Bir plasenta huzursuzluğu

insan kendini büyük bir iştahla yiyebilir

iç orada başlıyor, dilyoksesvar karanlıkta…”

-asuman susam, plasenta I, PLASENTA

Bugün doğum günüm. Az önce ne kadar mutluydum… Uykum var. Doğum günüm olduğu için yazmak istiyorum. Babam Livaneli’nin İstanbul Konseri’ni almış. Canım benim…. (21 Mart 1986, 23.02, Antalya)

***

Ne güzel bir gündü… Sabah “Evolution” dersi ile başlayan günümde diğer derslerin hiçbirine girmedim. Aslında bu bir hataydı belki de… OLSUN! Topluluktaki APAR TOPAR YK toplantısı; alınan kararlar ve …’in durumdan hoşnut olmayışı, bir bakıma haklı. Ancak topluluğun yapısını bilmediği için de buna zorunlu olduğu bilmiyor. Anlayacak… Güler hanım’la terapi, konuşmadan hoşnut olmayışım. Neden bu insana bunları anlatıyorum…. SAÇMA! Ve bugünün güzellikleri; öğleden sonra çimenler, Kameray ile konuşmak, okulun en güzel zamanları… Ardından …, çiçeklerim, nefis yemek, şarap, antik kandilim, neşem, mutluluğum ve gülüşüm hatta biraz fazla şımarmam… Gecenin büyüsü, Ankara’nın yükseklerden görülen olağanüstü ışıkları, baharın müjdecisi ılık hava. Sarhoş gibi hissetmem. Bunca şeyin arasına sıkışan kapkara düşünceler… ANLAŞILMAZ… Yeşim’le Çiğdem’in olağanüstü güzel hediyeleri, Funda’nın kendi yaptığı kalemlik, Levent’in doğum günüm için telefonu, okuldaki mutluluk. VE BUGÜN BİTTİ… Yeni bir gün başlıyor. Alerjim korkunç bir durumda, NEDEN?…

ps. En önemli şeyi unuttum, sabahki FARE KATLİAMI, Vahşet… Bu durumdan nefret ediyorum. (21-22 Mart 1991, 24.45, Dikmen Ankara)

***

Ada ile sahilde kahvaltı yapıyoruz. Ali ÜDS sınavında. Tezer bir ergen; yorgun hissediyor. ve bugün 42 bitti 🙂 Güneşli, rüzgarlı, ılık bir İstanbul sabahı… (21 Mart 2010, İstanbul, İdealtepe Sahili)

***

50’ye varmadan önceki son çıkışı da kaçırdım. Aslında bu “çıkış” ifadesi tehlikeli… (21 Mart 2017)

***

Girne’deyim. 50. doğum günümde… Bugünün rengi sarı… Ruhu Akdeniz… Tırmanışın sonu gibi hissediyorum; ve keyifli bir geri dönüş yolu istiyorum. Herşeyin başına dönmek için… (21 Mart 2018, Girne Limanı’na bir otelin balkonunda)

***

Uzun bir sessizliğin ardından 55’e ulaştım. Ürkütücü… (21 Mart 2023)

***

günlüklerimde geçmişteki doğum günlerime baktığımda ilk yıllarda gelen yeni yaşı hiç anmazken, son yıllarda yaşa hep vurgu yapmışım; doğal bir sonuç bu tabii. bu noktada şaşırdığım tek şey on sekiz yaşına girdiğimde buna hiç vurgu yapmamış olmam oldu ama düşününce bizim zamanımızda reşit olmanın bir önemi yoktu sanırım; özgürlüğümüz anne baba evinden çıkıp ekonomik olarak bağımsız olmamıza bağlıydı… 

elli sonrası beni biraz ürküttü doğrusu ama elli beş sınırını aşarken artık buna mümkün olduğunca takılmamaya karar verdim; yeni kendime ve yeni yaşıma sarıldım… buna son dönemde günlüklerimi okumam da yardımcı oldu… yıllar içinde ne kadar bunaldığımı, kendi içimdeki, dışımdaki hayatla büyük bir çatışmanın içinde olduğumu fark ettiğimde elimde olmadan kendime bir şefkat duydum;) belki de bu yüzden bilmiyorum bu yıldan itibaren her yıl doğum günümde kendime “özel” bir hediye almaya karar verdim. bu yılın hediyesi japon tasarımı bir sebze doğrama bıçağı, üzerinde hititçe biz yazı olacak… henüz hediyem gelmedi; geldiğinde bir aşdamı tarifiyle bıçağımı sizlerle paylaşırım 😉

bir anlamda evrilen z’ye dair son bir şey söylemek istiyorum; yıllar içinde yazarken büyük harflerden net bir şekilde vazgeçmişim… bunun kayda değer bir sembolik anlamı var diyerek burada susacağım (22 mart, 12.15)…

***

bu yıl elbette kendime yine bir şarkı listesi hazırladım; onsuz olmazdı… yıllar içinde çok sevdiğim kadın müzisyenlerden ve şarkılarından oluşuyor bu liste… muhtemelen gelişmeye ve büyümeye devam edecek… listeye ve elli altıya damgasını vuran ayten alpman şarkısını çalalım önce, siz sonra isterseniz listeyle devam edersiniz…

her yaşın ayrı bir güzelliği var.

“İstanbul bir Babil, bir dünya, bir kaos. – Peki güzel mi?- Fevkalede. – Çirkin mi? – Korkunç derecede. – Beğendin mi? – Büyülendim. – Kalacak mısın? – Nereden bileyim! Başka bir gezegende ne kadar kalacağını kim söyleyebilir?”

– Edmondo de Amicis, Constantinople, 1877

bir haftaydı. pazar günü sazlı’ya giderek ağaçlarımıza ve anemonlara kavuştuk… dönüşte “rüya gibi bir gündü” dedim a.’ya… hala öyle hissediyorum… her şey o kadar hızlı ve yoğundu ki zaman geçtikçe rüya hissi daha da arttı… salı günü bizim mezunlar derneği’nden bir grupla iş bankası’nın resim ve heykel müzesi’ni, meşher’deki göz alabildiğine istanbul: beş asırdan manzaralar sergisini ve casa botter binasını gezdik. istanbul’u seviyorsanız meşher’deki sergiyi mutlaka gezmelisiniz; elbette resim ve heykel müzesi ile birlikte botter binasını da… 

yerel seçimlere sayılı günler var ve beni istanbul’un yeniden akp’ye geçmesi ihtimali mahvediyor… büyükşehir belediyesi son yıllarda istanbul’da pek çok iyi şeyin yanında ibb miras başlığı altında yaptıklarıyla şehirde bizlere vahalar yarattı… akp geldiği takdirde bunları korumak yerine muhtemelen kendi pespayeliğine dönüştürerek yok edecektir! buna şüphe yok…

araya beni yatıran bir hastalık girdi; en son geçen yıl yine bu zamanlarda sanırım covid-19’a yakalanmıştım. hala tam olarak toparlamış değilim!

hafta sonu topluluktan gençler istanbul’a geldiler; cumartesi onların gezisine katıldım ve akşam homer’de birkaç jenerasyon bir arada süper tatlı bir akşam geçirdik… o akşam içilen onca şarabın ardından yapılan konuşmalarda pek çok duygunun, kaygının, heyecanın, merakın bir döngünün içinde kendini farklı formlarda yeniden yarattığını bir kez daha hissettim…

bütün bu olan bitenin arasında bana bir kitap ve bir dizi eşlik etti. Bir yanda a. ile birlikte true detectives’in alaska’da geçen son sezonunu izlerken diğer yanda nastassja martin’in vahşi hayvanlara inanmak kitabı okudum.

hayat denen şeyin kendisiyle, dünyayla kurduğumuz bağı ve varlığımızı sorgulatan bir kitap vahşi hayvanlara inanmak. doğayla kurduğum bağı yeniden anlamaya ve hissetmeye başladığım bu yeni evremde, kabul etmeye zorlandığımız ikilikler üzerine kurulu bir dünya tahayyülünü aşmayla ilgili bu kitabı çok sevdim; sanırım önümüzdeki günlerde döne döne yeniden okuyacağım bir metin olacak… buraya minik tadımlık bir alıntı bırakayım (17 Mart, 7.45);

İlişkisel kalıpların kapsamayı başaramadığı bu deneyim düğümlerinin kesişme noktalarına, bir gölgeyle korunup, bir boşlukla çevrilen yerleri, varlıkları ve olayları düşünmek gerek.” 

***

bugün beyoğlu’nda bir belgesel film gösterimi ve söyleşisine katıldım… şu anda bunun ayrıntısına girmekten çok orada karşılaştığım bir kadınla konuşmamızı aktarmak istiyorum. gösterinin başlamasını beklerken kitabımı okudum, servis yapan kadın çayımı getirdiğinde yan masada oturan bir kadın “kitabınıza bakabilir miyim?” dedi. elbette diyerek jun’ichiro tanizaki‘nin bazıları ısırgan sever kitabını uzattım. arka kapağı okudu ve bana dönüp “bizim değer yargılarımıza, adetlerimize uygun mu?” gibi bir cümle kurdu. muhtemelen suratım dağıldı; sinirlendiğimde bunu gizleyebilen biri değilim. sanırım yüzümdeki her bir hücrem böyle durumlarda öfkeyi olduğu gibi dışa yansıtabiliyor! elimde olmadan “değer yargılarımıza derken?” dedim. yani bize benziyor mu, uyuyor mu gibi gakguk denebilecek bir kaç cümle kurdu. “okuduğum kitaplara veya izlediğim filmlere böyle yaklaşmam” dedim. “dışarıda başka hayatlar var, başka dünyalar var. bunları anlatan kitaplar, filmler var… kabul edip etmemek bir seçenek değil bence…” diyerek devam ettim. “biz diyerek genellenebilecek bir topluluktan söz etmek zor burada” diye de söyleyeceğimi bitirdim. “öyle tabii” dedi ve benim de kitaplarım var diyerek arka taraftaki raflardan iki kitap çekip bana uzattı. şaka değil bu… altı yedi kitabı olduğunu, nerede bilmiyorum ama köşe yazıları yazdığını falan anlattı… gülümseyerek dinledim sadece… sonra adımı ve anlamını bilip bilmediğimi sordu, “isimler bizi biz yapan şeyler. aslında kim olduğumuzu söylüyorlar” dedi. birlikte nişanyan sözlükten adımın etimolojisine, sözcük kökenine baktık… buraya onu da bırakayım…

Arapça zhr kökünden gelen zahrāˀ زَهراء “ışıyan, parlak (dişil)” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça azhar أزهر “ışıyan (eril)” sözcüğünün faˁlāvezninde sıfatı dişilidir. Bu sözcük Arapça zahara زَهَرَ “ışıma, parlama” sözcüğünün afˁal vezninde sıfatıdır.”

sonra “şükürler olsun” film gösterimi başladı… (19 mart, 17.45)

***

şu son birkaç haftadır en çok ne yapmayı seviyorsun derseniz, uzun süredir özlemini çektiğim istanbul’u yaşıyorum diyebilirim…

bu yüzden şarkımızı no land söylüyor…

yukarıdaki alıntı da meşher’deki sergiden. çocuk kalbi’nin yazarı edmondo de amicis de içinde benim de olduğum bazılarımızdan farklı hissetmiyormuş istanbul’a dair anlaşılan!

fotoğraf zeytinlikten elbette…

Kalkın gayrı uşak, sarma yapacaz dedik ya akşamdan, ne yatıp durursunuz. Aş da zabaan, iş de zabaan, öğlen oldu…

nurşen şenol gülloğlu, mutfağın hatıra defteri

bugün memleketim burdur’dan çok özel bir tarif var; sarmaşı…

benim için gerçek bir anane yemeği ve benim çocuklarım için de öyle. geçen hafta annem gitmeden hemen önce yine birlikte yaptık… ananem haşhaşı aşağıdaki gibi bir taşta ezerdi; mutfağa dair çocukluğumdaki eşsiz anılardan birisidir bu. büyülü bir tarafı vardı; çıkan kokuyu hala hatırlıyorum… bu aletler binlerce yıldır kullanılıyor; müzelerde mutlaka görmüşsünüzdür. 

ananemim o taşına sahip olabilmeyi çok isterdim

bugün vereceğim tarifi eşsiz kılan ilk şey kesinlikle içindeki haşhaş. elbette yeme biçimi de onu özel kılan şeylerden birisi; instagram hesabımda hem yapma hem de yeme sürecini göreceksiniz…

yaprakların içine bir şeyler konularak yenilen yemekler son derece yaygın dünyada sanırım; asyalıların da perilla (biftek otu) yaprakları içine sarıp yedikleri pek çok yemek var.

malzemelerim; iki su bardağı bulgur, 2 büyük soğan, 150 gram ezilmiş haşhaş, bir su bardağı ezilmiş ceviz, 250 gram sert salamura peynir, iki çorba kaşığı kuru nane, kesinlikle bolca zeytin yağı (miktarı size bırakıyorum), bir avuç kadar taze nane yaprakları, tuz.

nasıl yaptım; soğanlar zeytinyağında hafifçe kavruluyor ve sonrasında içine haşhaş ezmesi ekleniyor. 3-4 dakika kadar bu karışım kavrulduktan sonra kaynamış su, tuz ve ardından bulgur ekleniyor.  suyun miktarını normal bir bulgur pilavı ölçeğinde düşünebilirsiniz. pilav suyunu çektiğinde rendelenmiş peynir, cevizler ve kuru nane konularak iyice karıştırılıyor ve kabarması için ocağın altı kapatılıyor. servisten hemen önce ince doğranmış taze naneler ekleniyor. taze nane kısmı benim eklediğim bir detay!

yemeğe dair bazı notlar;

peynir mümkünse sert salamura peynir olmalı ama sert bir beyaz peynir de olur.

Yapraklar salamura olmalı. bu nedenle yoğun tuzunu azaltmak için yemeği yapmadan önce ıslatmakta fayda var… 

annem her zaman düzgünce sararak yer bu yemeği; ben ve çocuklar neredeyse bohça yaparak yiyoruz 😉

***

elbette şahane bir burdur türküsü olan serenler zeybeği‘ni dinleyeceğiz şimdi.

canlı bir kayıt bu; sümer ve taner özgü kardeşler hem oynuyor hem söylüyor.

youtube videosu için şurayı tıklayınız.

yakamadığınız cadıların torunlarıyız.”

  8 mart yürüyüşünden bir pankart

ve dün gece sadece beş saat uyuduğum için kendimi ciddi yorgun hissediyorum; ama bir o kadar da hiperaktif… genel olarak böyle oluyor, ne kadar yoğunsam o kadar verimli oluyorum…

dün gece akm’de rossini’nin II. mehmet (maometto II) operasını izledim. en son ne zaman opera izlemiştim hatırlamıyorum, “bin yıl” olmuştur muhtemelen. akm’nin ortamı, dekor, kostümler iyiydi ama özellikle erkek koro sahneleri ara ara müsamere hissi yaratmadı değil… akşam üzeri giderken yol boyunca spotify’dan eserin farklı versiyonlarından parçalar dinledim. belki de iyi bir fikir değildi bu; beklentimi yükseltti çünkü. şu anda da aynı eseri dinliyorum…

taksim’den eve dönmem zaman aldığı için yatağa neredeyse bire doğru girebildim ve uykuya geçmem çok zor oldu; sabah ise görev beklediği için altıda kalktım!!! ada’nın öğle yemeğini, kahvaltısı ve kahvesini hazırlayıp onu geçirdim. kendime bir fincan kahve alıp biraz okudum ve sonrasında hemen çalışmaya başladım… üzerinde çalıştığım çok uzun bir yazıyı bitirdim; pek çok ilgili hekimin bir araya gelerek yazdığı diyabetik ayakla ilgili bir uzlaşı raporuydu. hastalığa aşinalığınız varsa, yarattığı olası görüntüleri ve olasılıkları da biliyorsunuzdur… babamın neredeyse son on yılına damgasını vuran rahatsızlığının yarattığı görüntülere ve olasılıklara çok benzer bir hastalık olduğu için bir şekilde metinle bağ kurarak okudum ve buna çok acı verdi! bittiği için gerçekten mutluyum!

bugün pazar günümdü; zor geldi ama yine de gittim. emeklilik sonrası hayatıma giren bu pazar olayını seviyorum. buzdolabımda sürekli nispeten daha ucuz ve kesinlikle daha taze sebzelerim ve meyvelerim oluyor. karşıma sürpriz otlar ve yeşillikler çıkması da bu işin en keyifli tarafı. artık düzenli olarak alışveriş yaptığım mantarcım, avokadocum, peynircim ve yeşilliklerimi aldığım genç bir oğlan var. gülümseyerek “hoşgeldin abla” demeleri hoşuma gidiyor. son haftalarda düzenli mandalina aldığım adam, “mandalinalarımın güzelliğine dayanamıyorsun değil mi abla?” dedi. bu tecrübelerle ablalığa da alıştım sanırım… çok taze ısırgan buldum ve akşam yemeği için yıllardır yapmayı istediğim dalgan köftesini yaptım bugün. radyo aşdamı‘na mutlaka bu tarifi eklemeliyim…

diğer tarafta bugün pazarda çok canımı acıtan bir şey yaşadım. bir tezgahın önündeyken, orta yaşlı bir kadın biten maydanoz tezgahına yanaştı. kalan minik dalları, hatta iri ve düzgün olan yaprakları topladı. satıcı çocuğa dönüp “bitmiş zaten, ben alıyorum bunları iznin olursa” dedi. çocuk sadece gözleriyle onay verdi. içinde olduğumuz bu korkunç ekonomik krize dair bu tanıklık gerçekten çok ağırdı. insanlar çok zor durumda ama hayat bir şekilde hiç bir şey yokmuş gibi devam ediyor… (7 mart, 21.00)

***

bugün 8 mart dünya kadınlar günü… aslında taksim’e gidecektim ama kendimde fiziksel olarak o gücü bulamadım. sinemaya gittim ve öğretmenler odası (Das Lehrerzimmer) filmini izledim. çok yalın ama bir o kadar da katmanlı olan bu filmi çok sevdim. aslında her şey filme adını veren öğretmenler odası üzerinden anlatılıyor gibi görünse de gerçek metni sanki öğretmen carla’nın sınıfta, spor salonunda ve okulun diğer alanlarında çocuklarla olduğu ortamlar üzerinden okuyoruz. filme dair bir yazı için lütfen tıklayınız. yazı epey “spoiler” içeriyor ama haberiniz olsun!

bu arada söylemeden edemeyeceğim. filmde bir sahne var. carla öğretmenler odasında konuşmalardan bunalıp hızla sınıfa gidiyor ve çocuklara şimdi birlikte çığlık atıyoruz diyor. uzun uzun hep birlikte çığlık atıyorlar… böyle bir ana ne kadar ihtiyacım olduğunu bütün hücremlerimle hissettim

sosyal medyada herkes günün anlam ve önemine dair bir şeyler paylaşıyor; içimden hiç bu konuda tekrara düşmemek için bir şey paylaşmak gelmedi. son yıllarda her durum için olay günü yapılan yorum ve gösterilen tepki fırtınalarına dahil olmak istemiyorum. bir sonraki gün hayat kaldığı yerden devam ederken bu tepkiyi sadece bu şekilde verme düşüncesini kaldıramıyorum çünkü; yanlış anlamayın bu kimsenin verdiği tepkiye bir eleştiri değil sadece kendi hislerimi anlatma ihtiyacı! ben ne yaptım bütün bu fırtına içinde dalgan köftesi tarifi yayınladım!

sinema öncesinde caddebostan kültür merkezi’ndeki kadıköy kitapçısı’nda kitapları karıştırırken karşıma çıkan bir kitabı aldım; jun’inhiro tanizaki‘nin bazıları ısırgan sever romanı bu! bunun sonrasında dalgan köftesi yayını ile alıntıladığım murathan mungan‘ın son istanbul kitabını da okuyacağım. (8 mart, 22.30)

***

niye bilmiyorum dün geceden beri hümeyra dinliyorum ve şimdi onun benim şarkılarım albümünü tüm kadınlar için çalıyorum! (9 mart, 11.05).

spotify hesabı olmayanlar için albümün youtube bağlantısını buraya bırakıyorum.

imajın kaynağı için tıklayınız.

“Kolay olanı herkes sever anne, iş ısırgan otunu sevmekte…”

murathan mungan, son istanbul

dün pazarda tazecik ısırganları görünce dayanamadım aldım ve yıllardır yapmayı planladığım dalgan köftesini yaptım. yıllardır diye öylesine söylemiyorum, çok eski bir radyo z dinleyeni, ki buralarda yoktur artık, bana annesinin yaptığı dalga köftesinden getirmişti. üzerinden rahat 13-14 yıl geçmiştir. egelilerin ısırgana dalgan dediğini de böyle öğrenmiştim. 

ısırgan elbette çocukluğumun otlarından birisi. antalya’nın başka bir antalya olduğu çocukluğumda apartmandaki anneler ve çocuklar olarak ot toplamaya çıkmıştık. hayatımda ilk kez ısırgan o zaman yedim. yanlış hatırlamıyorsan fatoş teyze çorbasını yapmıştı; sevmediğimi hatırlıyorum. o zamanlar ebegümeci ve labada severdim. zaman içinde bütün otlara aşkla bağlandım. 

ben yaptığım dalgan köftesinden aşkla söz ederken, ada benimle dalga geçip “güzel ama o kadar değil, ben böyle mantıdan söz edebilirim ancak” dedi 😉 

burada susup tarife geçmeden önce, buğday derneği’nin internet sayfasında şaduman karaca’nın yazdığı şahane bir ısırgan otu yazısını buraya bırakıyorum; lütfen tıklayınız.

***

malzemelerim; 350 gram ısırgan otu (dalgan), 2 orta boy taze soğan, bir orta boy mor havuç, 4 küçük yumurta, 3 tepeleme kaşık mısır unu, bir büyük dilim tulum peyniri, tuz, zeytinyağı. 

nasıl yaptım; iri iri doğranmış ısırgan otlarını tuzladım ve on dakika kadar beklettim. Yumurtaları çırptım ve havucu rendeledim. sonrasında zeytinyağı hariç tüm malzemeyi karıştırdım. tavayı yağladım ve hafifçe ısındıktan sonra ısırgan köftelerini kızarttım. fırın patates ve hünnap turşumla birlikte yedim.

yemeğe dair bazı notlar;

aslında bu bir mücver ve bence pek çok otla ve yeşil yapraklı sebze ile bu tarif yapılabilir.

pazardan aldığım ısırgan gerçekten çok tazeydi. en alt kısmı kestim ve iyice yıkadım. hafifçe ellerimi yaktı ama çok geçici bir şeydi bu…

ısırganın tadını bastırmamak için baharat ve nane, dereotu gibi farklı bir yeşillik kullanmamayı tercih ettim…

tulum peyniri olmak zorunda değil ama hafif kekremsi, keskin tatlı bir peynir daha iyi bir seçenek olur diye düşünüyorum. yani taze kaşar kesinlikle doğru peynir değil.

gugullarsanız göreceksiniz, derin yağda kızartma olarak yapılıyor bu tarif. ben bütün mücverlerimi yıllardır kullandığım pancake tavamda hafifçe yağlayarak yapıyorum; çok az değil belki ama makul bir yağ miktarı ile.

***

dalgan köftesi bir aydın yemeği. o zaman bir aydın türküsü dinlemek lazım değil mi? ilkokul öğretmenim gülseren hanım’dan öğrendiğim ve bugün hala ezbere bildiğim bir türkü geliyor şimdi. hem de çocukluğumun bir sesinden.

hasan mutlucan söylüyor

yörük ali zeybeği yani şu dalmadan geçtin mi?

bu türküyü bağıra bağıra söylemeye bayılırdım.

“317. Kulaklarım kuyu, gözlerim saat.”

anita sezgener, nabız kayıt

akbank sanat’ta “şehrin gürültüsü’nde günce”başlıklı bir söyleşiye katıldım… şu sıralar peşine düştüğüm güncelerim, gürültü meselesinin “dayanılmaz cazibesi” ve elbette sevgili anita’yı dokunabileceğim bir uzaklıkta dinlenme fırsatı bu söyleşiye gitme nedenlerimdi. konuşulanların ayrıntısına girmeden, söyleşinin bir anlamda yörüngesinde dönerken hissettiklerime ve çağrıştırdıklarına dair olacak yazdıklarım… 

söyleşide konuklara ilk soru “hiç günce yazdınız mı?” oldu. benim yanıtım netti; “evet on yedi yaşında başlamışım, farkında bile değildim, yeni fark ettim” dedim içimden… ve tekrar “neden bunu yapmaya başladım ve kısmen neden yapıyorum” dedim kendime bir kez daha… kendimi duymak için sanırım; gürültüyü bastırarak kendimi duymak için… 

söyleşide biraz “yabancı” hissettim ortama; uzun bir süredir böyle bir etkinliğin içinde olmadığım için muhtemelen ama biraz da dinleyici profili olarak “farklı” olduğumdan sanırım… farklı mıydım gerçekten

söyleşi, küratörlüğünü canberk akçal’ın üstlendiği “şehrin gürültüsü nasıl değişmekte?” serisindendi ve yöneten akçal levent’te ziyaret için gittiği bir iş merkezinde beklerken ve o esnada şiir okurken orada ondan başka kimsenin şiir okumadığını hissettiğini/düşündüğünü söyledi… öyle değildir dememek için kendimi zor tuttum; ve “aslında her birimiz kendi habitatlarımızda yarattığımız gürültünün içinde, başka habitatlara yabancılaşıyoruz” demek istedim. bilgisayarının veya telefonunun ekranından bir şiire kaçamak da olsa bir bakış atan ve hatta çantasında minik bir şiir kitabı taşıyan vardır diye düşünüyorum çünkü… levent’te bir iş merkezinde olmasa dahi yıllarca olduğum ortamlarda böylesi deneyimleri yaşadım çünkü…

anita “hayvan sesleri benim için gürültü değil” dedi… bu cümle beni inanılmaz bir anıya götürdü… yıllar yıllar önce yârim a., tayfun pirselimoğlu’nun yazıp ve yeşim ustaoğlu’nun yönettiği iz filminde çalışmıştı. onu ziyaret etmek için istanbul’a geldiğimde beyoğlu’nda büyük londra oteli’nde kalmıştık. huzursuz bir gece geçirmiştim ve uykuyla uyanıklık arasında bütün gece bir delinin sokaklarda çığlık atarak dolaştığına karar vermiştim. sabah a.’ya bundan söz ettiğimde çok gülmüştü; duyduğum sesler martıların sesleriydi çünkü… bir deniz kentinde doğan ve büyüyen ben, martıların sesine yabancıydım; antalya’da neredeyse hiç martı yoktu çünkü. yıllardır istanbul’da yaşıyoruz ve sabahları martıların çığlıkları ve kargaların bağırtılarıyla uyanmak normalimiz. ve anita haklı; bu bir gürültü değil… 

dönüşte kulaklığı takıp, şehrin gürültüsüne kendimi tamamen kapatıp spotify’daki müzik listelerimden birini dinledim…bunu yapmayı çok seviyorum; hayat birden gerçeklikten kopuyor, bir ekrana ve o ekrandan yansıyan sessiz bir filme dönüşüyor; sadece müziğin eşlik ettiği bir filme… marmaray’da ayrılık çeşmesi’nde durduğumuzda karşımdaki kapı açıldı ve yaşlı bir adam, eski, ahşap kolçaklı bir koltukla trene bindi. açılan kapının tam karşısındaki kapıya dayanmış kitap okuyordum. hemen yan tarafıma koltuğu yerleştirdi ve oturdu. sanki evde, bir pencerenin karşısına yerleştirilmiş koltukta hayatın bütün ağırlığının altında eziliyor gibi oturuyordu; omuzlar çökük, eller dizlerinde birleştirilmiş ve tuhaf bir hüzünle… muhtemelen sadece onca yaşın ve yılın verdiği bir görüntüydü bu hissedişime neden olan… trenin hiç durmayacağını ve onun öylece oturmaya devam edeceğini hayal ediyordum inerken… (24 şubat, 8.30)

***

yılında başında, 2024’te daha çok şiir okumalıyım demiştim; buna bir süre önce günceler de eklendi. şu sıralar salah birsel’in 1950 yılında yazdığı günlüğünü okuyorum… benim için çok kıymetli bir kitap bu, ilk baskısı ve sâlah birsel imzalı… sevgili yarim a. 13 haziran 92’de istanbul’da bir sahaftan almıştı…

21 mayıs 1950’den bir alıntıyı noktasına virgülüne dokunmadan buraya bırakıyorum;

Bugün karar veriyorum:

Artık heyecanları, kalbimi tıkayan çarpıntıları bir yana itelemeli, yeniden yazılarıma dönmeliyim.

Bu gönlümün yanaşmadığı bir düşüncedir. Ama hatırlanması bile, beni, üzüntüler üzüntüsüne sürükliyen birtakım olaylardan sonra gene de bu yolu tutmamak ömrüm boyunca yapmaktan kendimi alıkoyamadığım bönlüklere bir tanesini daha katmak olurdu. Şu şimdiki anda bile bunu tamamen imkânsız kıldığımı söyleyemem. Doğrusu iki yılı tutan günler içinde bellediklerimi bana hiçbir bilim kitabı veremezdi.

Öğrendim. Ama bu hiç de ucuza mal olmadı.

Şu hâlde gene yazılarıma, gene güneşin ayak basmadığı o yapmacık ülkeme dönüyorum.

Masamın üzerinde defterim; pırıl, pırıl yontulmuş kalemim duruyor.

Az sonra Ahmet Muhip’in, Behçet Necatigil’in bir şiirine dalar, bulutlara doğru uçmağa başlarım. Hele, çoktandır güzelliklerini unuttuğum, o akıl ve sağduyu gücümün topraklarına yeniden ulaşabilirsem, keyfime hiçbir türlü sınır yok demektir.

Haydi iş başına!

Hayattan başka bir hayat beni bekliyor.”

ne yaşadıysa artık!  (25 şubat, 15.30)

***

geçmişin parçalarının bambaşka bir kompozisyonda birleştiği bir rüya gördüm bu gece. 

antalya’da çocukluğumun evimdeyim. yalnızım.  ama evde biri var, hissediyorum. banyoya gidiyorum… eskiden banyo kazanı dediğimiz sobanın yerindeki çamaşır makinesi kaymış, altında is gibi bir kirlilik var… ürkerek hole çıkıyorum… kocaman, siyah bir adam var evde… çok kendinde değil… sanki sayıklıyor… üzerinde eski yavru ağzı renginde solmuş bir tişört var… yalınayak… kocaman, gerçekten kocaman bir adam, evin tavanına değiyor nerdeyse başı… onu kocaman göbeğinden, sırtından, ite, ite kapıya yaklaştırıyorum… ve evin dışına apartmanın merdiven boşluğuna itiyorum…

kapıyı kapattığımda uyandım… şimdi düşününce parçalar birleşiyor… çocukluğumun karanlık korkusunun kaynaklarından birisi olan müzedeki hayaletin, müzedeki hayalet (belphégor ou le fantôme du louvre)’in izleri var bu rüyada. hayaletin hep banyo kazanının arkasından çıkacağını düşünürdüm, evde yalnız olduğumda… o kocaman siyah adamsa babamın çalıştığı ve arap memed sanırım. onu bir kez gördüm ve üzerinde turuncu bir tişört olduğu hatırlıyorum… iri bir adamdı ve babam çok güçlü olduğunu, her şeyi kolayca taşıdığını anlatırdı… antalya’da yaşayan afrika kökenli türkler’dendi muhtemelen; arap olmayı aşan bir siyahlığı vardı çünkü…

hafıza tuhaf bir şey; neyi ne zaman ortaya çıkaracağı bir muamma… (26 şubat, 7.20)

***

bir süredir çevremizde sürekli kayıplar yaşanıyor… son birkaç hafta içinde iki cenaze törenine katıldım ve dün bir ölüm haberi daha aldım… bugünse babamın ölüm yıldönümü. annemle, yapacağı irmik helvasının planını yaptık sabah… komşulara dağıtacağız… yalnız olsam yapmayacağım bir şey ama belki de yapmalıyım kimbilir! 

şehrin gürültüsü’nde günce söyleşisinden bu yana sevgili anita’nın nabız kayıt kitabı hep yanımda… uykusuz gecelerime eşlik etmiş bir kitaptır bu. babam için son söz olarak kitaptan bir alıntı bırakacağım.

ne kadar büyüsek de ve ne kadar ihtiyacımız kalmasa da bir yanımız babamızdan bir beklenti içinde… öyle belletildiğinden muhtemelen… (5 şubat, 8.30)

“144. Rüyamda babama diyorum kapı parça parça  sunta döküldü dökülecek yıkıldı yıkılacak değiştirelim sağlam kapı koyalım.”

***

yağmura ihtiyacım var diyerek spotify‘dan şahane bir liste bırakacağım buraya;

*imajın kaynağı için tıklayınız.

“… Yeah, I’m wrapped around, and around
And around on your finger now (Ooh, ooh, ooh)
You got me wrapped around, and around
And around on your finger now (Ooh, ooh)
I’ma be right down
…”

hissediyorum… dün pazarda hafifçe kendimi kaybetmiş olabilirim. çok fazla şey almışım; dönüş yolunda çekiştirdiğim pazar arabam bütün yükünü boynuma ve dizlerime verdi! eve gelince alınanları yerleştirdim ve geçen haftadan kalan lahanayla kendi alternatif kapuskalarımdan birini yaptım. yeşil mercimekli, bol soğanlı, havuçlu, kuru domatesli, sarımsaklı, limon kabuğu rendeli ve hafif acı “kapuskam” şahane olmuştu. ada’nın dediği gibi kapuskanın adı yanlış, lahana yemeği daha uygun bir isim onu için. kapuska sözcüğü, burada yazmamam gereken başka hisler uyandırıyor insanda…

sonrasında akşam yemeği bulaşıkları, mutfağın temizliği derken çok yoruldum; allahtan yeşilliklerle annem ilgilendi yine…

bahar kendini yavaş yavaş hissettirmeye başlamış pazarda, yılın ilk sultani bezelyesini gördüm ama almadım; kaz ayağını görünce ise dayanamadım. bu akşam onu pişireceğim; muhtemelen radyo aşdamı’na, bir tarif çıkar…

***

az önce ada’yı geçirdim. kahvaltısı için sandviç yaptım, öğle yemeği içinse dün akşam lahana yemeğinin yanına yaptığım makarnaya eşlik etsin diye birkaç nugget kızartım. onu geçirip, kendime bir kahve demledim ve masama geçtim. şu sıralar genel olarak masama geçtiğimde tracy chapman şarkıları dinlemeye başlıyorum. bir kaç hafta önce yıllardan sonra yeniden sahneye çıktığı bir video yayınlandı; nasıl güzel yaşlanmış ne hala nasıl güzel şarkı söylüyor. buraya şarkıyı bırakıyorum; tracy chapman’a fast car‘ı yeniden düzenleyene luke combs eşlik ediyor.

***

şu sıralar, sabahın erken saatlerinde kahvemi alıp masama oturduğumda eski günlüklerimi okuyorum… “bu günlükleri ne yapmalıyım?” diye kocaman bir soru işareti var kafamda. geriye bırakmamaya karar verdim ama tamamen yok etme fikri de canımı acıtıyor. günlük tutmak uzun yıllardır yaptığım bir şey, kendimi yazarak ifade etme kaygısının bir sonucu sanırım; aslına bakılırsa buraya yazmaktan da farklı bir şey değil. yukarıdaki fotoğrafta soldaki defter ilk günlüğüm, ortadaki küçük olan da şu anda tuttuğum.

22 nisan 1985 yılında tutmaya başladığım günlüğümün ilk sayfasına bir kartpostal yapıştırmışım. kartpostal’ın üzerindeki resimde ve sözde atanur doğan imzası var. sözler ona ait değil, kime ait acaba diye gugulladığımda karşıma bambaşka isimler çıktı; nazım ve titus maccius plautus en önemli olanları… aşağıda verdiğim bu sözlere gençliğimin en erken evrelerinde çok fazla anlam yüklediğimi hatırlıyorum… oysa şimdi hiç bir şey ifade etmiyor…

yaşadığım hiç bir şeyden / pişman değilim / öfkem yaşayamadıklarıma

günlüğümün ilk sayfasının ilk paragrafı şöyle;

Neden insanlar bu kadar kötü. Oysa ben hep iyi şeyler düşünmeye çalışırım. Doğal olarak her zaman değil elbette… Fakat bu zamanlarda bile aklıma kötü şeyler getirmemeye çalışırım… Neden yapmak istediğim şeyleri başka insanların anlamsız düşüncelerine göre yönlendireyim. Bunlar beni bıktırıyor… Dünyayı tanıdıkça mutluluğum gitgide azalıyor…” (22 Nisan 1985, Antalya/22.35)

on yedi yaşın karmaşasıyla başlanan bir defter bu anlaşılan… o hiç bitmeyecek olan karmaşanın keşfinin başlangıcı… sıfır noktası… diyerek susayım ve o günlerde döne döne, elbette kasetten, dinlediğim bir şarkıyı çalayım.

the police

wrapped around your finger

diyor.

“Antonio Machado’nun şiirinde söylediğine bakarsan, yol yoktur, yürürken oluşur yol…” 

 İsabel Allande, Violeta

üzerimize üzerimize geliyor. kendimi bundan korumak için bazı “tedbirler” almaya başladım. bu tedbirlerden biri uzun süredir ihmal ettiğim farklı müzikleri dinleme pratiği! çalışma ritmimi bozmayacak alternatif müzik listeleri dinliyorum bu günlerde; bazen spotify’ın benim için hazırladığı listeler oluyor bunlar bazen de takip ettiğim bazı kişilerin listeleri…

bugün bilim insanı çağhan kızıl‘ın dusk başlıklı ortaya karışık şahane bir listesiyle kronik hepatit B infeksiyonu ile ilgili bir makaleyi okuyorum ve düzeltmelerini yapıyorum (15 şubat, 10.30).

şimdi dinlediğim şarkıyı çalmasam olmazdı diyerek şuraya bırakayım.

maria dolores pradera ve raphael birlikte söylüyorlar;

gracias a la vida.

***

tuhaf rüyalar görüyorum şu sıralar, huzursuz bir uyanıklığın ardından uykuya teslim olan bedenimin ve zihnimin yarattığı rüyalar bunlar muhtemelen; gerçeklerle kaygılar birbirine karışıyor…

bir kaç gün önce çok karanlık ve eski haberci rüyalarıma benzeyen rüyalar gördüm. anneme sadece “çok kötü rüyalar gördüm ama anlatmak istemiyorum” dediğimde, “hayrolsun, suya anlat” dedi… banyo yaptım ve gerçekten sessizce suya bütün kötü gerçekleşme olasılıklarını alıp götürmesini dileyerek rüyamı anlattım.

dün gece dağınık bir yurt odasındaydım, dağınık olmanın ötesinde pisti de… sonra eşyaların yığılı olduğu sıkışık bir asansörde…

saat altıda kalktım; bu rüyaları düşünerek ada’nın öğle yemeğini paketledim ve ona fıstıklı, muzlu ve reçelli bir sandviç hazırladım kahvaltı için. ona yaptığım kahveden bir fincan da kendime aldım ve bunları yazıyorum. bana eşlik melodilerse inanılmaz sesleri olan siyah soprano kadınlardan; spotify’da bulduğum black soprano magic başlıklı nefis bir liste bu. buraya da bir parça bırakıyorum (16 şubat, 6.45).

purcell‘in dido ve aeneas‘ından nefis bir parçayı jessye norman söylüyor;

thy hand belinda, when I am laid in earth.

***

ada çıktı az önce… kulaklığımı taktım ve listede kalan ilk parçayı açtım. the meltdown

better days‘i söylüyor.

uyku yetmedi, hala yorgunum; bedenim ve zihnim başını sonunu kaçırdığım haftasonunu hala sindirmeye çalışıyor… cumartesi günü öğle saatlerinde kadıköy’den bandırma feribotuna bindiğimizde planımız bambaşkaydı hafta sonu için. akşama doğru, erdek ocaklar’ın sahildeki mahallelerinden biri olan hedefimize vardığımız anda karşılaştığımız durum her şeyi değiştirdi. yeni duruma uyum sağladık ve pazar sabahı, sazlı’ya zeytinliğe gitmeyi planlarken, pazar öğleden sonrası için feribottan dönüş biletlerimizi aldık. dün sabah saatlerinde yaptığımız yürüyüşte, ben doğanın detaylarını yakalamaya çalışırken, a. gezimizin zorthiso (zort hüseyin)’nun morhamam ziyaretine benzediğini söyledi ve dedesinin anlattığı hikayeyi anlattı bana.

ağası, zorthiso’ya yarın morhamam’a gideceksin demiş. morhamam malatya arguvan’a bağlı bir köy. zorthiso ertesi gün kalkmış, morhamam’a gitmiş, dönmüş ve ağası’na gidip “gittim, geldim” ağam demiş. hikayenin gerisi malum, yapılacak bir iş varken sadece morhamam’a gidip dönmekle kalan zorthiso’nun sonu iyi olmamıştır muhakkak!

gidiş ve dönüşte feribotta isabel allande’nin yeni çıkan romanı violeta’yı okudum ve bitirdim. çok keyifli bir romandı; özlemişim isabel’in o tarifsiz gevezeliğini. bir şekilde bu romanla uzun bir aradan sonra chavela vargas’a geri dönmüştüm. haftasonu onun sarıp sarmalayan sesi bana çok iyi geldi. son şarkımız ondan olsun (19 şubat, 6.40);

la llarona

diyoruz.

fotoğraf dünden; erdek ocaklar ilhanlı mahallesi sahili…

niko: Bu ağaç senin arkadaşın mı?

hirayama: Öyle, benim arkadaşım o ağaç.

yeni bir ağaç bulmalıyım derken karşıma çıktı bu film… çocukluğumdan beri bir şekilde bağ kurduğum ağaçlar oldu hep; şu anda bağım olduğunu hissettiğim ağaç tam çalışma masamın karşısındaki kurtbağrı; dokunma ve altında oturma şansım yok maalesef. serçelerimin mekanı bu ağaç; yağmurdan kaçıp sığındıkları, cıvıldayarak oyunlar oynadıkları ve benim yemeklerini vermemi bekledikleri yer…

bağ kurduğum diğer ağaçlardan söz etmeden önce filmi anlatayım biraz!

wim wenders, nippon vakfı tarafından desteklenen tokyo tuvalet projesi kapsamında yapılan 17 tuvalet için yapımcı  koji yanai tarafından tokyo’ya davet ediliyor. aslında bu tuvaletlerle ilgili bir kısa film veya kısa filmler dizisi yapması beklenirken, wenders senarist takuma takasaki ile birlikte uzun metrajlı bir film yapmayı tercih ediyor ve ortaya perfect days çıkıyor…

merak edenler için tokyo tuvalet projesi’ni anlatan bir bağlantı bırakıyorum; lütfen tıklayınız!

filmi çok sevmemin ötesinde ana karakter olan hirayama’yı bazı açılardan ruh ikizim gibi hissettim. neden derseniz; bir ağaçla kurduğu bağdan ve onu arkadaşı gibi hissetmesinden, tekrar tekrar aynı ağacın fotoğrafını çekmesinden, yaptığı şeyin ne olduğundan bağımsız bir şekilde aynı titizlik ve özenle ve bir rutin içinde o şeyi yapmasından ve elbette doğaya gülümsemesinden… ve itiraf edeyim hirayama’nın neredeyse sözsüz ve sadece tepki vermeye dayanan hayat performansına ve uzun sessizliklerine kendimi çok yakın hissettim… 

içinde olduğumuz hayatta artık bir şeyleri ve detayları fark edebilmemiz için uzun sessizliklere ihtiyacımız var; bunu biliyorum. pek çok dikkat dağıtıcı şeyle bir hengamenin içinde yaşıyoruz ve büyük bir gürültünün eşlik ettiği görsel bombardımanı altındayız! bizi sağırlaştıran ve körleştiren bir bombardıman bu…

hirayama da o sessizliğin içinde gölgeleri, bir oyun arkadaşını, hemen herkesin görmezden gelmeye çalıştığı evsiz bir meczubu görüyor, hissediyor…

bu dünyada ve fakat bu dünyada olmadan, bu dünyanın gölgelerinin peşindeki bu adamı sevdim, hem de çok sevdim…

niko: … annem senin ve bizim farklı dünyalarda yaşadığımızı söyledi.

hirayama: muhtemelen doğru.

niko: öyle mi?

hirayama: bu dünya birden fazla dünyayı içinde barındırıyor. bazıları birbiriyle bağlantılı, bazıları ise değil. benim dünyam ve annenin dünyası oldukça farklı.

niko: peki benim dünyam, ben hangi dünyadayım?…”

***

filmle ilgili time dergisinde çıkan bir yazıya denk geldim… buraya serbest bir çeviri yaparak bir bölüm ekliyorum:

“… Mükemmel Günler’in pek de sır olmayan sırrı, her günün kendine has bir dokusu olmasına rağmen aslında hiçbir günün mükemmel olmamasıdır. Yaprakların gökyüzüne karşı deseni hiçbir zaman aynı olmaz çünkü havanın rengi hava durumuna ve mevsimlere göre değişir. Bazı günler, ve muhtemelen sıklıkla, Hirayama’nın iş arkadaşı Takashi geç gelmektedir – ve sonra bir gün haber vermeden istifa eder ve biz de Hirayama’nın yüzündeki öfkeyi görürüz. O ne bir azizdir,  ne de saf biri

Belki de fikir şu; bir şarkıya, bir filme, rastgele bir güne rahat bir son ararken yanlış şeyi arıyoruz. Adını Lou Reed’in yazdığı en güzel şarkılardan birinden alan filmin konusu da bu. Günlük yaşamda anlam arıyoruz ama aslında her bir günün yaşamın anlamı olduğunu farketmiyoruz.” 

***

burada susuyorum; ağaçlarım hakkında ise daha sonra yazmaya karar verdim…

elbette lou reed‘den dinliyoruz

perfect day

bu arada filmin şahane bir soundtrack’i var elbette. kusursuz bir liste; onu da buraya bırakayım…

1 2 3 4 5 43

kategoriler