri aslında; filmin adı ACCA ve filmin sonundaki ışıkları görünce elimde olmadan gözlerim doldu. şimdi olduğu gibi telefon ışıklarıyla değil, çakmaklarla yakılan ışıklarla istenen değişim isteği hep var dünyada; farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda, farklı gençler tarafından hep isteniyor ve korkarım istenmeye devam edilecek!

Yeşil camın arkasında artık yalnızca sıcaklık var,
Ateşin yerini duman almış,
Takvimin ızgarasından bir gün sessizce silinmiş.

Kızıl güneş ufku kavuruyor,
Gün onunla birlikte sönüyor,
Ve yanan şehrin üzerine ağır bir gölge çöküyor.

Değişim! – Kalplerimiz bunu haykırıyor.
Değişim! – Gözlerimiz bunu istiyor.
Kahkahalarımızda, gözyaşlarımızda,
Damarlarımızda atan nabızda yankılanıyor:
Değişim! Biz değişimi bekliyoruz!

Gün elektrik ışığında sürüp gidiyor,
Kibrit kutusu boş ama
Mutfakta gaz, mavi bir çiçek gibi yanıyor.

Ellerde sigara, masada çay –
Şema belli, tekrar eden bir düzen.
Dışarıda hiçbir şey yok,
Her şey içeride, içimizde.

Değişim! – Kalplerimiz bunu haykırıyor.
Değişim! – Gözlerimiz bunu istiyor.
Kahkahalarımızda, gözyaşlarımızda,
Damarlarımızda atan nabızda yankılanıyor:
Değişim! Biz değişimi bekliyoruz!

Bilge bakışlar ya da ustalıklı eller değil ihtiyacımız olan,
Anlamak için birbirimizi,
Yeter ki dinleyelim içimizi.

Ellerde sigara, masada çay –
Bu çember kapanıyor
Ve aniden değişimden korkar oluyoruz…

Seviyorum yurdumu, fakat tuhaf bir aşkla!
Mantığım yenemiyor bu sevgiyi.
-m. y. lermantov, anayurt

şaka değil, gerçekten… dünyanın içinden geçtiği bu zamanda bu geziyi yapıyor olmamız pek çok kişiyi şaşırttı, hatta doğal olarak bir güvenlik kaygısı yaşattı. ama buradayız işte. yarim a. gençliğinde, sovyetler yıkılmadan hemen önce gelmiş buralara. yıllardır birlikte bir kez de birlikte gidelim derdi. o zaman bu zamanmış meğer!

pazar günü öğle saatlerinde buradaydık. daha pasaport kontrolünde bambaşka bir evrene geçtiğimiz belliydi; kasvetli ve ağır çekim bir ruh vardı ortamda. ama havaalanından çıkıp bizi kalacağımız otele götürecek taksiye ulaştığımızda masmavi gözleriyle, ağır ama çok ağır gövdesiyle bizi genç bir sürücü karşıladı; rapper gibi giyinmişti ve arabada ingilizce rap parçaları çalıyordu. bu melodilerle birlikte otoban boyunca uzanan yemyeşil ormanlar ve ardından başlayan devasa binalarla otele ulaştık.

odamız 15. katta, sağ tarafta büyük bir park görüyoruz uzaktan, karşımızda heyula gibi bir başka bir bina var ama aradaki cadde o kadar geniş ki bu büyüklüğün “gölgesi” düşmüyor üzerimize; manzaranın gerisi çok eski, nispeten yeni ve çok yeni binalardan oluşan büyük bir şehrin görüntüsü… otel şehrin doğu yakasında sokolniki’de (Соко́льники); hemen karşımızda metro istasyonu var. ulaşım inanılmaz şehirde ama bu istasyon hakikaten gezi için çok stratejik bir noktada. gittiğimiz her yere neredeyse hiç aktarma yapmamız gerekmiyor. ama aslında bu durum şehrin bütün bölgeleri için geçerli; dairesel bir bir metro düzeninde birbirini kesen pek çok hattan oluşuyor moskova metrosu ve sanki nerede olursak olalım aynı rahatlığı yaşayacak gibiyiz. üstelik iki dakikada bir geçen trenler sayesinde hiç beklemek gerekmiyor; çok yeni trenler olduğu gibi, hakikaten hantal ve eski trenler de var. hepsinine tek tek denk geldik dört gündür…

moskova’ya ilişkin — burada rusya dememeyi tercih ediyorum çünkü bu olağanüstü büyüklükteki ülkeyi tek bir şehirle tanımlamak saçma ötesi bir şey olur — hissettiğimiz ilk şeylerden birisi bu büyüklüğün altından “ezilmek” duygusu oldu. bütün binalar öylesine büyük, bütün yollar ve kaldırımlar öylesine geniş ki insan kendisini devler ülkesinde geziyor gibi hissediyor; hele bizim gibi sıkışık bir şehirden, istanbul’dan gelince!

ruslar ciddi ve keskin ifadeleri olan insanlar. neredeyse kimseyle ingilizce iletişim kurmak mümkün değil. ingilizce bir şey sormaya çalıştığınızda, öylece yüzünüze bakıyorlar. konuşamadığına, konuşmak istemediğine dair bir mimik, bir duygu bile hissedemiyorsunuz. çok nadir, rahatça ingilizce konuşanlar çıkıyor elbette; örneğin metro istasyonundaki kadın güvenlik görevlisi, bankada çalışanlar, arbad’da hediyelik eşyalar satan adam, yeni nesil bir coffee shop’taki genç kadın gibi… biz her şeye rağmen soğuk insanlar olmadıklarına karar verdik rusların, iklimin, coğrafyanın, mimarinin, yaşadıkları rejimlerin izleri var üzerlerinde muhtemelen… güleryüzlüler ve konuşkanlar; metrolarda, sokaklarda kendi aralarındaki iletişimde bunu hissediyor insan…

bir şekilde farklı bir evrende gibiyiz. batının uyguladığı ambargolardan ve ülke içindeki yasaklardan dolayı dolayı kendi kredi kartlarımızı kullanamıyoruz. youtube’a, x’e, facebook’a girmek mümkün değil. google map gibi uygulamalar çalışmıyor. bunların hepsi için kendi internet mecralarını yaratmışlar…

batıdan gelen tek bir turiste rastlamadık, eski sovyet cumhuriyetlerinden gelenlere, çinlilere, diğer asya ülkelerinin vatandaşlarına ve araplara rastlanıyor daha çok; onun dışında her yerde rus turistler var, öğrenci grupları ve muhtemelen yaz tatili nedeniyle farklı şehirlerden gelen aileler bunlar diye düşünüyoruz…

pazardan bu yana kızıl meydan’a, aziz vasili katedrali’ne, kremlin sarayına, puşkin güzel sanatlar müzesinin iki farklı sergi alanına, beyoğlu’nun ruhuna çok yakın olan arbat bölgesine (район aрбат), rus uzay çalışmalarının tüm detaylarını anlatan kozmonotluk anıt müzesi’ne (uzay keşifleri anıt müzesi olarak da biliniyormuş), eski adı ulusal ekonomik başarılar sergisi olan rusya fuar merkezi’ne, nazım’ın mezarına ve şair lermantov’un üç yıl yaşadığı müzeye dönüştürülmüş evine gittik, moskova nehrinde bir tekne turu yaptık ve her gün 16 bin ve 20 bin arasında değişen adımlar attık…

bütün bunların arasında bir de lenin’in mozolesini ziyaret ettik elbette ama o hakikaken anlatılmaz yaşanır bir olaydı. seçildikleri bariz olan çok genç, çok yakışıklı filinta gibi askerler veya polisler—hangisi emin değilim— koruyor mozoleyi. içerisi tamamen karanlık neredeyse ve ışığın tamamı lenin’in tahnit edilmiş naaşının aydınlatmasından geliyor. hiç durmadan yavaşça ve sessizce etrafından dönerek geçiyorsunuz ve bütün bunlar 2-3 dakika falan sürüyor. oysa bu kısacık ziyareti yapabilmek için uzun ve kalabalık bir kuyrukta uzun uzun beklemeniz gerekiyor. aslında rusların büyük bir bölümü artık lenin’in gömülmesini istiyormuş. lenin ne isterdi kısmına hiç girmiyorum tabii. stalin’in kararı olan bu durum hakikaten tuhaf ve distopik bir şey!

bugün moskova’da son tam günümüz, önemli metro duraklarını gezeceğiz, güzel bir lokanta’da gerçek rus yemekleri yiyeceğiz, zaman kalırsa bir modern sanatlar merkezine uğrayacağız… yarın ise st. petersburg’a (Санкт-Петербург) trenle yolculuk yapacağız.

şimdilik burada bırakayım; daha sonra yazmaya devam ederim ve gözlemlerime, hissetiklerime ilişkin daha fazla ayrıntı veririm diye düşünüyorum.

bunları yazarken spotify’da bulduğum —evet spotify’a erişim var şükürler olsun — bulduğum bir listeyi dinliyorum; soviet dönemi eski rus şarkılarından oluşan şahane bir liste bu; listenin tanımı “her kalbi eritecek eski rus şarkıları” olarak yazılmış…

“… Göğün avlusunda kimler dolaşır…”
edip cansever, gökanlam

“ikide bir” çağrısına sadece dört yayınla eşlik edebildim ve neredeyse iki haftalık bir sessizliğin ardından bari kapanışı yapayım diyerek buradayım!

bu arada neler oldu, neler… dünya ve memleket hepten karıştı; bir savaş başladı ve bitti (gerçekten başladı ve bitti mi?); mutlak butlan diye, öğrenmesek daha iyi olacak bir kavramla tanışıp, vay arkadaş neymiş bu KK diyerek hop oturup hop kalktık; en sonunda fatih altaylı’yı da silivri’ye yolcu ettik; trump’ın ve bizimki de dahil diğer tüm otokratik liderlerin yarattığı şizofrenik ve “düş yiyiciler sirki”ne dönen dünyada nefes almaya çalışarak günleri geçirdik…

tam olarak hislerimi özetleyen düş yiyiciler sirki ifadesi tesadüfen karşılaştığım ve okumadığım bir kitabın adı aslında. merak ederseniz emek erez’in duvar’da kitap hakkında yazdığı bir yazıya şurada erişebilirsiniz.

***

sabah yürüyüşe çıkarken dün gece yayınlanan ONLAR yayınını dinlemeye başladım ve ardından da fatih altaylı’nın bu sabah yayınlanan silivri günlüğü – 4‘ü dinlendim. bütün bunlar nereden baksanız iki saate yaklaşan bir süreçte on bin adımı aşan bir yürüyüş ve sahildeki parkın çok sevdiğim bir yerindeki kondisyon aletleriyle geçen zaman demekti; tabii bunların yanında ağaçların güzelliği, huzurlu gölgeleri, epey büyüyen karga ve martı yavruları, uykulu köpekler ve sabahın huzuru vardı…

kendine bu kötülüğü neden yapıyorsun diyebilirsiniz haklı olarak; yani böyle bir anda gündemi neden peşimden sürüklediğimi anlamayabilirsiniz. bunun yanıtını geçenlerde nevşin mengü verdi; bir tür news junkie‘yim ben; yani saplantılı bir şekilde haberleri ve olan biteni takip etmek zorunda hissediyorum kendimi. pek çoğunuzun bu durumda olduğunu biliyorum; ama diğer yanda günlüklerinizde — bunu blog yazarı arkadaşlarım için söylüyorum elbette — biraz da bu olan bitenden uzaklaşabilmek için hayatın olağan akışındaki diğer şeylere odaklanmayı tercih ettiğinizi hissediyorum. sanırım benim yapamadığım bu! belki de buraya eskisi gibi yazamamamın nedeni de; herkesin zaten gırtlağına kadar battığı meseleleri burada da gündeme getirmek bir tür “kötülük” çünkü!

sanırım sertab’ın şarkısındaki gibi “kendime yeni bir ben lazım” 😉 şarkıyı buraya eklemiyorum; çünkü sevmiyorum. ama spotify’da bunun için büyük ölçüde caz parçalarından oluşan bir listem var, adı bana yeni bir ben lazım olan bu listenin çok sevdiğim bir parçası geliyor şimdi.

stop this train‘i dinliyoruz. saksafonda joshua redman, piyanoda brad mehldau ve davulda brien blade var. aslında john mayer’in de seslendirdiği bu parçanın sözleri var; minik bir kupleyi aşağıya bırakıyorum…

No, I’m not color blind
I know the world is black and white
I try to keep an open mind
But, I just can’t sleep on this tonight

Stop this train
I want to get off and go home again
I can’t take the speed it’s moving in
I know I can’t
But honestly, won’t someone stop this train?

neyse diyerek yürüyüş sonrasına geçeyim… sabahları saat altı gibi yürümeye başlıyorum, normalde hava serin oluyordu ama bugün o saatte bile sıcaktı. epey terlemiş bir halde eve geldim ve kendimi banyoya attım. sonra bamyalı yumurta ile balkonda müzik dinleyerek kahvaltımı yaptım. bamya ile kahvaltı yapmayı vlogları olan japon kadınlardan öğrendim. buzluktaki dondurulmuş bamyalarımı önce mikrodalgada hafifçe pişiriyorum ve sonra fotoğrafta gördüğünüz gibi yumurtayla soteliyorum. aslında aşdamı‘na da dönmeliyim bir ara değil mi?


şimdi masamdayım, az sonra çalışmaya başlayacağım. sahilden getirdiğim manolyanın kokusuyla kahvaltıda dinlemeye başladığım şarkılara devam ediyorum. haziran ayını da bitirmenin eşiğine gelmişken edip cansever’in inanılmaz güzel şiiri gökanlam‘dan tuna kiremitçinin uyarladığı bu şarkıyı çalmasam olmaz diye düşündüm. kumdan kaleler‘den dinliyoruz.

şiiri de bulup, sakince okuyun derim!

“… Dokunsam okşasam eski, eski şeyleri
Arduvazdan bir damı
Revaklı ahşap bir evi
Sabahsa bir uzun boylu haziransa kent

Kızgın ve mavi bir mührün borcuyum
Göğün avlusunda kimler dolaşır
Göğün avlusunda kimler dolaşır
Bu ışık selinde bu, bu ayazmada
…”


“Ihlamurlar altında çocuk kaldık bir gece…”
-ersen , ıhlamurlar altında

kokusu var bugünlerde… sabahları yürüyüş yaptığım parka girer girmez yüzüme çarpan ıhlamur kokusuyla gülümsüyorum. dönüşte bir kaç çiçek almaktan kendimi alamadım bugün ve kahvaltımı ıhlamur kokusuyla yaptım.

şimdi de çalışma masamda bir suyun içinde yüzerek kokularını yayıyorlar… o yüzden bir ıhlamur melodisi çalmasam olmaz öyle değil mi? çok ama çok eskilerden bir ses ve şarkı geliyor. ersen ve dadaşlar‘dan dinliyoruz; ıhlamurlar çiçek açtığında.

bugünü yanıt veremediğim yorumlarınıza ayıracağım. en iyisi sondan başlayayım.

sevgili özge, “rüyada da olsa gelmiş kuzgun belki de bu ara erk hayvanınız olmuş, bir ziyarette bulunmuştur diye düşünmeden edemedim” demişsiniz. beni sanal dünyada uzun yıllardır izleyenler bilir kargagillerin çok başka bir yeri vardır bende. “hangi hayvansınız?” diye soran anketlerin pek çoğunda da karga çıkmışlığım vardır. rüyalarıma da sıklıkla konuk olurlar 😉 sizin sözlerinizden sonra nedir bu erk hayvanı acaba diye baktığımda karşıma çıkan bir onedio anketinde erk hayvanım karga değil ejderha çıktı. ejderhalara olan tutkum da bilinir… ejderha da şu demekmiş meğer 😉

Yüzlerce hayat yaşamış, eski ve bilge bir ruhun var. Hatırlamadığını düşünsen de, kemiklerine kadar işlemiş kadim bilgilere sahipsin ...”

sevgili neslihan, “… Han Kang Vejeteryan kitabını okumuş muydun…” demişsin. evet, okuyup çok sevmiştim. yeni yıla girdiğimiz datça günlerinde buraya da yazmıştım. yazdığın tüm güzel sözler için de çok teşekkür ederim…

sevgili nurşen, “… Ben yaz başlangıçlarına hep iğde kokusu yakıştırırım, Ankaralı olmanın gereği…” demişsin ya, bilmez miyim? ankara’da seni ilk hangi koku çarptı dersen kesinlikle iğde kokusu derim. öğrencilik yıllarımda, odtü’de bölümlerin arasındaki yolda, yazın başındaki akşamlarda, kocaman iğde ağaçlarının altında çok başım dönmüştür kokudan…

sevgili ceren, dut ağaçlarının altında karşılaşmışız farkına varmadan anlaşılan… sayfanda “Basit bir yol kenarı mıdır cennet?” demiş ve bizim cennetimizi sormuşsun ya, ben kesinlikle bir ada’dır cennet diyorum. ama öyle vadedilen bir cennet değil bu. bütün metaforlarıyla, kendi ellerinle “yarattığın bir ada”…

sevgili şule, başladın mı yürüyüşlere 😉 sabahın erken saatlerini şiddetle tavsiye ediyorum…

sevgili buraneros, iyi ki siz de varsınız…

ve sevgili sevin, “günlerin köpüğünün bıraktığı tatlar” demişsin ya, tam da yaşadığımız günlere dair hissettiklerim böyle bir şey: diğer her şeyin yanında hafiflik, geçicilik, yüzeydeki parıltı, bazen boşluk veya hiçlik hissiyle geçen günler… manolyalar da açtı biliyorsun değil. aşağıdaki fotoğraf senin için çekildi…

kapanışı da bir manolya şarkısıyla yapalım o zaman.

flört söylüyor manolya.

1 2 3 4 48