uzun ve yoğun…

“İstanbul bir Babil, bir dünya, bir kaos. – Peki güzel mi?- Fevkalede. – Çirkin mi? – Korkunç derecede. – Beğendin mi? – Büyülendim. – Kalacak mısın? – Nereden bileyim! Başka bir gezegende ne kadar kalacağını kim söyleyebilir?”

– Edmondo de Amicis, Constantinople, 1877

bir haftaydı. pazar günü sazlı’ya giderek ağaçlarımıza ve anemonlara kavuştuk… dönüşte “rüya gibi bir gündü” dedim a.’ya… hala öyle hissediyorum… her şey o kadar hızlı ve yoğundu ki zaman geçtikçe rüya hissi daha da arttı… salı günü bizim mezunlar derneği’nden bir grupla iş bankası’nın resim ve heykel müzesi’ni, meşher’deki göz alabildiğine istanbul: beş asırdan manzaralar sergisini ve casa botter binasını gezdik. istanbul’u seviyorsanız meşher’deki sergiyi mutlaka gezmelisiniz; elbette resim ve heykel müzesi ile birlikte botter binasını da… 

yerel seçimlere sayılı günler var ve beni istanbul’un yeniden akp’ye geçmesi ihtimali mahvediyor… büyükşehir belediyesi son yıllarda istanbul’da pek çok iyi şeyin yanında ibb miras başlığı altında yaptıklarıyla şehirde bizlere vahalar yarattı… akp geldiği takdirde bunları korumak yerine muhtemelen kendi pespayeliğine dönüştürerek yok edecektir! buna şüphe yok…

araya beni yatıran bir hastalık girdi; en son geçen yıl yine bu zamanlarda sanırım covid-19’a yakalanmıştım. hala tam olarak toparlamış değilim!

hafta sonu topluluktan gençler istanbul’a geldiler; cumartesi onların gezisine katıldım ve akşam homer’de birkaç jenerasyon bir arada süper tatlı bir akşam geçirdik… o akşam içilen onca şarabın ardından yapılan konuşmalarda pek çok duygunun, kaygının, heyecanın, merakın bir döngünün içinde kendini farklı formlarda yeniden yarattığını bir kez daha hissettim…

bütün bu olan bitenin arasında bana bir kitap ve bir dizi eşlik etti. Bir yanda a. ile birlikte true detectives’in alaska’da geçen son sezonunu izlerken diğer yanda nastassja martin’in vahşi hayvanlara inanmak kitabı okudum.

hayat denen şeyin kendisiyle, dünyayla kurduğumuz bağı ve varlığımızı sorgulatan bir kitap vahşi hayvanlara inanmak. doğayla kurduğum bağı yeniden anlamaya ve hissetmeye başladığım bu yeni evremde, kabul etmeye zorlandığımız ikilikler üzerine kurulu bir dünya tahayyülünü aşmayla ilgili bu kitabı çok sevdim; sanırım önümüzdeki günlerde döne döne yeniden okuyacağım bir metin olacak… buraya minik tadımlık bir alıntı bırakayım (17 Mart, 7.45);

İlişkisel kalıpların kapsamayı başaramadığı bu deneyim düğümlerinin kesişme noktalarına, bir gölgeyle korunup, bir boşlukla çevrilen yerleri, varlıkları ve olayları düşünmek gerek.” 

***

bugün beyoğlu’nda bir belgesel film gösterimi ve söyleşisine katıldım… şu anda bunun ayrıntısına girmekten çok orada karşılaştığım bir kadınla konuşmamızı aktarmak istiyorum. gösterinin başlamasını beklerken kitabımı okudum, servis yapan kadın çayımı getirdiğinde yan masada oturan bir kadın “kitabınıza bakabilir miyim?” dedi. elbette diyerek jun’ichiro tanizaki‘nin bazıları ısırgan sever kitabını uzattım. arka kapağı okudu ve bana dönüp “bizim değer yargılarımıza, adetlerimize uygun mu?” gibi bir cümle kurdu. muhtemelen suratım dağıldı; sinirlendiğimde bunu gizleyebilen biri değilim. sanırım yüzümdeki her bir hücrem böyle durumlarda öfkeyi olduğu gibi dışa yansıtabiliyor! elimde olmadan “değer yargılarımıza derken?” dedim. yani bize benziyor mu, uyuyor mu gibi gakguk denebilecek bir kaç cümle kurdu. “okuduğum kitaplara veya izlediğim filmlere böyle yaklaşmam” dedim. “dışarıda başka hayatlar var, başka dünyalar var. bunları anlatan kitaplar, filmler var… kabul edip etmemek bir seçenek değil bence…” diyerek devam ettim. “biz diyerek genellenebilecek bir topluluktan söz etmek zor burada” diye de söyleyeceğimi bitirdim. “öyle tabii” dedi ve benim de kitaplarım var diyerek arka taraftaki raflardan iki kitap çekip bana uzattı. şaka değil bu… altı yedi kitabı olduğunu, nerede bilmiyorum ama köşe yazıları yazdığını falan anlattı… gülümseyerek dinledim sadece… sonra adımı ve anlamını bilip bilmediğimi sordu, “isimler bizi biz yapan şeyler. aslında kim olduğumuzu söylüyorlar” dedi. birlikte nişanyan sözlükten adımın etimolojisine, sözcük kökenine baktık… buraya onu da bırakayım…

Arapça zhr kökünden gelen zahrāˀ زَهراء “ışıyan, parlak (dişil)” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça azhar أزهر “ışıyan (eril)” sözcüğünün faˁlāvezninde sıfatı dişilidir. Bu sözcük Arapça zahara زَهَرَ “ışıma, parlama” sözcüğünün afˁal vezninde sıfatıdır.”

sonra “şükürler olsun” film gösterimi başladı… (19 mart, 17.45)

***

şu son birkaç haftadır en çok ne yapmayı seviyorsun derseniz, uzun süredir özlemini çektiğim istanbul’u yaşıyorum diyebilirim…

bu yüzden şarkımızı no land söylüyor…

yukarıdaki alıntı da meşher’deki sergiden. çocuk kalbi’nin yazarı edmondo de amicis de içinde benim de olduğum bazılarımızdan farklı hissetmiyormuş istanbul’a dair anlaşılan!

fotoğraf zeytinlikten elbette…

2 Responses
  1. Amicis benim de duygularıma tercüman olmuş. son gelişimde farkettiğim bozulmaya rağmen hala en sevdiğim şehir…
    Ve Zahra Hanım, umumi yerlerde değer yargılarımıza ve adetlerimize uygun olmayan kitaplar okumayınız lütfen. Size Emine Şenlikoğlu öneririm :))))

  2. İnsanlar nasıl da hak görüyor kendilerinde, karşısındakinin işine karışacak, talimat verecek, benim doğruma uy diyecek…
    Balık baştan kokuyor epey zamandır bilindiği gibi.

Leave a Reply

kategoriler