... Despite the fact we’ve shared so much
My friend we’re losing touch
We know that’s how it goes and such
Still it’s sad we’re losing touch…

– michelle gurevich

bir ay önce yazmışım en son. çok kısa süren emekliliğimin ardından yeniden çalışmaya başladığımı biliyorsunuz. zihnim büyük ölçüde bununla meşgul; nispeten yeni bir dilin, yeni bir evrenin içindeyim artık.

bu uyum sağlama süreci biraz daha sürecek

diğer yanda hepten bataklığa dönmüş bir gündemin içinde aklımız ve duygularımız gibi sözcüklerimiz de esir alınmış durumda; ne söylesek, ne yorum dinlesek anlamsız, yetersiz ve boş hissettiriyor. daha nereye kadar bu yitik zaman sürecek bilmiyorum…

pandeminin yarattığı belirsiz ve muğlak atmosferin içinde ruh emiciler, olan biten her şeye paralel ve sessiz kalarak kendi gerçekliklerini yeniden yarattılar ve varlıklarını adeta normalleştirdiler sanki…

ve bütün bunların içinde ortaya çıkan bir mafyöz yeni gerçekliğin baş aktörü haline geldi ve hemen herkesi esir aldı; bir sonraki saçmalığa kadar….

bu ortamda bizim yerimize güzel marmara kustu bütün içindekileri ve hüzünlü bir denize döndü artık… sabahları sahilden değil caddeden yürüyorum bu yüzden… bakamıyorum, içim acıyor…

***

iki gündür evde çalışıyorum… şimdi arkada bu şarkı çalmaya başlayınca “çalmasam olmaz” dedim.

evet michelle gurevic‘e gitarla gustavo lopez retamal eşlik ediyor ve

losing touch

diyorlar.

“... Ateş suda yanar mı? Yanar belki bir ihtimal
Toprak basmak için değil, ona geri dönebilecek miyim?…

ve büyük ev ablukada dinlemeye devam ederek evin yakınlarında uzun bir yürüyüş yaptım. sonrasında en yakın kitapçıda aradığım kitabı buldum ve sahilde yaseminli yeşil çayımla birlikte hazırladığım rokalı yumurtalı avokadolu sandviç eşliğinde denize karşı şiir okudum…

döndüğümde ada ile mutfakta uzun uzun konuştuk; daha doğrusu o bana uzun uzun bir şeyler anlattı. böyle nefes almadan konuşmasını çok seviyorum… şimdi odasına çekildi…

ve beklediğim yağmurun hala yağma ihtimali var; inanıyorum

şimdi avazınız çıktığı kadar bağıra bağıra söylemelik bir şarkı çalacağım; bunu yapma şansınız yoksa kulaklığı takın ve sesi açın derim…

evet

hepsine ne fena

diyorum.

“… ağaç bile bile yaprağını döküyor aşağı…”

 küçük iskender, lalenin gömleği

gece yine çok uyanmalı, çok kalabalık rüyalı ve huzursuzdu… bir rüyada, çok gençtim ve abd’ye gidecektim, şu anda evde kullandığımız en büyük valize, yarı karanlık bir odada, elime ne geçirirsem koyuyordum. sonra birden orada geçireceğim günlerin yaz mevsiminde olacağını farkedip, bu kazakları niye götürüyorum diye düşüdüm ve uyandım… bir başka başı sonu olmayan rüyada anneannemin çok sevdiğim ceviz konsolu kayboldu. bana ait yarı loş bir odada duruyorken yok olmuştu; sadece onu benden aldıklarını biliyordum… bir başka rüyada çok eski model bir otomobilin içinde, en az 10 kişiydik ve nasıl sığdığımızı hatırlamıyorum… sadece pencereden dışarıya bakıyor ve içerideki çok gürültülü konuşmalarla ilgilenmiyordum; terracottadan toz bir sarıya evrilen ve hafif loş manzara dışarıda akıyordu… evet bütün rüyalar yarı karanlık ve loştu…

kalktığımda evi toparladım… a’yı geçirdim… çiçekleri suladım… kendi çimlendirdiğim kişniş ve fesleğenlerimi sevdim… kanatlı çocuklarımın biten yemeklerini yeniledim… her zaman olduğu gibi yine bir şeylerin peşinde olan kargaları izledim… ve kendime, takip ettiğim asyalı genç kadınların yaptığı gibi neşeli bir kahvaltı hazırladım: çok tahıllı bir ekmeğin üzerinde çok az peynir ve bol yeşillikle yapılmış bir yumurtasız kanepe, yanına biraz domates ve minik bir kasede taze çilekli, badem sütlü yulaf gevreği. yemeden önce kullandığım uygulamaya hepsini kaydettim; toplam 290 kalori.

kahvaltı yaparken birhan keskin’in gonca özmen ve oğulcan kütük’le birlikte küçük iskender için okudukları lalenin gömleği şiirini instagramdan dinledim. videodaki güneşli, ağaçlı toprak yol rüyalarımdan çıkış gibiydi…

ve bugün küçük iskender’e doğum günü hediyesi olarak kendime mayıs giremez kitabını almaya karar verdim. umarım bulabilirim…

şimdi ev kahve kokuyor. kanatlı serçe çocuklarım çıtır çıtır sesler çıkararak yemeklerini yiyor, kumrularım ortada yok. bir çim biçme makinesinin sesi etrafa yayılmış durumda…

dışarıda hafif puslu bir hava var. lütfen böyle kalsın; hatta biraz yağmur yağsın… hiç bir zaman masmavi bir gökyüzünde cayır cayır yanan güneş insanı olmadım… olmadım mı gerçekten? neyse bu bahsi geçelim…

birazdan hazırlanıp çıkacağım… nereye bilmiyorum şu an. bildiğim bir kitap arayacağım. ama gitmeden bir şarkı bırakmak lazım buraya.

büyük ev ablukada söylüyor

evren bozması

… Durmadan rüyama girenler
Ormanda ekmek kırıntısı
Gündüz gürültüsü, aşkın avuntusu
Bu kimin sıkıntısı
Benim mi bütün kurduğum hayaller…

itibaren yeniden çalışmaya başladım. şu saçma sapan kapanma döneminde, evin tatlı ve sakin rehaveti içinde zihnimin kendini rölantiye almaya başladığını farkettim ve ürktüm. yeni bir şey öğrenemeyecekmişim gibi hissetmeye başladım mesela; tuhaftı.

yeni hayat “resmi” olarak başladı yani… sabahları idealtepe’den caddebostan’daki ofise kadar yürüyorum. bilenler bilir, uzun ve keyifli bir yol bu. fotoğraf sabahtan. her gün ofise gelmeyeceğim muhtemelen. bazı günler evden çalışırım. burada yapacağım işleri ve kafayı biraz toparladıktan sonra da kendi yapmak istediğim şeyleri umarım hayata geçirebilirim.

sabah yol boyunca caz dinledim. şimdi de uzun bir aradan sonra

mulatu astatke dinliyorum. çok özlemişim… size de

cha cha

gelsin.

rüyadan kaçınca

aether bulur

mavinin kıyısındaki seni

z.

dörde doğru uyanıyorum… ama bu gece, mad mikkelsen’ın oynadığı bir filmde kızına söylediği gibi 500’den geriye saymaya başlayarak uykuya parçalı da olsa geri dönebildim…

her uyuyup uyandığımda geriye rüyalarımın bir anı, küçük bir parçası, sıkışıp kaldığım bir düşüncenin dönüp durması hali kaldı. bir rüyada büyük bir marketin kutular yığılı çıkışından kendimi dışarı atmaya çalışırken, diğerinde aslında kalmak istemediğimiz bir otelin civarında nerelere gidebiliriz diye planlar yapıyordum. bir başka rüyada asansörde basınç kontrollü ve içine sadece benim girebileceğim saydam bir tüpte aşağıya iniyordum; aynı rüyada gri metalik dev bir kuşun bazı çocukları kurtardığını öğrenmiştim. uyandığımda onun minik kuş olduğunu düşündüm ve sabah kalktığımda minik kuşu gugullayınca karşıma bu capsler çıktı.

evet gördüğüm bütün rüyalarda bir sıkışma hali, bir gitme ve kurtulma isteği olduğu muhakkak. niye diye sormaya gerek yok sanırım. bir yılı aşkın süredir dünyanın içinde olduğu pandemi süreci bir yana memleketin her geçen gün bir öncekini aratan deli saçması gündemi başka bir his bırakmadı bizlerde.

yedi gibi kalktım, qigong çalıştım, uyandırmaya çalıştığım tohumlarımı kontrol ettim ve pencerenin önünde uzun uzun yeni başlayan günü dinledim. gökyüzü bir haiku güzelliğindeydi; içimde nefis bir no clear mind melodisi olan

dream is destiny çalmaya başladı.

mahallenin sokak aralarında yürüyüş yapmaktan sıkılıp bu sabah 6.30’da sahile inip yürüdüm. sadece ben, kargalar, martılar, uzaktan gördüğüm parka bakım yapan iki belediye çalışanı ve bir kedi ile karşılaştım; kimseler yoktu… o tenhalıktan hem biraz ürktüm hem de çok keyif aldım… fotoğraf sabahtan; inanılmaz güzel bir ışık vardı.

yürüyüş müziklerim DeVotchKa‘dandı. bir şarkıyı buraya bırakmalıyım elbette. hadi head honcho‘yu dinleyelim.

sonrasında eve gelip salonu toparladım, kendime bir kahve yaptım ve akşam uyuyakaldığım dizinin son bölümünü izledim; bir danimarka polisiyesi olan the investigation. 2017 yılında işlenen bir cinayetin gerçek hikayesi. sanığı hiç görmeden izlenen bu polisiye tahmin edeceğiniz gibi duygusal olarak sert bir dizi; hikayenin kendisi bir yana coğrafyadan ve kuzey avrupa kültüründen kaynaklanan bir sertlik bu! hikayeye dair bir spoiler içermediğini düşündüğüm için dedektifle savcı arasında geçen bir konuşmayı buraya yazacağım:

dedektif: “… kaç tane cinayet davasında çalıştığımı biliyor musun? 138. ama hiç böyle bir davada çalışmamıştım… danimarka’da her yıl 50 cinayet işleniyor değil mi?

savcı: “evet yaklaşık olarak.

dedektif: “çok düşük bir sayı ama bana hiç öyle gelmiyor. çünkü hepsini biliyoruz.

savcı: “belki daha da medeni oldukça karanlığa bakmaya daha çok ihtiyaç duyuyoruzdur.

pencerenin önüne koyduğum bulgur tanelerine gelen serçelerin ve kumruların kanat çırpışları, yeme çıtırtıları arasında, mutfak masasında bunları yazıyorum. pencere açık ve tatlı bir sabah serinliği var. karanlığa bakmanın her halini düşünmekten kendimi alamıyorum… herkes iyiki uyuyor (8.30)

***

kahvaltı sonrası mutfağı toparladım. hepimiz evde olduğumuz için ev daha çabuk kirleniyor ve ben “boşluktan” yerdeki her şeye ve toza çok fazla takılıyorum… kalben‘in şarkısı içimde çalıp duruyor. (10.30)

***

gün içinde evde sesler bazen çok yükseliyor… bunlar neşeli sesler de olabiliyor gerginlikler de. bu sefer neşeli bir bağrış çağrış seansının ardından şu anda çocuklar odalarına çekildiler, a. salonda bitmeyen iş konuşmalarından birini daha yapmaya başladı. ben çalışma masamdayım ve etta james dinliyorum. geçenlerde mutfakta iş yaparken gündeme dair haber ve videoları dinlemekten vazgeçip müzik dinlemeye karar verdiğimde dinlediğim etta James‘e geri döndüm…

size de bir tane gelsin; at last elbette. (16.11)

“… But life is coming back to me
One winning ticket is all you need
And all falls in place suddenly
Remember, one winning ticket is all you
…”

yeniden bir hayat kurmaya çalışıyorum; yeni ritimlerden, yeni rutinlerden, eskiden yapılan her şeyin başka bir döngü içinde yerini almaya çalışmasından, biçimini değiştirmesinden oluşan bir araf hali bu!

çok iyi bildiğimi yeniden, yeni bir şey gibi öğrenmeye çalışırken, geçen hayatın içinde kaybettiğim kendimle birlikte, yeni bir ben yaratma çabası adeta… yavaşça oluyor, hissediyorum…

bu uzun sessizliğin nedeni buydu; sanırım ne diyeceğimi pek bilmiyordum…

***

sabahları 5.25’de değil ama en geç 6.30 gibi kalkıyorum… yeniden qigong çalışmaya başladım. evde bile kalsam, her gün hafif bir makyaj yapmayı sürdürüyorum; bunu yapmak hoşuma gidiyor… kampüsteki kısa mesafe yürüyüşlerinin yerini caddebostan idealtepe sahil hattında uzun yürüyüşler almıştı. ama malum kapandık. şimdi mahalle arasında yürümeye devam edeceğim.

evi saran ağaçların ve doğanın uyanma halini izliyorum. bolca kanat çırpıntısı var etrafımızda. anne baba olmaya karar veren iki kumru, aysel ve nejat, bunu bizim penceremizin önünde yapmayı başaramadılar. yumurtalarını kaybettiler ve yeniden denediler ama olmadı. umarım başka bir yerde güvenli bir alan bulmuşlardır. şu anda bazen ikisi, bazen tek tek gelip mutfak penceresi önünde serçeler ile birlikte onlara koyduğun bulgurla karınlarını doyuruyorlar… yemek kalmadıysa içeriye dik dik bakan kumrular ve serçeler var hayatımızda ve bolca kanat çırpıntısı sesi elbette…

***

bu süreçte kendimi mümkün olduğunca her türlü ekrandan uzak tutmaya çalıştım… bu aşamada “tehlikeli” bir şeydi benim için çünkü… bu gündemle, içinde olduğumuz dünyanın ruh haliyle, ekrana hapsolmak çok mümkün… bunu istemiyorum…

***

ama artık buraya daha sık geleceğime ve hala blog yazan arkadaşlarıma uğrayacağıma söz veriyorum.

bu yeni hayatın ilk şarkısı

michelle gurevich‘den life is coming back to me olsun.

And in your soul
They poked a million holes
But you never let them show
Come on, it’s time to go

2006 yılında bir buhran döneminde ve elime geçen zengin bir mp3 arşivi sayesinde 7 kişilik bir arkadaş grubuna e-posta mesajlarıyla bu kampüste başladı. her nefes darlığında dışarı koştum ve kendimi doğaya bıraktım… bu manzara, orman, geyikler, alakargalar, yabani tavşanlar, açan çiçekler, sararan yapraklar, kendini yeniden doğuran doğa yoldaşım oldu…

söyleyecek çok şey var ama hepsi “teferruat” gibi geliyor.

gitmeden son bir şarkı çalmak lazım…

DevotcKa‘dan

how it ends

burada geçen 21 yıla gelsin…

bana burası radyo şarampol‘ü gönderdiğinde ne yaptığını çok iyi biliyordu. kitabın beni olduğum yerden alıp erken gençliğin, o kendini keşfetmeye ve hissetmeye başlamanın zorlu ve fakat bir o kadar da heyecanlı yolculuğuna geri götüreceğinin elbette farkındaydı.

üstelik, kitabın “evreni” tam da o kendimi keşfetme ve hissetme yolculuğumun geçtiği coğrafyayı, sokakları, caddeleri, çay bahçelerini, deniz kıyılarını, müzikleri, mekanları, nesneleri, ruh hallerini, narenciye bahçelerinin çiçek ve portakal kokularını veriyordu bana…

uzun bir okuma oldu benim için, neredeyse kitabın tamamını işe gidiş geliş yolunda, serviste okudum. belki de okumanın ötesinde hayatımda ilk kez bir kitaba kendi hikayemi ekledim ve hatta kendi evrenime göre metni düzelttim. şu anda elimde olmadan şarampol’de büyümüş filiz’den çok yenikapı’da büyüyen ve kendini bulmaya çalışan o sessiz ve sakin kızı düşünüyorum. elbette filiz de okuldaki şarampol’lü ve matematiği iyi olan benden iki üç yaş büyük kız olarak kendi hikayesi ve evreniyle benimle…

şimdi burada, kitaba kaçak olarak giren o kızın, z.’nin burası radyo yenikapı çağrışımlarını yazacağım; kısa, kısa ve hafifçe puslu anılar halinde…

***

… annemin mutfağında her zaman bir radyo vardı… ikindileri çalan fasılları, cumartesi günleri dinlediğimiz radyo tiyatrolarını, arkası yarınları hiç unutmadım ama hafızamda tuhaf bir şekilde en çok kalan joseph kessel’ın atlılar adlı romanından uyarlanan arkası yarının cilgılı oldu. o gün bugündür o kitabı okumak isterim. artık vakti geldi sanırım…

… kitapta geçen antalyalı şair metin demirtaş yerine benim o yıllardaki antalyalı şairim abdullah şanal‘dı. ablamın lise edebiyat öğretmeniydi sanırım ve evde onun bir kitabı vardı. ne zaman hatırlamıyorum ama kitabı karıştırdığımda bir dizeye takılıp kalmıştım; hala zihnimde dönen bir dize bu;

“zamanlama yanlışıdır yansıyan düşlerime”

gugullayınca, abdullah şanal‘ı buldum. kitabın arkasındaki pos bıyıklı o genç adam artık bambaşka birisi tabii…

… şimdi yat limanı olarak bilinen eski liman… bir kız çocuğunun balık tutmasının mümkün olmadığı bir yer benim için… niyeyse hafif karanlık, çok temiz olmayan, balık ve nem kokan bir balıkçı mekanıydı orası… bizim günlük yaşamımıza neredeyse hiç dahil olmayan bu limana münci enişteler geldiğinde gezmeye gitmiştik… belki de sonrasında, lise yıllarımda, bütün değişim ve dönüşüm sürecini yakından takip etme ve yaşama şansım olduğu için eski liman sadece siyah beyaz bir fotoğrafın hissiyle kaldı içimde… martılarsa antalya’da neredeyse hiç yoktular ve hala yoklar…

… konyaaltı… obalar… varyanta en yakın olan obalar antalya’lı varlıklı ailelerinin yazlarını geçirdiği düzgün yapılardı… annemin kuzeninin oradaki obasına gittiğimizde gördüğüm bir kasa coca cola (burada hafızam beni yanıltıyor olabilir) veya gazoz benim için inanılmaz bir zenginlik göstergesiydi… bizim evimizde değil bir kasa bir şişe bile olmazdı. soğuk içeceklerimiz vişne şurubunun tanesiz kısmının sulandırılmasıyla yapılan vişne şurubu, annemin ezilmiş meyvelerle yaptığı karışık meyve suları veya limonataydı elbette… biz hiç obada kalmadık… ama bir karpuz ve annemin yaptığı zeytinyağlı dolma ve böreklerle nihal teyzelerin yüzme havuzunun daha ilerisine kurdukları derme çatma obalarına çok giderdik…

antalya film festivali bizim çekirdek ailemiz ve komşularımız için inanılmaz şenlikli ve eğlenceli bir şeydi. her yıl gelişini heyecanla karşılar, palmiyeli yolda korteje mutlaka katılırdık… faytonlarla, kocaman üstü açık arabalarla önümüzden geçen ünlülerin gülüşleri ve el sallamalarıyla etrafa yayılan neşe ve mutluluğu hala içimde hissediyorum. bir ünlüyle göz göze gelmek ve onun size gülümsemesi büyük bir olaydı o zamanlar. festivalle başlayan sokak konserleri ve gösterileri, konyaaltı sahilde yapılan kalabalık sünnet töreni konserleri eylül ayının en keyifli etkinlikleriydi. oturduğumuz evin çok yakınlarında ara sokakların birinde kurulan sahnede rüştü asyalı‘nın keloğlan yorumunu hayal meyal hala hatırlıyorum…

… içinde olduğum ailenin ve elbette babamın dünya görüşüyle beraber yetmişli yılların hareketliliği ve seksenlerin karanlığı sola meyletmemin nedeniydi… saray sinemasında sloganlar ve marşlar eşliğinde, ürkerek ve kalbim çarparak izlediğim sürü filmi… topladığım renkli, siyah beyaz çocuk, işçi, köylü fotoğrafları… fabrikada çalışan bir genç kızı anlatmaya çalıştığım ilk öykü denememi bir aile büyüğüyle paylaşmam sonrasında duvara çarpmam ve uzun yıllar yazdığım her şeyi deneyimlemem gerekiyor gibi bir zorunluluk hissetmem; yazmaktan korkmam!… çağlayan lisesindeki bir öğretmenin aynı model ve ördekbaşı yeşil rengindeki arabasıyla karıştırılarak, ziya amcanın apartmanın altındaki arabasına bomba konması ve bir gece patlayan bomba sesiyle uyanmam…. babam iş gezisinde olduğu için annemle yattığım yatağın üzerindeki küçük cam parçalarının parlaklığı, camlardaki çatlaklar, bütün apartmanı saran korku, keder, üzüntü ve göz yaşı… seksen darbesi sonrasında jandarmaların gezdiği boş sokaklardaki bisiklet turlarımız…. en sevdiklerimden biri olan edip akbayram’ın eşkiya dünyaya anam hükümdar olmaz şarkısını ortaokulda bir sınıf etkinliğinde söylemeye çalışırken sesimin titremesi ve sınıftaki gülüşmeler nedeniyle buharlaşıp kaybolmayı istemem… yarın dergisiyle tanışmam… belediye işhanı’nın ikinci katındaki akdeniz kitabevi’nin müdavimi olmam… cumhuriyet kitap kulübü üyeliğimle içten içe duyduğum gurur… cumhuriyet gazetesine gönderdiğim ve yayınlanan yorumum için yaşadığım heyecan ve mutlulukla üniversite yıllarıma geldiğimde dalga geçmem ve hatta biraz utanmam…

… filiz’in gittiği lisedeki öğretmenlerim… kapıda bekleyerek, belde kemerin altına toplanarak kısaltılan etekleri dikişlerinden yırtarak uzatan, sınavlarda yüksek topuklu ayakkabılarıyla sandalyenin üzerine çıkan coğrafya öğretmeni çılgın meloş, çok hızlı konuştuğu için trilom lakaplı bir beyefendi olan edebiyat öğretmenimiz ve divan edebiyatının benim için bir muamma olarak kalması, ortaokul yıllarım boyunca desteklenen ressam olma hayallerimin liseye gelince bunu hobi olarak yapman daha iyi şeklinde telkinlerle yerle bir edilmesi, kendimi dertleşecek kadar yakın hissetmem bir yana beni bir birey olarak ciddiye aldığını hissettiğim ingilizce öğretmenim adil bey, “sanat mı önemlidir bilim mi?” başlıklı münazarada çok acayip bir savunma hazırlayarak, herkes “elbette bilim” diyerek “baştan kaybettiğimizi” söylerken sanat’la kazanmamız ve bu mağlubiyeti kaldıramayan en yakın arkadaşlarımdan birini kaybetmem…

benim için filiz’in ali’si gibi olan altuğ’un bize adalet ağaoğlu‘nun kitabı hadi gidelim‘le gelip, kurşunlu şelalesine gitmemizi istemesine annemin evde komşular olduğu için izin vermemesi ve yaşadığım günlerce süren hayal kırıklığı…

… annemin bize elbise dikeceği zaman, fikir almak için konfeksiyon vitrinlerine yaptığımız turlar… dikiş makinesinin sesi, annemin müşterileri, annemin işleri yetiştirme telaşı… kumaş kokusu, kumaş dokusu, kumaş renkleri, kumaşın üzerine koyarak seçtiğimiz düğmeler ve düğmeleri satın aldığımız küçücük dükkanların kaotik dünyası, kumaşçılarda, raftan seçtiğimiz kumaş toplarının önümüze çok zarif bir el hareketiyle açılması, kendimi her kumaşa hafifçe dokunmaktan alıkoyamamam ve seçtiğimiz kumaşın metreyle ölçülürken ve kesilirken yapılan hareketlerine büyülü hareketlermiş gibi takılı kalmam…

ve o zamanlar arpacı bir kuş gibi olan ruh halimin hala zaman zaman benimle olması ve o kızın hala içimde bir yerlerde saklı kaldığını hissetmem…

***

kitapta belediye işhanı’nın duvarındaki prometheus resminden söz edildiği bölümleri okuduğumda kalbim çarptı… sanki binlerce yıl öncesinden söz ediyordu… ve sanki ben ida’lı ölümsüz bir tanrıça gibi bu hayatı döne döne, bitmeden yaşamaya mahkumdum… ömür dediğimiz meselenin kısalığı fikri uçup gitmişti bir anda… o hayat bitmiş, başka bir hayat yaşanmış, sonra başka bir hayat daha geçip gitmişti belki… kaç farklı hayatın içinden girip çıkmıştım acaba?… kim bilir?…

benim çocukluğumda, 80 öncesi antalyasının efsanevi bir belediye başkanı vardı. niyeyse yıllardır onun artık yaşamıyor olduğundan çok emindim… meğer sadece 1941 doğumluymuş ve hala hayattaymış selahattin tonguç. darbe dönemimde görevinden alınan bu çok kıymetli belediye başkanının antalya’da yarattığı sanat ve sosyal ortamı inanılmazdı. aşağıya prometheus resmini yapan orhan taylan‘la birlikte salt’da 2013 yılında yaptıkları bir söyleşiyi bırakıyorum. bu söyleşi o dönem antalya’da yaratılan çevrenin ne kadar değerli olduğunu eminim size hissettirecektir…

bütün hikayeyi ve 80’de memleketi saran hastalıklı kafayı şu yazıdan da okuyabilirsiniz.

***

başladığımda bu kadar uzun bir yazı olacağını düşünmemiştim doğrusu… üstelik aslında yazacak daha çok şey var. ama bir yerde durmam gerekiyor sanırım…

son söz olarak müzikten söz edeceğim elbette ve benim müzik evrenimde radyonun yerinden…

radyo z elbette kendiliğinden ortaya çıkan bir şey değil annemin genç kızlığında evlerine alınan ilk radyonun, üzerinde danteliyle bizim evimizde yer almasıyla başlayan ve annemin mutfağındaki radyolarla devam eden bu macera, TRT radyo 3’de dinleyip öğrendiğim klasik müziğe ve en önemlisi çok kıymetli şebnem savaşçı & yavuz aydar‘ın memleketin en uzun soluklu radyo programı olan stüdyo fm‘le doruğa ulaştı. bugün bile çok büyük bir keyifle dinlediğim police, neil young ve salif keita gibi müzisyenleri bu şahane iki insanla tanıdım. yakın zamanlara kadar ntv’de, ntv stüdyo olarak program yapmaya devam ediyorlardı; son durumu bilmiyorum… şuradan yayınların podcast’lerine ulaşabilirsiniz.

***

müziğe gelince radyo yenikapı‘nın müzik listesi radyo şarampol’den birazcık farklı aslına bakarsanız. antalya festivali’ne gelen müzisyenlerin şarkılarından, anne babalarımızın piknik repertuarlarına giren türk sanat müziği şarkılarına, siyah beyaz müzikal filmlerin melodilerine, aspendos tiyatrosu ve antalya stadyumunda yapılan konserlere, dandan gazinosu’na ve elbette stüdyo fm’e dayanan bir liste bu; elbette çok küçük bir bölümü ve hızlıca ilk aklıma gelenler… filiz’in listesinde berlin dönemi melodileri de var ama ben ona karşılık gelen odtü yıllarımın melodilerini buraya hiç almayacağım…

önce antalya’lı besteci ismail baha sürelsan‘ın beni hep mutlu eden şarkısı

o yaz günleri en tatlı hayallerle geçti‘sini

nesrin sipahi‘den dinliyoruz.

sonra sizi youtube’da radyo yenikapı’ya alayım.

1 6 7 8 9 10 43

kategoriler