“… Eskiyi tutar, eskinin bitişini bırakmazken yeni nereye sığacak?…”

-neslihan k.

biraz kolaya kaçıp bu haftanın ilk dört günü için 2025’e dair bazı kararların altında yatan nedenleri ve hissettiklerimi yazacağım; geçen yılların yasını tutmak yerine hep yeniden başlamak en iyisi sanırım…

izlediğim bir dizide “seni duyuyorum” dedi kadın. her duyduğumda çok acayip ve çok güçlü gelir bu ifade bana. çok basitmiş gibi görünen bu eylemi gerçekten ne kadar yaşıyoruz diye düşünmekten kendimi alamıyorum! başkalarını gerçekten duyabiliyor muyuz, bizi duyuyorlar mı, peki ya kendimizi duyuyor muyuz? diğer her şey bir yana insan çocuklarıyla bu “duyma ilişkisini” bambaşka bir boyutta yaşıyor. eğer öğrenmek istiyorsanız bu işin en iyi öğretmenleri onlar! diğer her şey bir yana ben 2025’te kendimi duymak için daha fazla çaba harcayacağım!

bende kim var, erkan oğur‘dan dinliyoruz.

bir süredir günlerin nasıl hızlı geçtiğini troid ilacımdan hissediyorum; pazar günleri hariç her sabah aldığım ilaç hızla bitiyor. yıllar geçtikçe zamanın daha değerli bir şeye dönüştüğü kesin. dün annemle yaptığımız telefon konuşmasında, kendimizi sağaltma ve elimizdeki anı değerlendirme konusunda hemfikirdik. telefonu kapattığımda ebeveyn çocuk ilişkilerinde “zaman” konusunun mahiyetinin bazı açılardan hiç değişmediğini fark ettim.

babamız tavsiyeler veren, kontrol eden bir baba değildi hatta diğer babalardan onu en farklı kılan şeylerden birisi buydu sanırım. bize dair takıntılı olduğu en önemli konu okumamız ve ekonomik olarak tamamen bağımsız olmamızdı. üniversiteye başlarken verdiği tavsiye ise “sonucuna katlanamayacağın bir şey yapma” oldu; yıllar içinde ve özellikle de bir anne olunca bu tavsiyenin ne kadar ağır bir yük olduğunu farkettim. ama babama kızamadım; sonuçta beni ben yapan şeylerden birisi buydu sanırım. odtü hazırlıkta öğrenci derneği ile birlikte 80 sonrasının ilk önemli öğrenci eylemlerinin içinde olduğumu fark ettiğinde, onun sözcüklerini tam olarak hatırlayamasam da söylediği şey bu tür örgütlenmelerin içinde kendim olmaktan vazgeçmemem gerektiği idi. çok dolaylı olarak verdiği en büyük tavsiye ise son yıllarında, keyifli olduğu zamanlarda “hayat çok güzel onu yaşamak lazım” diye özetlenebilecek sözleriydi; çok erken göçeceğini hissetmişti muhtemelen…

zaman, elbette jülide özçelik‘ten dinliyoruz.

biliyorsunuz oxford yılın sözcüğünü beyin çürümesi olarak ilan etmişti; türk dil kurumu’nun ilan ettiği sözcükler arasından da kalabalık yalnızlık seçildi; ankete bir milyon kişi katılmış! dijital teknolojiler sonucu ortaya çıkan iletişim ortamlarının zihinlerimizi, ilişkilerilerimizi ve varoluş biçimlerimizi sabote ettikleri artık herkesin malumu. bu ortamlar kesinlikle bizi pasif bir noktada tutuyor. kendi sözcüklerimizi kaybettik, kendi cümlelerimizi kuramıyoruz, yeni müziklerin peşinden koşmuyoruz, daha az hareket ediyoruz, etrafımızdaki kaotik enformasyon bombardımanı içinde kendi bakışımızı ve yargılarımızı oluşturamıyoruz. sevgili neslihan’ın sayesinde aralık ayı için başladığım bu yolculuk sürekli hedeflediğim ama istediğim ivmeyi kazanamadığım yazma eylemi için inanılmaz güzel bir fırsat oldu benim için. yazma konusunda daha proaktif bir duruma geçmek için kendimi daha güçlü hissediyorum artık. dün yaptığımız telefon konuşmasında annem de, radyoya son yazdıklarımı çok sevdiğini, arkadaşına, canım nihal teyzeye de okuttuğunu, birlikte benim kitap da yazabileceğime karar verdiklerini söyledi, “hiç bir şey için geç değildir” de dedi 😉 kitap konusu başka bir hayatta gibi geliyor bana ama zaten bu ortamlarda yazmaya devam etmek de çok kıymetli. ben bunları yazarken bir telefon aldım ve telefon görüşmesinin sonunda sevgili bora’nın muson şarkıları kitabını raftan çektim. burada susup, kitabın önsözünden pelin özer’e vereceğim sözü;

Yazmak özünde yolda olmaktır. Her hece bir adım. Kitaplarsa yazanın uçsuz yurdunda irili, ufaklı kent, kasaba, köy adları… Yazdıkça ve yürüdükçe eksilip, birikiyoruz. Yazarak yürüyen bir gölge geçiyor önümüzden, o Zen şairine benzetiyoruz. Yağmur damlaları kasesinde birikmiş, sonra güneş içmiş onları. Öylesine hafif geçiyor dünyadan, tek yükü bedeni…”

burada devreye jean barbur‘dan uyan giriyor.

son sözler bu yazının kapağı için olsun. şu sıralar neslihan yazılarında kaybettiği köpeği coffee’den söz ediyor. o yüzden coffee’li rüyamı çok düşünüyorum. üzerinden çok zaman geçmesine rağmen zihnimde çok berrak bir şekilde kalan rüyalardan biri bu. dağlardayım, yanımda coffee var. ortam biraz heide çizgi filminden alınmış gibi. çok güzel ve heybetli dağların arasında, inanılmaz güzel bir doğada geçiyor olaylar. hızlı bir şekilde yemyeşil bir yamaçta zirveye doğru yürüyoruz. pırıl pırıl güneş olmasına rağmen, dağın zirvesi kurşuni bulutlarla kaplı. üzerimizden rengarenk bir kuş sürüsü geçiyor. tuhaf, tanımlayamadığım bir ruh hali içindeyim. aynı hislerle uyandım! yapay zeka maharetiyle yapılan bu görselleştirme gerçeğinden çok uzak elbette ama olsun, size hayal etmeniz için bir başlangıç sağlayacaktır.

Dünyanın sonu geldi, umudun bir anlamı kalmadı, şehirler silindi, şarapnel müzik yapıyor…”

-rezső seress

bu haftasonum bir öykü* olsa nasıl olurdu diye düşündü kadın; sıradan, bazı anları çok keyifli, bazı anları olağan iniş çıkışlar barındıran iki gün. genel olarak yağmurlu, bulutlu, puslu ve serin. yılın son günlerinin ruh hali de havada tabii. durdu ve “hadi, kendini bir öykünün kahramanına dönüştür ” dedi…

hayat “rüyalarımdaki gibi olsa keşke” dedi önce, sonra “rüyalar hayatım olsa” diye değiştirdi isteğini; hala gecenin bir yarısı içinden çıktığı rüyanın etkisindeydi çünkü. rüya evreninde, daha parlak renklerin içinde, daha yoğun bir ışıkta, genel olarak saçma ve olağanüstü bir kurguda, olaylar sarpa sarsa da belirsizliğin bir önemi olmuyordu. doğasında öngörülemezlik olan bir hayatın içinde olduğunun sonuna kadar farkında olup belirsizliğe takılıp kalmak onun “hastalığıydı”; tedavisi olmayan hastalığı.

gece yağmur başlamıştı. sabah 6.30 gibi kalktığında hala devam ediyordu; pencereleri açtı, salona ve mutfağa serin hava ile birlikte önce ıslak toprağın ardından da doğanın kokusu doldu. troid ilacını aldı ve spotify’daki sabah listesini açtı. dişlerini fırçalayıp aynı anda bacaklarını esnetirken, mozart’ın inanılmaz melodisine bıraktı kendini; zihni boşalmış bir halde sadece ağzında diş macunun tadıyla birlikte, dişlerini ve bacaklarını hissediyordu (mozart’tan canzonetta sull’aria)

listedeki diğer parçalarla bedenini rahatlattı ve önünde uzanan güne hazırlandı. çalışma masasını toparlarken gündeme dair bir şeyler dinledi. özlem gürses’in tamamen makyajsız, bembeyaz bir suratla ve titreyen sesini dinlemek sabah için hiç iyi bir başlangıç gibi görünmemekle birlikte “elimizdeki hayat bu, görmezden mi geleceğiz yani” dedi. sonra patojenlerin, enfeksiyonların, tanı ve tedavinin evrenine gitti. daha önce okuduğu ve düzelttiği metinlerin üzerinden tekrar geçiyordu ve her defasında daha iyi ifade edilebilecek cümleler buluyordu; daha anlaşılır, daha az belirsiz ve daha yalın!

kahvaltı hazırlamak için kalktı. diyet listesindeki öneri sıcak irmik helvası (bitkisel sütle yapılmış, badem ve kuru üzümle tatlandırılmış) ve haşlanmış yumurta idi. bizim irmik helvasıyla bunun bir alakası olamaz diyerek doğaçlama ve sağlıklı bir irmik helvası yaptı. iki yemek kaşığı irmiği tavada yağsız bir şekilde pembeleştirdi. bir çay bardağı yulaf sütüne yarım trabzon hurması ekleyerek blender’dan geçirdi. irmiğin üzerine bu karışımı döktü. irmikler hafifçe kabarmaya başladığında badem yerine ezilmiş üç ceviz ekledi. birazcık kabarmasına izin verdi ama çok yoğunlaşmadan tabağına aldı, üzerine bir çay kaşığı bal ve tarçın ekleyerek yedi; kesinlikle hayal ettiğinden çok daha güzeldi. bütün bunlar olurken bana göre tv‘nin YouTube kanalında yayınlanan katharsis‘de nevşin mengü’yü dinledi. programın formatı ve o acayip koltuk, arkadan çalan müzik, psikolog gökhan çınar’ın o “derinden gelen sesi” genel olarak onu rahatsız etse de, bazı konukları dinlemekten kendini alamayıp her defasında “bir insan neden ekranda kendini böylesine açar” diye düşünüp hemen ardından “sen neden izliyorsan o yüzden” diye kendine yanıt verirdi. üstelik kendisinin, diğerlerinin, herkesin bloglarda, sosyal medya ortamlarında yazmasının, görünmesinin, varolmasının nedeni neyse bu da oydu belki de. nevşin mengü’nün enerjisini, hayata bakışını ve duruşunu severdi ama bu programda tuhaf bir kırılma yaşadı ona ilişkin. her durumda, her soruya karşılık “olur böyle, normal, napalım, bu da böyle…” şeklinde özetlenebilecek hali iyi gelmedi ona. sonra kendi kırklı yaşlarını düşündü ve “hayatı olduğu gibi kabul etme” ruh halinin o zamanlar başladığını hatırladı; belki de bu ruh halinin nedeni bu dedi kendi kendine.

sonrasında gün normal akışında devam etti; çalıştı, çocuklarla konuştu, gündeme göz ucuyla baktı ve ara ara yağan yağmur nedeniyle canı hiç dışarıya çıkmak istemedi. akşam bir aile buluşmasında çok keyifli saatler geçirdi. gece bire doğru yatağa girdiğinde çok uykusu olmasına rağmen bir türlü uykuya geçemedi; gözlerini kapattı kendisini rahatlatmak için uyguladığı nefes tekniklerinden biriyle zihninde phaselis antik kentinde dolaşmaya başladı; aklına nereden gelmişti phaselis asla bilmiyordu. biraz yürüyüp sonra kendimi ikinci koyda suya bırakırım diye düşündü ama sarnıçlara çıktığında uyku onu ele geçirmişti artık (glen hansard & markéta irglová‘dan sleeping)

gece çok gece uyumasına rağmen sabah 6.30’da uyandı ve hemen yataktan kalktı. hava hala yağmurluydu; pencereleri açtı, doğanın seslerinin antropojenik (insan kaynaklı) seslerle henüz maskelenmediği sabahın karanlığında duyduğu seslerin tadını çıkararak kendini güne hazırlandı.

ardından spotify’da bulabildiği bütün gloomy sunday yorumlarını toparladığı bir liste yaptı, melodileri döndürürken, yeni yıl temalı bilgisayar duvar kağıdı, fincanı ve camındaki yılbaşı süsleriyle çalışmaya başladı. çalışırken beğenmediği yorumları listeden çıkarıyordu…

eşi uyandı; haftada bir gün birlikte kahvaltı yapıyorlardı ve o sadece pazarları siyah çay içiyordu kahvaltıda. sakin, keyifli bir kahvaltı yaptılar. biraz iş konuştular, biraz gündemi ve elbette çocukları. ikisi de bir hafta sonra yapacakları tatil için heyecanlıydı. notion’da ortak olarak tuttukları “bir gezide alınacaklar listesi”ne göre küçük küçük hazırlıklara başlamaya karar verdiler. olağanüstü karina gezilerinden yıllar yıllar sonra ilk kez birlikte yılbaşı günlerinde bir kış tatili daha yapacaklardı!

çalışırken ara ara gündemi izledi, bir şeyler okudu ve internette gezdi. HTŞ’nin lideri golani, artık asıl adı olan ahmed hüseyin eş-şara ve yeni bir imajla ekranlardaydı. önce takkeyi çıkarıp, sakalını bir hipster sakalına dönüştüren bu karakter takım elbise giymişti. ama şimdi de kravatıyla ekrandaydı. “her ne giyerse giysin, her ne söylerse söylesin gözlerindeki karanlığı kapatamıyor” diye düşündü. yüzünde tek bir gerçek duygu ifadesi yoktu genel olarak! “acaba bu imaj çalışmasını, kendisinin dönüştürüldüğü şeyi, yeni kabuğunu nasıl taşıyor, aynaya baktığında ne hissediyor” diye düşündü.

bütün bunlar olurken akşama kadar bambaşka gloomy sunday** yorumları kafasının içinde döndü durdu. ama hungarian noir başlıklı albümü keşfetmek bu hafif puslu haftasonunun en güzel yanıydı.

*sevgili la paragas‘ın “Yazıdan gecenin bu hoş vaktinde öykü tadı aldığımı söylersem abartmış olmam sanırım” yorumu üzerine yazıldı!

** Kasvetli Pazar” (Macarca: Szomorú Vasárnap), “Macar İntihar Şarkısı” olarak da bilinir. Macar piyanist ve besteci Rezső Seress tarafından bestelenen bu şarkı, ilk kez 1933’te yayımlanmıştır. Orijinal sözleri “Vége a Világnak” (Dünya Sona Eriyor) başlığını taşır ve savaşın neden olduğu umutsuzluğu konu alır. Daha sonra şarkı, farklı sözlerle birçok kişi tarafından yeniden yazılmış ve seslendirilmiştir.

1941’de caz ve swing müzik şarkıcısı Billie Holiday’in şarkıyı yorumlamasıyla, “Kasvetli Pazar” uluslararası bir popülerlik kazanmıştır. Ancak, Lewis’in sözleri intihara dair temalar içerdiğinden, plak şirketi şarkıyı “Macar İntihar Şarkısı” olarak tanımlamıştır. Şarkının özellikle Macar dinleyiciler arasında birçok intihara sebep olduğu iddiası, bir şehir efsanesi olarak dilden dile dolaşmıştır. Daha fazlası için tıklayınız.

“Suzanne takes you down to a place by the river
You can hear the boats go by, you can spend the night forever…”

bugün güne, normal sabah rutinlerimin sonrasında, müzik dinleyerek ve blog okuyarak başladım. ardından çalıştım ve sonra haberleri dinleyerek avokado, haşlanmış yumurta ve üç çeşit yeşil ot ve baharatlardan oluşan bir kahvaltı hazırladım; nasıl derseniz hepsini bir ayaya getirerek ezdim ve ekşi mayalı köy ekmeğinin üzerine sürdüm.

“marmara denizinde müsilaj geri dönüyor” haberi günü ilk kötü haberiydi 😔

sonra kahvaltımı yaparken live to bloom‘un sayfasından “Numeroloji 2025: Rakamlar Yeni Yılda Bize Neler Söylüyor?” başlıklı yazıyı okuyup kendi 2025 sayımı hesapladım; sonuç 3’tü. numeroloji meselesi ilgilendiğim ve anladığım bir şey değil aslında ama çıkan sonucu öptüm ve aldım başıma koydum;

Bu seneki ana temanız yaratıcılık olacak. Üç rakamı keyif, sanat, hobiler ve düzeni temsil eder. Konfor alanınızdan çıkarak yeni deneyimlere atılabilir ve yeni bakış açılarına kucak açabilirsiniz. Aynı zamanda içsel dünyanıza dönerek yaratıcılığınızı ortaya koyabilir ve ilgili olduğunuz alanlarda olumlu gelişmeler yaşayabilirsiniz. Sanatsal konularla ilgilenmek bu sene sizlere iyi gelecektir.”

sonra bizim aile WhatsApp grubundan herkesin sayısını gönderdim; enteresan bir şekilde sayılar son derece uygundu 🧐

sevgili ceren yılbaşı sofraları için tarif istemişti; bununla ilgili olarak bir kaç tarifi kenara koydum. denedikçe sizlerle paylaşacağım 🌱🌱🌱

şimdi artık çalışmaya geri dönmeliyim ama dönmeden önce bugün birlikte çalıştığım canım giovanni mirabassi‘nin en sevdiğim albümlerinden birisinden bir parça çalayım.

yo me quedo‘yu dinliyoruz (10.00)

yayıncılığını yaptığımız dergilerden birisi dün akşam yayınlandı; onu linkedIn duyurusunu yayınladım ve diğer dergi için çalışmaya devam ettim.

öğle saatlerini biraz geçince yürüyüş için sahile indim. üç turu tamamlayınca, minibüs yoluna çıktım ve 24 yıldır tanıdığım çiçekçim kısmet’ten kasımpatılar aldım. aslında epeydir kısmet’ten almıyordum çiçeklerimi çünkü mahallenin pek de gitmediğim bir tarafına kuruyordu tezgahını çok zamandır. onu tanıdığımda hemen bizim mahallede eve bir kaç apartman uzaklıkta bir köşe başında satardı çiçeklerini. sevgili neslihan bugün neden ona gittiğimi çok iyi biliyor. günlüğünde onun çiçekleri için yorum yaparken, kısmet’in adını hatırlayamadım; kendimi çok kötü hissettim ve bugün uğramaya karar verdim. gittiğimde dantel örüyordu. uzun bir ayrılık olduğu için sarıldık. çın çın çınlayan sesiyle “nerdesin sen” dedi? anlattım ve “söz bundan sonra sana geleceğim çiçek almaya” dedim. yanında her zaman olduğu gibi kocası vardı ama yine her zaman olduğu gibi güç kısmet’teydi. benim gibi geçen yıllar onun da yüzüne yansımıştı. gök gözlü şahane bir çingene kadındır kısmet; ama bakışlarının eski parlaklığı yok artık. dört torunu olmuş, sonuncusu dört ay önce gelmiş. sonradan doğurduğu oğlan dokuz yaşındaymış. “minik dayı yeğenlerle büyüyor yani” dedim. sağlam bir kahkaha attı, “çok özlemişim seni, eski müşteriler bambaşka” dedi. vedalaşırken bir daha sarıldık.

küçük bir alışveriş yapıp eve döndüğümde tezer kendisine hamburger yapıyordu. vazoları aldım, mutfağın kapısını kapattım ve banyoda salona, ada’nın odasına, mutfağa, çalışma masama ve banyoya olacak şekilde çiçekleri düzenledim; bunu yapmayı çok seviyorum.

sonra yıkanan çamaşırları astım, tezer’den evi biraz süpürmesini rica ettim. dört kişi yaşayınca ev kesinlikle daha hızlı kirleniyor. ben yeşillikleri yıkadım ve bu akşam yalnız olacağım için kendime yeşil bir akşam yemeği hazırladım. ilk gün tam olarak uygulayamamıştım ama dört gündür ayurvedik besleniyorum. ana öğün sayım kendiliğinden ikiye düştü. arada bir kez meyve ve kuruyemiş yiyorum dikkatlice. şimdiden kendimi iyi hissetmeye başladım.

bu akşam evde yalnızım. tezer evden “sana huzurlu bir akşam diliyorum” diyerek çıktı. bir ara ada aradı, bana kısa bir güncelleme yaptıktan sonra “bu sayı işini anlamadım, nasıl bu kadar uygun olabilir hepimiz için ayrı ayrı ” dedi. “bilmiyorum, ama doğruyu söylüyor sayılar sadece onu dikkati alalım” dedim.

şimdi artık pijamaları giyeceğim, kendime bir kadeh viski alacağım ve evin sessizliğinin tadını çıkaracağım. ama gitmeden önce son bir saattir bana eşlik eden aga zaryan‘dan nefis bir leonard cohen şarkısı gelsin.

açık ara en sevdiğim aşk şarkısı olan suzanne‘yi dinliyoruz.

şarkının hikayesini merak ederseniz şurada güzel bir yazı var. bu yayının kapağı da şarkıya konu olan suzanne verdal. böylece radyoluğumu da yapmış olayım değil mi? 😉

Bir kırlangıç bir su birikintisi bir parça gök.
Bir şiirden düşmüş olmalı bunlar.

Böyle diyordu yoldan geçen biri.

-ilhan berk

her zaman olduğundan daha geç kalktım bugün; saat sekize geliyordu. böyle olunca, tuhaf bir kafa karışıklığı yaşıyorum. çocukluğumdan beri iflah olmaz bir rutin manyağıyım; yapacak bir şey yok, bunu kabul ettim artık! güne bu kafa karışıklığı ile başladım ve sonra ada kalktı, okula gitmeden önce ona kahve yapmamı rica etti. onu geçirdikten sonra çalışmaya devam ettim ve tezer kalktı ve “bana kahve yapar mısın ricasıyla” o da mutfağa geldi. çocuklar onlara kahve yapmamı seviyorlar; sanırım ben de onlara kahve yapmayı seviyorum…

tezer, çatıda bizim hayatta kalan‘ın olduğunu ve hayatın anlamı üzerine düşünüyormuş gibi derin düşüncelere daldığını söyledi. derya veya hülya da vardı çatıda ama yavru ona sırtını dönmüştü. “kesin kavga etmişler” dedi tezer. sonra dikkatlice bakınca yavrunun farklı bir martı olduğunu anladık; daha minikti çünkü.

kendime trabzon hurmalı, cevizli, chia tohumlu ve tarçınlı bir yulaf ezmesi yaptım ve rezene çayımla birlikte kahvaltımı yaparken bir japon YouTube kanalında yeni çıkan “morning routine” videosunu izledim. bu kanal iskandinav yaşam tarzına uygun ürünler satan bir mağazanın kanalı ve çok seviyorum.

sonrasında biraz blog okudum ve sevgili ceren’in spotify’daki müzik listesine daldım. çünkü Ennn.. Bloglar 😉 – Mim Daveti başlıklı bir yazı yazmıştı ve radyo z’yi de “en güzel şarkıları ekleyen blog” olarak yazısına almıştı 🥰 listeyi dinleyince çok benzer bir müzik zevkimiz olabileceği hissine kapıldım doğrusu…

***

TDK bu yıl bir ilk kez “Size Göre 2024 Yılını Karşılayan Kelime/Kavram Hangisidir?” anketi yayınladı. ben seçimimi yaptım. https://anket.tdk.gov.tr/ diğer yanda oxford’un yayınladığı beyin çürümesi konusu ilginizi çektiyse orhan bursalı’nın herkese bilim teknoloji yazarı tanol türkoğlu ile yaptığı söyleşiyi şiddetle öneririm. bağlantı için lütfen burayı tıklayınız.

günün en güzel anı neydi derseniz penceremin önünden çok kalabalık bir sığırcık sürüsünün geçişiydi.

ve “en büyük başarı” aşdamı’na bir tarif daha eklemem oldu.

bu günlük bu kadar diyerek daniel melingo‘dan pesar‘ı dinliyoruz.

“Ormanda yürüdüğümüzde, çimenlere uzandığımızda, denizde yüzdüğümüzde doğaya dışarıdan dokunmuş oluruz; bilinçdışıyla ilgilendiğimizde ve rüyalar yoluyla kendi içimize yöneldiğimizde, doğaya içeriden dokunuruz ve bu aynı şeydir, her şey yeniden yoluna girer.”

-C.G. Jung, Dream Analysis

keyifli ve verimli bir gündü. dün gece düzgün uyudum ve bolca rüya gördüm; rüyalardan birisinde bir araştırma grubuyla birlikte yemyeşil ormandaydım. son gündü ve neşeli grup fotoğrafları çektiriyorduk. elimde minik beyaz bir fare vardı ve fotoğraflara onunla birlikte poz veriyorduk. uzun bir aradan sonra rüyamda kendi yüzümü gördüm! sonra birden fotoğraflar elimdeydi. fareyle birlikte yalnız olduğumuz fotoğrafı aradım ama yoktu; meğer o sırada fotoğrafımız değil videomuz çekiliyormuş. o videoyu izlerken görüntüye düşen bir yaprak girdi; sarı, yeşil ve kırmızının tonlarının bir arada olduğu çok güzel bir yapraktı. onun ağır ağır düşüşüne odaklandım ve o sıraya uyandım.

sabah saatlerinde çalışıp, geç bir saatte, haşlanmış yumurta, dereotu, nane, maydanoz, çörek otu, keten tohumu ve avokadodan oluşan ayurvedik kahvaltımı zencefil çayı ile birlikte yaptım. biraz daha çalıştım ve havanın açtığını fark edince hızla hazırlanıp sahile yürüyüşe gittim. kapıdan çıkarken sevgili elif’in listesini çalmaya başladım. ilk parça şahane bir başlangıç olarak queen‘den killer queen‘di.

yürüyüş çok güzeldi; adeta rüyamın devamı gibiydi. son kalan sapsarı dut yaprakları ağır ağır düşüyorlardı. günün ganimetleri olarak yapraklar, kurumuş tohumlar topladım ve kırık bir deniz yıldızı kolu buldum…

yedi bin beşyüz adım attığımı görünce dönüş yoluna geçtim ve eve girerken irene cara, what a feeling‘i söylüyordu.

öğle yemeğini bir cennet hurmasıyla ara öğüne dönüştürmüştüm; bu yüzden dönüşte çok acıktığım için erken bir akşam yemeği için kendime balkabaklı, pancarlı, ıspanaklı ve bol baharatlı bir bulgur pilavı yaptım. nefisti 😉 bu tarifleri aşdamı’na ekleyip ayurvedik beslenmeden söz edeceğim. eğer yapılabilirse insana gerçekten iyi gelen bir beslenme biçimi bu. bu arada sevgili pınar’ın bir önceki yayındaki yorumu bana sağlam bir kahkaha attırdı; onun ne hissettiğini çok iyi biliyorum.

yemeğimi yedikten sonra humus yaptım; ada çok uzun süredir istiyordu çünkü. humusu yapmaya çalışırken çocuklar yanımda bağır çağır bir şeyler anlatıyorlar ve şakalaşıyorlardı ve ben o esnada kulağımdaki kulaklıktan nevşin mengü’yü dinlemeye çalışıyordum. beni bir rahat bıraksanız humusumla diyerek onları kovaladım. tamamen doğaçlama, neyi ne kadar koyduğumu bile bilmeden yaptığım humus çocukların büyük övgüsünü aldı 😉

şimdi bunları yazarken sema‘nın efsane hanımlar albümü benimle; uzun bir süredir dinlemiyordum, çok özlemişim. hadi iki parça dinleyelim birlikte; önce hasret, sonra fikrimin ince gülü gelsin.

… Oh, oh, oh, ah-la!
Her günün ışığı
Her günün ışığı
Siz beni duyuyorsunuz!
Her günün ışığı
Siz beni duyuyorsunuz!..
.”

-head honcho şarkısının nakaratı

gece düzgün uyuyamadım ve bedenimdeki ağrılarla her zaman olduğundan daha geç kalktım. biraz esnemeye çalıştım ama hiç gücüm yoktu. pencereleri açtım, salonun akşam dağınıklığını toparladım ve çalışma masama geçtim. uzun bir süredir dinlemediğim bir melodiyi (clint mansel ve kronos quartet‘ten together we will live forever) açtım ve kendimi ona bıraktım; bu parçayı ne çağırmıştı hiç bilmiyorum! (8.30)

bu ay dergileri yayınlıyoruz; artık son hazırlıklar zamanı. tasarımı bitenlerin son kontrollerini yapıyorum. bugün çalışırken bana yeni bir liste eşlik ediyor. sabah posta kutuma sevgili elif‘in mesajı düştüğünde kavuştum bu listeye ve hemen çalmaya başladım. araya başka şeyler girdi elbette ama hala devam ediyorum…

pazar günü ChatGPT’ciğimle biraz ayurvedik beslenme üzerine hasbihâl ettik. bir dönem uyguladığım ve bana çok iyi gelen bir beslenme biçimi bu. bir kaç test sonrasında vata-kapha olan doshamı yeniden öğrendim. bana bazı tavsiyelerde bulundu sevgili “yapay zekam”;

“… Ilık, hafif, kolay sindirilebilir yiyecekler tüketin. Vata’yı yatıştırmak için ılık, yağlı gıdalar; Kapha’yı dengelemek için ise baharatlı ve hafif yiyecekler tercih edin.

Orta düzeyde, düzenli egzersizler hem Vata’nın hareketliliğini hem de Kapha’nın durağanlığını dengeleyebilir.

Düzenli bir günlük rutin oluşturun. Vata’nın kaotik doğası ve Kapha’nın tembelliği, düzenli yaşam alışkanlıklarıyla dengelenir.

Meditasyon ve nefes çalışmaları; zihinsel dengenizi korumak için faydalıdır...”

57 yaşında, vejeteryan, kalsiyuma ve proteine dikkat etmesi gereken bir kadın için” bir haftalık diyet listesi istedim. gelen listeyi notion günlüğüme kaydettim ve iki gündür uygulamaya çalışıyorum. ayurvedik beslenmenin en önemli unsurlarından birisi taze yemek yemek. bu yüzden çalışmaya ara verip kendime bir porsiyon yemek yaptım; belki aşdamı’na eklerim diye fotoğraf da çektim tabii.

yemeğimi yerken kahvaltıda başladığım kızıl goncalar dizisini izlemeye devam ettim. bir gün bu dizi üzerine düşüncelerimi de yazmalıyım; ev halkı diziyi sevmemi şaşkınlıkla karşılıyor 😉 şimdi yine kısa bir mola ve bunları yazıyorum (16.30).

ada okuldan geldi ve onunla uzun uzun konuştuk; bitmesi gereken makale bitmedi ve benim kafa dağıldı. şimdi kalkıp akşam yemeği için bir şeyler hazırlamalıyım! ama gitmeden önce DeVotchka‘dan head honcho‘yu dinleyelim. sabahın aksine biraz daha sert bir şeye ihtiyacım çünkü. sesi açın derim…

“… bu görmezden gelemeyeceğim bir hak; tutkuyla sevdiğim topraklar için şarkı söylemek…”

parastoo ahmadi

yolun yarısında yakaladım bu yolculuğu. yol ne derseniz “yay güncesi” yani aralık ayının kaydı bir anlamda, yılı bitirirken derin bir nefes alarak koşmaya devam etmek gibi. bir sonraki yıla daha güçlü girmek için; en azından benim için böyle! sevgili neslihan‘ın başlattığı ve nurşen‘in, nilüfer‘in ve günlüğü ile yeni tanıştığım leylan‘ın bu yolculuğundayım bu satırlarla…

dün “zinciri kırma” listemde blog oku şeklinde yer alan bir eyleme, yani bloglara geri döndüm. hem çok sevdiklerime kavuştum hem de bu güzel yolculuğa dahil oldum. burada, o derin sessizliğe geçmeden hemen önce yaşadığım olağanüstü güzel bir buluşmayı anmadan olmaz tabii. yazın son günlerinde yıllardır yazılarını okuduğum, uzaktan çok sevdiğim ve kendime çok yakın hissettiğim blog yazarlarıyla buluştum. yukarıdaki resim bulutlu, şiddetli bir yağmur geçişinin olduğu ve bir o kadar güneşli bir istanbul gününde yaşanan buluşmadan. 2024’ün en güzel günlerinden biriydi kesinlikle…

***

işin aralık günlüğü kısmına gelirsek önce ilk onbeş güne ilişkin bir özet geçmeliyim sanırım;

aralık ayında izlemekten en keyif aldığım şey sanırım bir ingiliz polisiyesi olan ellis oldu. sadece üç bölümlük bir mini dizi bu; her bir bölüm yaklaşık bir buçuk saat. DSI ellis siyah bir kadın, muhtemelen ellilerinin sonlarında; yardımcısı DS chet harper ise inanılmaz tatlı ve hafif çizgi film karakteri gibi genç bir adam. hikayeler küçük kasabalarda, kırsalda, işini iyi yapamayan polislerin olduğu karakollarda geçiyor. karakterlerimiz bu yerleşimlere vakaları çözmek için gidiyorlar… ingiliz ve kuzey avrupa polisiyelerinin çok ayrı bir yeri benim için. aslında bu sevgili yarimle ortak keyfimiz ve çocuklar bu polisiye merakımızı anlayamıyorlar. onlara göre fazla bunaltıcı şeyler izliyoruz. bir dönem evde seri katiller üzerinde bir kitap vardı; tezer yıllar sonra o kitabı çok yadırgadığını itiraf etmişti bana 😉 insan doğasının “olağan olmayan” hallerine olan merakımdan bu polisiye tutkusu muhtemelen… başka şeyler de izliyorum tabii; onlardan da söz ederim sonra.

aralık ayında hayatıma giren yeni şey ise bir rüya eğitimi oldu. geçen hafta salı günü başladı; bir süre her salı akşamımı buna ayıracağım. rüyalara sarmışken böyle bir şeyin karşıma çıkması çok keyifli. bu arada rüyalarımı yazmaya, onları anlamaya çalışmaya, rüyalar üzerine okumaya ve hatta notion’da görsel bir rüya günlüğü oluşturmaya da devam ediyorum…

aralık ayında oya baydar’ın yazarlar evi cinayeti ve hikmet hükümenoğlu’nun sonra gözler görür kitaplarını bitirdim. her iki kitap da hayal kırıklığı idi. oya baydar tanıdığım ve sevdiğim bir yazar olarak hayal kırıklığı yaratırken, hikmet hükümenoğlu kitabı muhtemelen yanlış bir başlangıçtı. şimdi ise ilk kez şebnem işigüzel okuyorum; memoria. küçücük harflerle yazılmış 933 sayfalık bu kitapla yolumuz uzun…

suriye’yi takip etmeye devam. sanırım 2010 yılında yaptığımız suriye gezisinin ayrıntılarını buraya yazacağım. suriye karışmadan hemen önceydi ve bambaşka bir ülkeydi orası!

2024 yılı spotify müzik maceram son iki yıldır olduğu gibi oldukça “sıkıcı”. sevgili elif derviş‘in günlüğüne de yazdığım gibi emekli olup şimdi yaptığım işi yapmaya başladığımdan bu yana yoğun bir şekilde çağdaş klasik müzik bestecilerine yoğunlaştım. makale okurken, dil kontrol ve düzeltmelerini yaparken en iyi bu şekilde odaklanabiliyorum çünkü. canım max richter en iyi çalışma arkadaşım artık.

sanırım on gün falan oldu güne altı parçadan oluşan bir liste ile başlıyorum. sosyal medyada karşıma çıkan bu liste strese ve kaygıya iyi gelen parçalardan oluşuyor. yaklaşık 25 dakika süren bu altı parça ile esneme egzersizlerimi yapıyorum; kesinlikle iyi geliyor, tavsiye ederim.

ve son konu bu yayının müziği. dün ışın eliçin’in programını dinlerken tanıdım parastoo ahmadi‘yi. ekibinden iki elemanıyla birlikte şu anda hapiste. bu konseri 11 aralık günü karvansara concert başlığıyla YouTube’da canlı yayınlıyorlar ve ardından tutuklanıyorlar. yukarıda konserin bağlantısı var. aşağıda ise parastoo’nun sözleriyle birlikte şarkılarını dinleyebilirsiniz.

Ben Parastoo’yum, sevdiğim insanlar için şarkı söylemek isteyen bir kızım. Bu, görmezden gelemeyeceğim bir hak; tutkuyla sevdiğim topraklar için şarkı söylemek. Burada, sevgili İran’ımızın bu bölümünde, tarih ve mitlerimizin iç içe geçtiği yerde, bu hayali konserde sesimi duyun ve bu güzel vatanı hayal edin..”

Önemli olan tek şey fadoyu hissetmektir. Fadonun söylenmesi gerekmez; sadece olur. Hissedersiniz, anlamazsınız ve açıklamazsınız.”

– Amália Rodrigues

bir hava var. öğle saatlerinde çalışmaya ara verip sahile yürüyüş yapmaya indim. sonrasında küçükyalı üzerinden küçük bir alışveriş yaparak eve döndüm. her cumartesi olduğu gibi, saat üç olduğu için ışın eliçin’in uluslararası meseleler hakkındaki programını açtım; elbette konu suriye idi. itiraf edeyim günlerdir suriye ile yatıp kalkıyorum. 2010 yılında yaptığımız rüya gibi suriye gezisinin de bunda etkisi var. ama bu sefer dayanamadım, programı kapattım ve sahildeki inanılmaz güzel sararmış dut yapraklarının etkisiyle mathilde larguinho‘dan fadolar dinlemeye başladım ve carmencita ile birlikte buradayım işte.

günlerdir süren yağmurlu havadan memnundum ama bugün güneşli, masmavi gökyüzünde tül gibi uçuşan bulutların olduğu serin hava beni mutlu etti; daha doğrusu iyi geldi. bu hava değişikliğinin yarattığı basınç değişikliği elbette migrenimi tetikledi; dün akşamdan beri berbat bir ağrı çekiyorum ama olsun!

fado çalınca amália rodrigues dinlemesek olmaz diyerek.

fado dos fados geliyor.

“… Uyanıkken insanların dünyası ortaktır, ama uykuda herkesin ayrı bir evreni vardır…”

– 
herakleitos 

bitirmeye hazırlanıyoruz. çalışma açısından fena bir gün değildi ama dışarı çıkıp yürüyemedim maalesef; zinciri kırma listemin bir diğer maddesi de bu çünkü…

neyse lafı uzatmadan dün sevgili sevin ve şule’nin sorduğu soruyu yanıtlayayım. yani ayağımdan yeşerdiğim rüyanın yapay zeka yorumunun ne olduğunu. aslında birden fazla şeye işaret edebilirmiş bu yeşerme hali 😉 fiziksel veya duygusal bir “topraklanma” ihtiyacım olabilirmiş, daha dengeli ve köklü hissetmek istiyor olabilirmişim, bir değişim yaşıyor olup köklerime dönme arzusu taşıyor olabilirmişim, modern yaşamın karmaşasında doğadan kopmuş hissettiğim bir durumu temsil ediyor olabilirmiş, doğa ile olan bağımı yeniden kurmaya ve daha organik bir yaşam tarzı benimsemeye beni teşvik ediyor olabilirmiş, derin bir kişisel veya ruhsal dönüşüm yaşadığımı ve doğayla, maneviyatla ya da kendimle daha güçlü bir bağ kurmaya çalıştığımı gösteriyor olabilirmiş…

aslında hepsinden biraz galiba 😉

aslında rüyalar üzerine düşünmeye başlayıp, rüyalarımın izleğini takip etmeye ve yazmaya başladığımdan beri hissettiğim en önemli şey kendimle, hayatla, doğayla ve daha pek çok şeyle kurduğum bağın tartışmasız bir şekilde rüyalarımla da beslendiği ve desteklendiği idi. bu ilişkiyi derinleştirdikçe hissettiğim şeyin doğruluğundan daha çok emin oluyorum…

burada susayım ve günün şarkısını son günlerde beni çiçekleriyle çok mutlu eden kaktüsüme çalayım.

şahane bir sting şarkısını buena vista social club ritimleriyle dinliyoruz.

fragilidad.

1 2 3 4 5 46