… Al bu kollarımda ölen valsi.

Çünkü seviyorum seni, seviyorum seni, sevgili,
çocukların oynadığı tavan arasında
,
düşleyerek eski zaman ışıklarını Macaristan’ın
şeker gibi bir öğleden sonranın gürültüsü arasında,
farkına vararak kuzunun ve kardan süsen çiçeklerinin
arasından alnının karanlık sessizliğinin…

Federico Garcia Lorca

şahane bir şarkı dinleyeceğiz.

aşağıda bir sürprizi de olan bu şarkı pequeño vals vienés

silvia pérez cruz‘a gitarıyla pájaro eşlik ediyor.

şarkının sözleri federico garcía lorca‘nın aynı adlı şiiri: küçük viyana valsi!

şarkının youtube videosu ise şurada.

sürprize gelince…

melodiyi tanıdınız değil mi? bu şiir leonard cohen‘in take this waltz şarkısına esin kaynağı olmuş. aşağıda doğrudan kendisinden bir alıntı bırakıyorum. bu alıntının kaynağı olan gülenay börekçi yazısı da aşağıda.*

15 yaşındaydım. Kitapçıda bulduğum bir kitabı karıştırmaya başladım. ‘Elvira’nın kemerlerinden geçerek senin uyluklarına koşarken ağlamaya başladı’ dizesini görünce ‘İşte olmak istediğim yer’ diye düşündüm. Bir sayfa, sonra bir sayfa daha… ‘Bir avuç karıncanın yüzünde dolaştığını gördüğüm o sabah…’ Sayfayı aceleyle çevirdim. ‘Bacakların avuçlarımdan bir balık sürüsü gibi kayıp gitti.’ Bu kadarı yetmişti ve ben, kendimi evime dönmüş gibi hissetmiştim. Büyük bir şükran duygusuyla yazdım ‘Take This Waltz’ı. Federico Garcia için yapmak istediklerimin yanında bir saç teli kadar bile önemi yok aslında; minicik bir kırıntı, adeta borcumun elektronu. Size güzel geliyorsa, sebebi Lorca’nın kopyalansa ya da başka bir dile tercüme edilse bile mükemmelliği eksilmeyen şiiri…”*

*https://egoistokur.com/leonard-cohen-cirkiniz-ama-muzigimiz-var/

fotoğrafın kaynağı için tıklayınız!

“… Herkes kendi vicdanıyla uyum içinde yaşamalı,
kimseye kötülük yapmamalı. O zaman her şey yoluna girer

ljubov morechodova

burada uzun uzun yazamasam da en azından her gün bir şarkı çalmak istiyorum. bugün bir şarkı çalmaktan fazlasını yapıp geçen hafta tanıştığım şahane bir kadından, lyubov morechodova‘dan söz edeceğim. ona ilişkin habere DW Türkçe’nin youtube sayfasında rastladım. video için şuraya tıklayabilirsiniz.

lyubov morechodova seksenine merdiveni dayamış rus bir nine. yarım yüzyıl kaynakçı tornacı ve işletme mühendisi olarak çalışıp emekli olmuş. kocasını kaybetmiş. çocuklarından uzakta baykal köyü kıyısında inanılmaz güzel inekleri ve köpekleriyle yaşıyor. hala kayarak ve tüm bedenini kullanarak çalışmaya devam ediyor üstelik.

onun hakkında bir belgesel de yapılmış. izlemek isterseniz şurayı tıklayın lütfen.

belgeselin bir yerinde arkadaşı boris yegorovich’le bir rus halk şarkısı olan muhteşem deniz, kutsal baykal‘ı keyifle söylüyor; ben izlemeye doyamadım.

şimdi aynı parçanın iki şahane yorumunu dinliyoruz. ilkini kim söylüyor bulamadım ama ikincisi russian festival ensemble‘dan.

kötü bir baş ağrısı nedeniyle bugün işe gidemedim. ama bütün gün sanki ofisteymişim gibi çalıştım.

kötü müydü? değildi. ağrı öğleden sonra biraz hafifledi ve haftasonunu uzatmış olma hissi iyi geldi…

az önce eski müzik arşivlerime ve çok ama çok uzun süredir dinlemediğim bir sese geri döndüm.

size de çalmasam olmazdı.

evet susheela raman‘ı dinliyoruz ve

like a rolling stone

diyoruz.

hayat zor. ya eğilirsin, ya kırılırsın…

uyandım. yatakta döndüm durdum. nereden aklıma geldiğini şu an asla hatırlamıyorum ama en son iş yerinde üzerimde olan demirbaşları düşündüğümde yataktan fırladım. saat 4.40’dı…

pencereleri açtım, yağmuru dinledim. kendime bir kahve yaptım. pazar günleri troid ilacımı içmiyorum. bu nedenle kalkar kalkmaz kahve yapabildiğim tek gün bu…

sonra bilgisayarımı açıp bir film seyrettim. 2006 yapımı bir danimarka filmi olan prag.

bir sabah için fazla hüzünlü ve duygusal olarak sert bir filmdi ve prag şehri eski, köhne, kederli ve “anlayışsız” bir şehir olarak yan rollerden birini almıştı; dikkati çok çeken ve akılda kalıcı bir karakter oyuncusu gibi…

filmin çek oyuncularından birinin bir caz barda söylediği şarkıyı buraya bırakıyorum…

***

filmden sonra belki uyurum diye tekrar uzandım… uyku ile uyanıklık arasında yarım saat kadar yatakta kıvrandıktan sonra karnım aç bir şekilde tekrar kalktım.

yağmur hafiflemiş, hava ağarmıştı.

youtube’da yo – yo ma’nın son yayınladığı #songsofconfort videosunu dinlerken,

moringa çayı yaptım. babamın çok sevdiği gibi bir dilim ekmeği kızarttım, hafifçe nemlendirdim ve üzerine kuru nane dökerek yedim ve yerken onu düşündüm…

film bir baba hikayesiydi!

ve aynı zamanda iletişimsizliğin inanılmaz bir gösterimi…

gece saat 3.10… saat ikiden beri uyanığım… bir süre salondaki koltuğa geçip uyumaya çalıştım ama gece beni tamamen ele geçirdi; onun evreninin rüyalarla çevrili bulutsu yakasında değilim sert ve karanlığını en yoğun şekilde hissettirdiği yerdeyim…

salonda yılbaşı ağacının ve bilgisayarın ışığı var sadece. ocak ayı olmasına rağmen ev soğuk değil… kalorifer yanmıyor…

bu yılbaşı bize kar değil, ışıklara boğan gün batımları verdi. son üç dört gündür pembeden sarıya, turuncudan mora dönen gün batımları yaşıyoruz; daha çok güzün ışığı bu, soğuğun, karın ve yağmurun ışığı değil!

dün gece gördüğüm rüyayı düşünüyorum sürekli… deniz kenarındayım… üzerimde mavi çiçekleri olan askılı bir elbise var… kumaşı üniversite yıllarımda giydiğim bir elbisenin kumaşı; rüzgarda üzerimde ifil ifil… kum değil, çakıl taşlarından oluşan bir sahil… ve tam köşede duruyorum… neredeyse doksan derece açıyla birbirinden ayrılan iki sahilin tam köşesinde… a. fotoğrafımı çekiyor… o yüzden arkamda çırpınan masmavi denizi ve “kendimi” görüyorum sadece. çok gencim, rüzgarı hissederek baktıkça kendimden çok kızıma dönüşüyorum… sonra kendime geri dönüyorum… zihnimde karşımda duran sahilin nasıl olduğu düşüncesi var… merak ediyorum ama sadece kendimi görüyorum. bakış açım sadece buna izin veriyor… uyanıyorum…

uyandığımda göremediğim sahilin phaselis’in üçüncü limanı olduğunu düşündüm… kesinlikle öyleydi, bundan eminim…

***

2020 yılı zor ve tüketen bir yıl oldu… asla unutamayacağımız bir yıl… sahilin göremediğim kısmının 2021 yılı olduğunu hissettim dün ara ara… değiştirmem gereken şeyler var… cesaret etmem gereken ve yüzümü gerçekten dönmem gereken başka bir perspektif…

2021 yılı için umut, neşe, bolca sarılma, buluşma, gezme, dolaşma diliyorum hepimize…

ama her şeyden önce bence derin bir sessizliğe ihtiyacımız var… herkesin artık bir kendi iç sesini duymaya başlaması gerekiyor, kendi sözcüklerimizi bulmaya, kendi hikayelerimizi anlatmaya, unuttuklarımızı geri çağırmaya ihtiyacımız olduğu net.

radyo z’de yılın son parçası son bir saattir döndürdüğüm bir max richter melodisi olsun. mp3 veya youtube videosu olarak bulamadım ne yazık ki. buraya spotify bağlantısını bırakacağım.

evet

we circle through the night, consumed by fire

diyorum.

***

“… I held your last breath
In my chest…

— ane brun

yaptığım yürüyüşler derin bir nefese dönüşüyor her defasında… içimde akşama kadar tutup hayatta kalıyorum. bir anlamda denizde derin bir nefes alıp suya dalmak gibi bu ama buradaki dalış, sarhoş eden bir maviliği vadetmiyor tabii ve o nefes sadece hayatta kalmayı sağlıyor!

***

yine böyle derin bir nefesle ofise döndüğümde bir sürpriz beni bekliyordu bugün.

ane brun‘un yeni albümü how beauty holds the hand of sorrow yani güzellik kederin elini nasıl tutar yayınlanmıştı.

tam zamanıydı!

evet ane brun‘dan

last breath‘i

dinliyoruz elbette.

“… I’m a woman, I’m a rushing wind
I’m a woman, I can cut stone with a pin
I’m a woman, I’m a love maker
I’m a woman, you know I’m an earth shaker
…”

— Ellas McDaniel & Koko Taylor

kadına şiddete hayır diyerek

hayatımdaki tüm kadınlara çalıyorum.

koko taylor söylüyor

I am a woman

imaj, illüstratör eileen leeds‘e ait. kaynak için tıklayınız!

… Ay o günler o günler
Şimdi yabancı gibiler
Bir günlük mutluluğa
Bir ömür alıp gittiler
Ne günlerdi ah o günler..
.”

— o günler, ülkü aker

bitiremeden dizi bitti… herkesin üzerine konuştuğu ve yazdığı yerli netflix dizisi bir başkadır‘ı bugün genel olarak örgü örerek bitirdim.

söylenen hiç bir şeyi okumadım ve izlemedim. olabildiğince önyargısız ve boş bir zihinle izlemek istiyordum çünkü.

çok beğendim de diyemem, hiç beğenmedim de…

meryem’in ve abisinin oyunculuklarına hayran kaldım, mekan kullanımlarını, renklerini, yarattığı duyguyu, müziklerini, diyaloglarını çok sevdim. ama dizi derdini anlata biliyor muydu emin değilim?

asıl önemlisi memleketin içine düştüğü duruma bir kez daha içim acıdı… eğer bütün bu gürültü, dizide kürtçe konuşulmasından, esas karakterlerin kentin çeperinden gelmesinden, türbanlı olmalarından, yabancı dizilerdeki cemaatine yakın papazları anımsatan hocadan ve lezbiyen olduğu ima edilen kızından dolayı ise vay halimize… çoktan çözmemiz gereken meseleleri çözmemiş olmamız bir yana hala bunları mesele yapıyor olduğumuzun acınası durumunu gösteriyor.

dışarıda insanlar binbir türlü hayatlar yaşıyorlar; kendi gerçeklikleri ve dertleri ve mutluluklarıyla; hoşumuza gitsede gitmesede…

bir gün ne anlattığını değil nasıl anlattığını tartışabildiğimiz dizi ve filmlerin çekildiği bir hayata uyansak keşke

diyerek selda bağcan‘dan

o günler‘i çalıyorum.

“Stream of cold
Breathing slowly
Tired feet
Press the ground
Gentle flow
Scent of growth
That opens me…”

…”

rüzgar vardı… neden bilmiyorum, apartmanın çıkışındaki ıhlamur ağacının yapraklarının yerdeki gölgelerinden bir anda korkarak irkildim… bir kalp çarpıntısıyla servise yürüdüm…

serviste uzun bir süre twitter‘da dolaştım… göğsümün üzerine bir ağırlık çöktü… maske her şeyi ağırlaştırıyordu… ekranı kapattım ve dışarıda akan karanlık görüntüye ve müziğe bıraktım kendimi…

servisten indiğimde hava aydınlanmaya başlamıştı artık… müzik dinleyerek, olabildiğince ormanın içinden, yolu uzatarak ve rüzgarı hissederek yürüdüm. bir süredir peşinde olduğum kafes mantarlarını arayarak elbette; yemek için değil, fotoğraflarını çekmek için…

ürkütücü ve fakat bir o kadar güzel mantarlar bunlar. buraya kabuğundan çıkmadan hemen öncesine ait bir fotoğraf bırakıyorum… diğerleri instagramda…

bütün bunlar olurken dönüp duran melodi ise

ólöf arnalds & björk’den

surrender

1 9 10 11 12 13 43

kategoriler