“Ihlamurlar altında çocuk kaldık bir gece…”
-ersen , ıhlamurlar altında

kokusu var bugünlerde… sabahları yürüyüş yaptığım parka girer girmez yüzüme çarpan ıhlamur kokusuyla gülümsüyorum. dönüşte bir kaç çiçek almaktan kendimi alamadım bugün ve kahvaltımı ıhlamur kokusuyla yaptım.

şimdi de çalışma masamda bir suyun içinde yüzerek kokularını yayıyorlar… o yüzden bir ıhlamur melodisi çalmasam olmaz öyle değil mi? çok ama çok eskilerden bir ses ve şarkı geliyor. ersen ve dadaşlar‘dan dinliyoruz; ıhlamurlar çiçek açtığında.

bugünü yanıt veremediğim yorumlarınıza ayıracağım. en iyisi sondan başlayayım.

sevgili özge, “rüyada da olsa gelmiş kuzgun belki de bu ara erk hayvanınız olmuş, bir ziyarette bulunmuştur diye düşünmeden edemedim” demişsiniz. beni sanal dünyada uzun yıllardır izleyenler bilir kargagillerin çok başka bir yeri vardır bende. “hangi hayvansınız?” diye soran anketlerin pek çoğunda da karga çıkmışlığım vardır. rüyalarıma da sıklıkla konuk olurlar 😉 sizin sözlerinizden sonra nedir bu erk hayvanı acaba diye baktığımda karşıma çıkan bir onedio anketinde erk hayvanım karga değil ejderha çıktı. ejderhalara olan tutkum da bilinir… ejderha da şu demekmiş meğer 😉

Yüzlerce hayat yaşamış, eski ve bilge bir ruhun var. Hatırlamadığını düşünsen de, kemiklerine kadar işlemiş kadim bilgilere sahipsin ...”

sevgili neslihan, “… Han Kang Vejeteryan kitabını okumuş muydun…” demişsin. evet, okuyup çok sevmiştim. yeni yıla girdiğimiz datça günlerinde buraya da yazmıştım. yazdığın tüm güzel sözler için de çok teşekkür ederim…

sevgili nurşen, “… Ben yaz başlangıçlarına hep iğde kokusu yakıştırırım, Ankaralı olmanın gereği…” demişsin ya, bilmez miyim? ankara’da seni ilk hangi koku çarptı dersen kesinlikle iğde kokusu derim. öğrencilik yıllarımda, odtü’de bölümlerin arasındaki yolda, yazın başındaki akşamlarda, kocaman iğde ağaçlarının altında çok başım dönmüştür kokudan…

sevgili ceren, dut ağaçlarının altında karşılaşmışız farkına varmadan anlaşılan… sayfanda “Basit bir yol kenarı mıdır cennet?” demiş ve bizim cennetimizi sormuşsun ya, ben kesinlikle bir ada’dır cennet diyorum. ama öyle vadedilen bir cennet değil bu. bütün metaforlarıyla, kendi ellerinle “yarattığın bir ada”…

sevgili şule, başladın mı yürüyüşlere 😉 sabahın erken saatlerini şiddetle tavsiye ediyorum…

sevgili buraneros, iyi ki siz de varsınız…

ve sevgili sevin, “günlerin köpüğünün bıraktığı tatlar” demişsin ya, tam da yaşadığımız günlere dair hissettiklerim böyle bir şey: diğer her şeyin yanında hafiflik, geçicilik, yüzeydeki parıltı, bazen boşluk veya hiçlik hissiyle geçen günler… manolyalar da açtı biliyorsun değil. aşağıdaki fotoğraf senin için çekildi…

kapanışı da bir manolya şarkısıyla yapalım o zaman.

flört söylüyor manolya.

“… Çelişkiler keskinleşsin diye
Böyle mi geçsin ömrüm?…”

on iki haziran – kaldığım yerden sevgili neslihan’ın çağrısındaki gibi “ikide bir” olmasa da yazmaya devam ediyorum; bugünden geriye doğru…

gece bir kanat çırpıntısıyla uyandım ve gözlerimi açtım. yatak odasının kapatılmış, giyinme odası olarak kullandığımız balkonunun gördüğüm kısmında bir masa vardı; üzerine kocaman, ama gerçekten kocaman bir kuzgun kondu… kalbim çarptı ve gözlerimi açtım… her şey bir rüyadan ibaretti…

on bir haziran –

tekrar yürüyüşe başladım… sahile girdiğimde beni sulama sisteminin sesi, serinliği ve hafif ıhlamur kokusu karşıladı. koşu-yürüyüş parkuru olarak tasarlanan yolun bir bölümüne geldiğimde ise her yer mor dutlarla kaplanmış haldeydi ve elbette etrafı dut kokusu sarmıştı. uzun bir yürüyüş yaptım ve eve dönüş yolunda mahallede etrafı saran keskin fransız yasemi kokusundan tıkandım. son yıllarda, özelikle yeni apartmanlarda yaygın bir peyzaj bitkisi olarak kullanılan bu yasemin türünden hiç hoşlanmıyorum. görüntüsü çok güzel olsa da kokusu beni mahvediyor. oysa bildiğimiz o küçük, sade mor kıvrımları olan beyaz çiçeklere sahip yasemin en sevdiğim çiçek kokularından birine sahiptir; antalya’nın yaz akşamları demek benim için o koku… bir yasemin şarkısı bırakmasam olmaz tabii.

under the jasmine diyor
mark kelly & soraya ksontini.

on haziran – bütün gün ağladım; ferdi zeyrek‘in ölümü pek çok kişi gibi beni de mahvetti. bunca karanlık, nefesi kesilse en ufak bir sızı hissetmeyeceğimiz insan varken, böyle kayıpları niye yaşıyoruz diye düşünmekten kendimi alamıyorum… huzur içinde yatsın!

dokuz haziran – bayramın son günü, tatili bitirdik; a. ofiste, ben evde normal bir iş günündeki gibi çalışmaya başladım. bugün son günlerde çok severek izlediğimiz bir diziden, shetland‘dan söz etmek istiyorum. 2013 yılında BBC tarafından yayınlanmaya başlayan bir İngiliz suç dizisi bu; ann cleeves’in “shetland” roman serisinden uyarlanmış. hikâye, iskoçya’nın kuzeyinde yer alan shetland adaları’nda geçiyor ve dedektif jimmy perez şahane bir karakter. dizinin atmosferini, ruhunu adaların izole ve inanılmaz güzel manzarası net bir şekilde belirliyor… biz şu anda dördüncü sezonu izliyoruz, daha beş sezonumuz var… polisiye sevenlere kesinlikle tavsiye ederim. buraya dedektifimizden bir alıntıyı, dizinin ana tema müziğini ve ana karakterlerini gösteren bir fotoğraf bırakayım.

““We’ve got the sky, and the sea, and razorbills, and kittiwakes. What more d’you want?

bayramın ilk iki günü– erdek büyükova’daydık. hava genel olarak rüzgarlıydı ve çok sıcak değildi… katırtırnakları son günlerini yaşıyor ama hala her yerdeler. etrafımızı saran kocaman kocaman dut ağaçları inanılmazdı. patır patır dutlar dökülüyordu sürekli ve gidip gelip dut yedik; uzun yıllardır böyle dut yememiştim doğrusu. dut ağaçlarını aşağıya bırakıyorum…

ares kocaman bir bebek gibi bahçede dolanıyordu. yaşına rağmen heyecanı yüksek bir arkadaşımız, bir sevgi manyağı o; tanıştırayım sizi.

dönüş yolunu erdek üzerinden değil, yarımada’nın diğer yönünden yaptık. yolu uzattık ama çok keyifli bir yolculuk oldu. doğa inanılmazdı… bu yayının kapak fotoğrafı bu yolculuktan… yolda bulutsuzluk özlemi dinlerken, a. ile birlikte şarkılara bağıra bağıra eşlik ettik ve memlekette değişen bir şey olmadığına karar verdik. meseleler değişmekle birlikte, günün sonunda hep ihtiyaç acil demokrasi!

beş haziran – yıllardan sonra yeniden “hayvan” yemeye başladım; buna biraz mecbur kaldım çünkü. kendimi çok iyi hissetmiyorum bu konuda ama şimdilik yapacak bir şey yok… et yememem üzerine konuşmaktan hoşlanmadığım gibi, bu konuda da konuşmak istemediğimi söyleyerek susacağım!

The summer wind
Came blowing in
From across the sea
It lingered there
So warm and fair
To walk with me
…”
john herndon mercer, summer wind

değil; her defasında böyle oluyor. buraya her geri gelişimde, yeni bir “acemi” oluyorum, sözcükler utangaçlaşıyor, içimden çıkan cümleler ürkütüyor… yeniden başlayabilmek için, her bir günün an’larına bırakacağım kendimi! hep işe yaradı bu; bu seferde öyle olacak, biliyorum…

otuz mayıs – sabah beş civarı uyandım… altı olmadan sahilde yürümeye başlamıştım. önce hızla denize yöneldim, maviliği içime çekmeliydim çünkü. kayaların üzerinde gri bir balıkçıl karşıladı beni, bir an göz göze geldik, sonrası kalp çarpıntısı, kanat çırpıntısı… bu gri balıkçıla doğru yürürken dinlediğim parçalardan birisini çalıyorum burada; tom baxter
tell her today diyor.

otuz bir mayıs – bugün daha erken başladım yürüyüşe… kuşlar, köpekler ve benden başka bir yaşlı amca vardı sadece. biraz ürktüm ve parkın idealtepe kısmında kalmayıp, maltepe’deki gül bahçesine doğru yürüdüm… dönüşte yürüyenler, koşanlar, bisiklete binenler yavaşça artmaya başlamıştı… güllerin son günlerini yakalamışım… bu yıl laleleri de es geçtim zaten 🙁 nefesimi kesen bir kaç gül fotoğrafı çektim. beni büyüleyenlerden birini buraya diğerini kapağa bırakayım. güller bana zamanında çok dinlediğim ve çok sevdiğim bir şarkıyı hatırlattı; nick cave & the bad seeds ft. kylie minogue’dan
where the wild roses grow‘u dinliyoruz.

bir haziran – güne bir virginia woolf‘un dalgalar kitabından bir alıntıyla başladım. yaz böylece resmen başladı! ıskalanmış bir bahardan sonra bakalım yaz nasıl geçecek? memlekete dair işaretler iç açıcı değil ama temmuz’da yapacağımız tatilin heyecanını yaşamıyorum desem yalan olur…

Haziran bembeyazdı. Tarlalarda açmış papatyaların beyazlığı, bembeyaz elbiseler ve beyaz çizgilerle işaretlenmiş tenis kortları gözlerimin önündeydi. Sonra bir rüzgâr ve şiddetli bir gök gürültüsü koptu. Bir gece bulutların arasından süzülen bir yıldız gördüm; ona dönüp, “Beni içine çek,” dedim. O, yaz ortasıydı.
virginia woolf, dalgalar

yazın ilk gününün şarkısını madeleine peyroux‘dan dinleyelim summer wind diyoruz.

üç haziran – güne yine yürüyüşle başladım. umuyorum başladığım bu zinciri kırmam. bu sahilde yaptığım sabah yürüyüşlerinin en keyifli tarafı, etrafta yürüyen, koşan, bisiklete binen, hatta bizim buralarda kürek çeken insanların enerjisini hissetmek ve içine çekmek; yayılan enerji kesinlikle bulaşıcı, olumlu ve insana iyi hissettiren bir doğaya sahip…

şimdi evdeyim ve kahvaltımı yaptım. artık bir tıp tarihi yazısı olan sıtma makaleme döneceğim ve çalışırken canım vladimir horowitz bana eşlik edecek.

beethoven’ın 14. piyano sonatını dinliyoruz; popüler ismiyle ayışığı sonatı.

Together again
I need you to put me together again
I’m just a broken fragment
Of the man I used to be
Please, put me back together
Piece by piece
…”
jay-jay johanson

sonrası aslında sadece burada değil, neredeyse kendi içimde de kayboldum. günlerim gündemle, okuduğum makalelerle, günlük hayatın dayatan akışıyla ve anne, kardeş, evlat, eş özetle aile olmanın getirdiği neşe, kaygı, öfke, mutluluk, kızgınlık, eğlence ve güvenle harmanlanmış “olağan kaos”la geçti…

bütün bunların arasında, her zaman kendime yaptığım gibi olan biteni sünger gibi içime çektim, her şeyi en küçük damlasına kadar emdim… rüyalarım büyük ölçüde beni terk ettiler… geceleri uyanıp ağır ağır murakami öyküleri okudum… hiç blog okumadım… çok az müzik dinledim… az hareket ettim… yemem gerekenden fazla yedim…

elbette geçen bu süreçte anlatacak saraçhane günleri vardı, direnişe çağıran sokaklar vardı, bir pazar günü kıyısında her şeyden uzaklaştığımız ağva’nın yemyeşil koca deresi vardı, konya yolcuğunun rengarenk kır çiçekleri vardı, erdek yolculuğunun sarı katır tırnakları vardı, canım martılarım derya ve hülya’nın yeni bebeği vardı…

anlatamadım!

buraya bir türlü gelemedim!

ama dün sevgili neslihan’ın çağrısıyla

“… hadi artık buradan çıkman lazım, “ikide bir” belki çıkış için bir patikadır…” dedim.

işte buradayım, ikide bir-1 ve together again diyorum

jay-jay johanson söylüyor.

Rüyalar elimden tutup götürebilseydi
Yükselir, süzülürdüm yeni bir gökyüzünde
…”

şarkılarda bugün holm (rüya) var. bu şarkı sana gelsin sevgili neslihan, sen neden olduğunu biliyorsun.

emel mathlouthi söylüyor.

Holm şarkısını Kovid-19’un ilk günlerinde yazmıştım. Müzik o zamanlarda birbirimizle irtibat kurmak için en güçlü vasıta haline gelmişti. Süreç bizim için çok acılı geçmiş olmasına rağmen bu virüsle savaşmak için en azından elimizde müzik olduğunu düşünüyordum. Bu yüzden yazdığım şarkı, dinleyiciler için çok şey ifade etti. Şarkıda mücadele mesajı vermenin yanı sıra hayatımızdaki tüm olumsuzlukların üstesinden gelip daha iyi bir dünya yaratabileceğimizi vurguladım.”, emel mathlouthi

Gözlerimi kapatıp
Rüyalar elimden tutup götürebilseydi
Yükselir, süzülürdüm yeni bir gökyüzünde
Kederlerimi unuturdum.
Hayalimde seyehat edebilseydim
Aşkın ve umutların yeşerdiği, acının dindiği
Saraylar ve geceler yaratırdım.
Yarattığımızı her şeyi yok eden
Acımasız gerçeklerin bıraktığı
Zulüm, ızdırap ve çileyle gölgelenmiş
İnsanlar gördüğün bir dünya.
Bizi, düşlerimizi ezen
Tüm yürekleri karanlık ve açgözlülükle dolduran
Zorbaların yükselen duvarlarını gördüğün bir dünya
.”

Ne vakit babamın yokluğuna gitsem
Babam bana bir şey diyor…

-birhan keskin

helva yaptık ve komşulara dağıttık annemle; malum babamın ölüm yıldönümüydü. eski radyo z dinleyenleri bilirler babam için her 5 mart günü şarkı çalarım ve o günün akşamında birer kadeh rakı içeriz. dün hem şarkı çalamadım hem de rakıyı pas geçtik! ama bugün, geçmişte babamla ilgili radyo z’ye yazdıklarımdan bir kolaj yaparak şarkımı çalacağım. bu metinler, zamanında iki kez hacklenen radyo z sitelerinden kurtarabildiklerimiz.

05 mart 2008 – babam enteresan bir adamdı… belki babasız büyümüş olmasından, diğer babalara pek benzemezdi; ne otoritesini kullanma, ne de sevgisini gösterme biçimiyle…zamanında, “cazla rakı içilmez” diyerek, hayatta ıskalanmaması gereken şeylere ilişkin  derslerinden birisini vermişti bana… zamanında müzik, vs üzerine babamla konuştuklarımızı şimdi biraz daha farklı formatta ama aslında aynı içerikle bizim oğlanla yapıyoruz… tezer, the delikanlı, hani bize esip de bir orhan gencebay falan dinlemeye kalksak, ‘nasıl ya, nasıl ya, siz nasıl bunları dinlersiniz‘ diye esip gürlüyor… ben de ona tam da babamın bana dediği gibi diyorum ki;  ‘bak dinle, bir şey ancak bu kadar güzel anlatılır…’.

bu dünyadan göçtüğünde henüz 63 yaşındaydı. ben onu bildim bileli ölmekten korktu, sanırım onunla erken buluşacağını bir şekilde bildiğinden. yaşamayı deli gibi severdi, ruhunda bir haytalık ve çocukluk hep vardı… mükemmel miydi? değildi elbette…”

07 ekim 2008 – “… tatilde çocuklarla babamın mezarını ziyarete gittik, benim yıllarca yapmaktan kaçtığım bir şeyi onların daha erken yaşamasını istemiştim çünkü. tezer allak bullak oldu tabii, genç bir insanın mezarı başında doğum tarihini fark ettiğinde ‘oha çok gençmiş bu ya’ oldu, erken girdiği ergenliğin etkisi ile zaten dalgalanıp duran ruh hali, kontrolden çıkan dili ve bedeni ile orada iyice karıştı. babamın yanında gözyaşlarıma engel olamadığımdan gelip yavaşça sırtıma elini koydu, delikanlı olmaya çalışan bir tavırla bana destek olmaya çalışmıştı… ada ise nerede olduğumuzu ve ne yaptığımızı bile sorgulamaksızın, orada kendi çapında eğlendi. bir mezarın tepesine çıkıp, babamın mezarı için çiçek topladı…

dönüşte ağlayarak tek başına giden bir kadına, iki kadın yanaşıp ‘ağlama, allah onu senden daha fazla seviyormuş‘ dedi… ölüme böyle yaklaşıldığını daha önce hiç duymamıştım… az önce bahçeye indim, bir çay alıp oturdum. bizim bahçıvan gelip, ‘hocam mantar topladım alır mısın?‘ diye sordu.  sorusunun yanıtını almadan bana hızlıca bir tarif verip, üzerine bu tarifle dün akşam yediği mantarın yanına iki bardak şarap çaktığını söyledi… elime yeni toplanmış mantarları tutuşturdu ve gitti…”

05 Mar 2010  – “… her 5 mart günü babam için çalıyorum ama bazılarınız onu hiç tanımıyorsunuz… hadi bu sefer, erdoğan koç kimdi biraz onu anlatayım… istanbul’a tapardı; yukardaki fotoğraf onun son İstanbul seyahatinden. ali yüksek lisans tezini ona adadı ve teze ‘istanbul rüya gibi bir şehir diyen babam için’ notunu düştü… kadere söylenen şarkıları severdi ve kolay ağlardı… rakısını bir mevsim meyvesi ile akşam üzeri içerdi… annemle harika dans eder; kafası iyi olunca iyi göbek atardı… hayatı deli gibi severken, son 10 yılını onu kaybetme korkusuyla yaşadı… bu dönemde annemden gizli gizli sigara içerdi… öfkeliydi… hele suç kendisindeyse bağırarak üste çıkmaya bayılırdı… harika voleybol oynar, gençlerle olmaya bayılırdı… fena halde fenerbahçeliydi. hayatı boyunca anlaşılamadığını düşündü galiba ve ben şimdi onun haklı olduğunu düşünüyorum… arılardan ve yılanlardan çok korkardı… anılarını büyük bir keyifle anlatırdı ve ben defalarca dinlediğim o anıları her defasında zevkle dinlerdim… ‘baba’ olmayı bilmezdi; belki babasız büyümüşlüğünden… onu ‘iyi baba’ yapan da buydu zaten… ve hiç mükemmel değildi, öyle bir derdi de yoktu… ”

5 mart 2012 – “bu sabah mahallenin esnafıyla birlikte muzaffer bey’in pastanesinde kahvaltı yaptım. muzaffer bey, bostan sahibi, nakliyeci ve liseye giden kızı, emlakçı. masaya kitabımı bıraktığımda muzaffer bey ‘abla hep okur’ dedi ardından ‘her zamankinden mi abla?’ dedi. ‘evet ama çay büyük olsun’ dedim… bostan sahibi ‘ne okuyorsunuz?’ diye sordu. ‘tirza, hollandalı bir yazarın kitabı’ dedim, sustum; geriye söyleyecek bir şey yoktu. hollanda’nın orta sınıf insanlarının romanı ve bunalımları. bundan önce de amerikan orta sınıfının bunalımlarını anlatan bir roman okumuştum desem enteresan olabilirdi. ordan çıkıp, nakliyeci, ‘bizim bunalımlarımızı kim anlatacak peki’ diye devam etse şahane olurdu mesela… aklımdan bunlar geçerken, durdum ve ‘bugün babamın ölüm yıldönümü, 10 yıl oldu’ dedim. herkes şaşırmış bir halde ‘allah rahmet eylesin’ dedi. ne niyetle bunu söyledim bilmiyorum, hayır duası almak için değil elbette… içim acıyordu, babamı özlemiştim, yataktan kalktığımdan beri bu özlemi aklımdan atamıyordum ve paylaştım; öylesine, uluorta… sonra bütün gün işte huzursuz ve keyifsizdim. kimseye babamdan söz etmedim ve her zamankinden farklı olarak akşam olsun babam için rakı içip klasik türk müziği dinleyeyim diyemedim. rakının fikri bile içimi acıttı. bizim the delikanlı, yatmadan hemen önce gelip ‘bugün dedemin ölüm yıldönümü değil mi?’ dedi. boğazımda kocaman bir düğüm ‘evet’ dedim. sonra onu babam gibi öptüm. şimdi çocuklar uyuyor. ben ortaya karışık bir şekilde müzik arşivimi dinliyorum ve votka tonik içiyorum. huzur içinde yat baba. zeki müren senin için yıldızların altında diyor.”

05 Mar 2013 – “her zaman bir kozanın içinde kalmayı tercih ettim. beni  çok yakından tanıyanlar bunu bilir, daha az tanıyanların da bu konuda bir fikri olduğuna eminim. kendime kimseyi, ama kimseyi  kolay kolay yaklaştıramam. bir mesafe hep kalır… hele bir sorun varsa, kozamı elden geçirir, iyice sağlamlaştırırım, elimde değil… anne olana kadar, belki de çocuklar kendi kozalarını örmeye başlayana kadar demeli, bu yanımla bir sorunum yoktu. sonra baktım, kendi çocuklarımın kozalarını kırmaya çalışıyorum… ve biliyorum o kozalar gittikçe sağlamlaşacak ve benim kırmam mümkün olmayacak. işte o zaman çok ama çok canım acıyacak… bir dönem annemle, her şeyin olabildiğince yolunda olduğu ‘mutlu’ bir ailede, en güzel yılların çocukların lise ve üniversitede okuduğu yıllar olduğuna karar vermiştik. birlikte olmaktan keyif alınan, herkesin kendini farkettiği ve yaşadığı, henüz hastalıkların amansız bir şekilde bastırmadığı yıllar… bir diğer deyişle gerçekten bir arada olunan zamanlar…

john berger  ‘Hatırlamak (remembering), harfi harfine tarif edilecek olursa, üyeleri (members) yeniden bir araya getirmek, onlara o bütünün üyeliğini yeniden iade etmek (re-member) anlamına gelir.’ diyor… ve artık benim küçük ailemi hatırlamak, sadece fotoğraflarda mümkün. yıllar geçtikçe, kayıpların ardından geriye siyah beyaz bir rüya kalıyor. kötülüklerden, yoksunluklardan ve acılardan  arındırılmış, steril bir geçmiş. geriye kalan karanlık parçalarsa, kozalarımızın içinde öylece duruyor aslında… evet bazılarınız biliyor. bugün 5 mart, babamızı kaybettiğimiz gün ve radyo z’de her yıl olduğu gibi bu yıl da onun için dua niyetine sevdiği müzikleri dinleyeceğiz. akşam yemeğimize ise bir kadeh rakı eşlik edecek. ruhuna değsin diye…”

“… Şimdi bir soru işareti gibi kaldım şu dünyada.
Dokunup yaprakların üstüne düşmüş çiylere
Uzanıp gölgesine bir portakal ağacının…”
-ahmet erhan, bir soru işareti

toz duman ama ben burada, bu meselelere pek de girmeden bize iyi gelecek şarkılar çalmaya, yazılar ve fotoğraflar paylaşmaya devam edeceğim. umuyorum bu toz duman vaziyet iyice çığrından çıkmaz da böyle devam edebilirim!

bugünün teması ve şarkısı ağaç altlarında oturmak, dinlemek üzerine olsun. bu tema çok sevdiğim bir japon kadının, kaki okumura‘nın sitesinden; onu çok büyük bir keyifle takip ediyorum; yazıları ve illüstrasyonları çok güzeller. şimdi sözü ona bırakayım:

Birinin dinlendiğini hayal ettiğinizde neyi canlandırırsınız?
Belki kanepede yatan birini veya yatakta yorganın altında kıvrılmış biri gelir aklınıza. Belki hamakta uzanan veya sahilde güneşlenen birini hayal edersiniz.
Bir Japon’a sorsanız, muhtemelen dinlenmeyi bir ağaca yaslanmış bir kişi olarak tarif ederdi.
人:kişi
木:ağaç
休:dinlenme
Dinlenme için Japonca karakter ‘kişi’ ve ‘ağaç’ kelimelerinin birleşimidir. Bu evrensel bir imgedir, dinlenmek için ağaca yaslanan kişi – dinlenme sadece uyku veya işin olmaması değil, güvenli bir yerde, huzur hissedebileceğimiz bir yerde olmaktır
” (yazının tamamı için lütfen tıklayınız.)

şarkımız ise yepyeni bir gruptan. radyo z’de daha önce hiç çalmadığım üç kadından oluşan las lloranas brüksel merkezli bir grup; elemanları sura solomon (belçika/abd), amber in ‘t veld (ispanya/hollanda) ve marieke werner (almanya). sokak müzisyenliğiyle başladıkları yolculuklarında, sosyoloji, aktivizm ve sanata olan tutkularıyla bir araya gelmişler. farklı dillerde şarkılar söylüyorlar.

şimdi çalacağım parça doğum yerlerimizi veya büyüdüğümüz bölgeleri karakterize eden farklı manzaralara atıfta bulunuyormuş. oralarda yetişen meyve ağaçlarının türüne, dönüm noktalarına, coğrafyaya; ama aynı zamanda duyduğumuz ve aşina olduğumuz seslere, hikayelere ve müziğe…

güneyde narenciye çiçeklerinin kokularını duymaya çok az kalmışken, bundan daha güzel bir şarkı çalamazdım. benim ağacım meşe ve fakat narenciye ağaçlarıyla da olan sımsıkı bağım elbette doğduğum topraklardan kaynaklanıyor. yukarıdaki fotoğraf yılbaşı tatilini yaptığımız datça’dan..

evet naranjos diyoruz, yani portakal ağaçları.

Portakal ağaçları ve martılar arasında doğdu
Tarlalar ve kayalar arasında
Ufukta oturmalarına izin verin
Çamların, hüzünlerin ve dağların arasında doğdu
…”

“… Oh, somewhere over the rainbow
Bluebirds fly
…”

oğlanı bir aylık asker olarak bilecik’teki birliğine bırakıp geri döndük. şu an aklımız onda. bir haber alana kadar da içimiz pek rahat olmayacak sanırım. bu ebeveynlik tuhaf bir mesele. şimdi masama çalışmak için oturdum, tezer’in spotify hesabındaki listelerinden birini döndürmeye başladım. listede de olan aşağıdaki şarkıyı onun için çalıyorum. çünkü bu şarkı onu çok keyiflendirirdi; belki hisseder…

israel kaʻanoʻi kamakawiwoʻole‘den somewhere over the rainbow‘u dinliyoruz.

bir önceki yayındaki çok sevdiğiniz fotoğrafın tamamını da buraya ekliyorum. tezer çekmişti bu fotoğrafı. zaten kuşlar evde ikimizin meselesi 😉 bu arada arkada görünen iki martı da bizim hülya ve derya elbette…

“It’s the first day of spring
And my life is starting over again…”

– charlie fink

doğduğum ay… babamı kaybettiğim ay… kasım’la birlikte en sevdiğim iki aydan biri. kasım yeniden başlayabilmek için geri çekilmenin, içe dönmenin zamanı; mart ise bir döngüye yeniden başlamak için yola çıkmanın, yeşermenin, hissetmenin…

biraz ağaçlar ama en çok da kuşlar bunu hissettiriyor şu sıralar; onların aşk zamanı başladı çünkü. martılar, kargalar ve elbette kumrular bir telaş içindeler, farkettiniz mi? ağızlarında dal parçalarıyla, oradan oraya uçmaya ve birbirlerine kur yapmaya başladılar. bizim kumru ve martı çiftlerimiz de aynı telaşı paylaşıyorlar elbette. tezer’le martılarımız derya ve hülya‘dan sonra kumrularımıza şükran ve ilkkan ismini koyduk bugün. ilkkan adını gibi‘den alıyor tabii 😉

şimdi çalışmaya dönmeliyim ama gitmeden önce bir alıntı ve elbette bir şarkı paylaşacağım:

Bahar zamanı bir telde iki kumru, birbirlerine biteviye çekidüzen veriyorlar: gözlerinin etrafında, ense boyunca, kafanın tepesinde gezinen şefkatli, ufak gaga darbeleri. Gösterdikleri bu şefkat karşısında, hazla gözlerini kapıyorlar. Telin üstünde, birlikte güneşin altında ısınırken sarılmış birbirilerini öpücüklere boğarken ikisinin de keyfi yerinde. Hiç bir şey onları rahatsız edebilecekmiş gibi görünmüyor. Mutlular, aşıklar...” (kuşları felsefesi, p. dubois & e. rousseau)

şarkımız the noah and the whales‘den

the first days of spring.

1 2 3 46