Sessiz değilsin; büyük bir gürültünün içindesin, duymuyorlar

ilhan berk

günü yaptığım yayında, çalışma masamın manzarası olan bir inşaattan söz etmiştim; bütün bir yıl boyunca tüm süreci izledim… yeni yılla birlikte bina biter ve komşular taşınır muhtemelen ama temelin hemen yanında açık bırakılan çukur hala tam olarak kapatılmadı…

yıl boyunca bu çukur yüzünde belediyeye tam altı şikayette bulundum; baktım değişen bir şey yok cimer’e yazdım; binanın bitmesine yakın üst katlardan ve hatta çatıdan çukura fırlatılan seramik parçalarından, borulardan, torbalardan bunalıp pencereden avaz avaz bağırdığım da oldu ki beni yakından tanıyanlar bilir böylesi bir tepki vermek kolay değildir benim için…

benden başka tepki veren de yoktu sanki; sadece arada bir karşı tarafta oturan yaşlı çiftin çukura bakıp sinirli sinirli söylendiklerini hissedebildim sadece… her şikayetimin sonrasında zabıtadan arayan görevli cezai işlem uygulandığını söyledi, cimer’in topuyla da yine aynı zabıta yine aynı ifadelerle bumerang gibi bana geri döndü….

şimdi çukur yavaş yavaş dolduruluyor, altı tamamen atık dolu ve ben bile artık görmemekten başka bir şey dilemiyorum. ama sevindiğim tek bir şey var; karşı taraftaki asma ve sarmaşıkla beraber, neredeyse öldüğünden emin olduğum dut ağacı bütün güçleriyle direniyorlar. yakında her şey bitecek ve umuyorum doğa bir sonraki müdahaleye kadar kendi bildiği şekilde toprağı ele geçirecek…

bir ólöf arnalds şarkısı geliyor şimdi; surrender diyoruz…

Stream of cold
Breathing slowly
Tired feet
Press the ground

Gentle flow
Scent of growth that opens me
…”

“hareket halinde olmak içinde hep bir vaat taşır. hem istasyonlarda hem de müzikte.”

kuş evi, eva meijer

ve hatta aylar ayları kovaladı; ben sessiz ve akvaryum gibi bir odanın içinde, sözcüklerin peşinde gittikçe sessizleştim… içimde durmadan yüzeye çıkıp derin bir nefes alma arzusu olsa da “küçük kara bir balığın” peşinde kaya diplerine doğru yol almayı tercih ettim; sessizlik ve o ıssız mavi derinlik itiraf etmeliyim çok cazipti…

işin tuhaf tarafı “o derin sularda” dışarının bütün gürültüsü, karmaşası ve saçmalığı benimleydi; onu takip etmekten asla vazgeçemedim; evi temizlerken, bulaşıkları yıkarken, yemek hazırlarken ve makalelerin rutin işlerini yaparken kulağımda katastrofik bir gündem çınlayıp durdu ve durmaya devam ediyor…

***

hafifçe güzün ışığına kavuştuğumuz ilk eylül günlerinde; gelecek olan yağmurların, serin rüzgarların ve bulutların da yardımıyla bizi saran saçmalıklar evreninden bir nebze de olsa azade bir “hayatı” yeniden kurabilme hayaliyle uyanmaya başlamıştım aslında; yeniden buraya dönmek, yeniden kendi sözcüklerime ve yazı evrenime kavuşmak için üç ay bekledim…

bugün kasım’ın, en sevdiğim ayın son günü… eğer bugün de buraya gelmezsem hiç gelemeyecekmiş gibi bir duygu yaşadığım için buradayım! beni içine çeken gündemden, gittikçe ağırlaşan ekonomik koşullardan, belirsizlikten, gölgeleri ve karanlığı gittikçe daha fazla hissedilen zihinlerin baskısından arada bir kurtulmam gerekiyor; aksi durumda boğulacağım… hissediyorum…

***

burada paylaşmak istediğim çok şey oldu aslında; ötleğenler ve eva meijer ile tanışmam, yandaki inşaatın çukuru, bir düşüşüm anatomisi filmi, rüyalarım, zeytinlik hayallerimiz, ekmek mayam, kuşlarım ve daha pek çok şey…

belki bunlardan bazılarını tek tek yazarım bundan sonra…

son sözcüklerim, haftalar önce, mindmills‘in sevgili neslihan’ına verdiğim söz olsun, 19 haziran tarihli rüyam;

sevgili neslihan ve köğeği coffee ile bir dağın zirvesine doğru neredeyse koşarak çıkıyoruz… heidi’nin peter’le ve keçilerle koşuşturduğu gibi bir ortamda; muhtemelen onların sahnesini ödünç aldığım bir rüya bu. biz zirveye doğru koşarken, kalabalık bir kuş sürüsü de bizi takip ediyor; birbirinden çok farklı büyüklüklerde, rengarenk kuşlar… sanki o kuşlar da nils ve uçan kaz çizgi filminde hafızama kazınmış bir sahnenin geri gelmesi gibi… bütün bu rengarenk ve olağanüstü güzel atmosfere rağmen koştuğumuz dağın zirvesini kurşuni bulutlar kaplamış durumda… bulutlara bakıp geri kalan her şeyi unutuyorum bir anda…”

bütün vücudum terden sırılsıklam oluyor ve aniden bastıran bir yaz yağmurunun sesiyle uyanıyorum… 

***

spotify 2023 yılı melodilerimizi yayınladı… geçen yıla göre daha az müzik dinlemişim ve neredeyse tamamen çalışırken dinlediklerim damgasını vurmuş tüm yıla… “konu dinleme olduğunda karanlığın içine dalmayı seviyorsun. duygusal ve atmosferik müzikleri çoğu kişiden daha fazla dinliyorsun” diyerek vampir olduğumu söylüyor spotify 😉

işte 2023 yılında en çok dinlediğim melodi…

fotoğraf köyümüz sazlı’dan…

“acaba düşe düşe dünyanın tam içinden geçip öbür tarafına çıkar mıyım?”

– alice harikalar diyarında, lewis carroll

en son 7 şubat günü şöyle yazmışım;

kahramanmaraş merkezli korkunç bir deprem oldu dün. on il etkilendi. durum korkunç. aslında iki deprem oldu peşpeşe. insanlar perişan durumda. hava soğuk. yardım yetersiz…

ardından yaşananları biliyorsunuz zaten!

çoğumuz gelmekte olan o felaketin ve cinayetlerin tanığıydık ve bu tanıklıkta zanlıyı doğa olarak görmekten vazgeçemedik; oysa doğa kendi ritmi içinde, kendi dinamikleriyle varlığını sürdürüyordu ve biz tamamen doğaya ait olan varlığımızı “inkar ederek” suç ortaklığımızı derinleştiriyorduk. tasarlanmış bir suç ortaklığı değildi elbette bu; teslim alınmış hayatımızın, aklımızın ve irademizin bir sonucuydu!

sonrası malum; tüm tanıklar bu korkunç “cinayetin” maktullerine dönüştü!

canlarını verenler…

uzuvlarını kaybedenler…

çocuklarını, annelerini, babalarını, kardeşlerini, ailelerini, arkadaşlarını, dostlarını, çiçeklerini, kedilerini, köpeklerini, kuşlarını kaybedenler…

evlerini, eşyalarını kaybedenler…

anılarını, neşelerini, kahkahalarını, gülümsemelerini, umutlarını kaybedenler…

mahallelerini, sokaklarını, komşularını kaybedenler…

işlerini, dükkanlarını, tezgahlarını, hayvanlarını, tarlalarını, ahırlarını, seralarını kaybedenler…

ekran karşısında gördükleri karşısında nefes almaktan, yemek yemekten, uyumaktan, üşümekten, acıkmaktan, susamaktan, yıkanmaktan, temizlenmekten utananlar…

bir süre sonra bunu da unutacağız hissiyle nefesleri kesilenler…

ne zaman geleceği bilinmeyen ve fakat geleceğinden emin olunan yeni yıkımların altında kalacağından emin olanlar…

kirişlerin, duvarların, tavanların ve tabanların altında ezilme hissiyle uykularından uyananlar…

mutfak dolaplarını her açtığında bütün cam, porselen ve seramik eşyaların tuzla buz olduğu hissini yaşayanlar…

ve bütün bu olan biten karşısında hiç bir şey hissetmeyenler ve “inançlarına” sığınanlar…

sonuçlarının gerçekliği, şiddeti, vahşeti ve hissettirdiği veya hissettirmediği birbirinden çok farklı olsa da hepimiz bu cinayetin maktulleriyiz! yaşanan, ölümün farklı biçimleri

eğer böyle devam ederse, bir sonraki cinayete kadar bu maktul oluş bazılarımız için yeniden tanıklığa evrilecek ve hemen ardından yeni ölümlere

“… Sanki
bir sandalyenin yerini değiştiriyormuş gibi
‘Ölüp gidiyoruz işte!’ dedi,
kaldırmadan başını.
Günlük işlerdenmiş gibi ölüm.

Bir rüzgâr dövüp duruyordu önündeki denizi
Arada bir başını kaldırıp baktığı.
“*

***

bu gece yine deprem sonrası sürekli gördüğüm ve içinden çıkamadığım sokakların, evlerin, toz ve ahşap kokan odaların, eski eşyaların olduğu rüyaların birindeydim; küf ve nem kokan, ışığın ele geçiremediği bir evde dokunmaya kıyamadığım rengarenk porselenlere, biblolara, porselen kandillere bakıyordum. her şey bir anda dağılacak ve ev yıkılacakmış gibi hissettiğim bir anda yanımdan sessizce ananem, ali amca ve muazzez hala geçti; gözlerinin temasını hissedemedim ama ali amca’nın elini omzumda hissettim; birden içinde olduğum evin, burdur yenci mahallede halamın oturduğu ev olduğunu anladım. sonrasında bir sandık odasındaydım. deri kılıfı olan küçük siyah bir radyoda, patti smith white rabbit‘i söylüyordu. ortada radyo falan yoktu aslında ama ben müziğin nereden geldiğini biliyordum. pek çok rüyamda bu radyo yeniden yeniden karşıma çıkıyordu çünkü… ceviz bir sandığın üzerinde ütülenmiş ve katlanmış bembeyaz çarşaflar ve yastık kılıfları vardı. odanın köşesinde duran küçük ceviz konsolun en üst çekmecesi açıktı; parlak kağıtlara, paketlere sarılı şekerlemeler, ezmeler ve lokumlarla dolu olan bu çekmeceden üzerinde kırmızı şeritler olan krem rengi bir paketi alıp açtım; küçük bir ısırıktan sonra ağzımda badem ezmesi dağıldı, tadını alamadan uyandım. yine ağzım sımsıkı kapalı ve dişlerim sıkılmış haldeydi… son iki aydır bunu çok sık yaşıyorum…

kendimi rüyalara kaçıyor gibi hissediyorum ama geride kalan her şeyi de kaçarken peşimden sürüklüyorum…

***

son söz olarak yukarıdaki fotoğraftan söz edeceğim. karşıma çıkan yüzlerce görüntü sonrasında aklımdan çıkaramadıklarımdan birisi bu. kaynağı medyascope’da yayımlanan bir sevilay çelenk yazısı. yazıdan küçük bir alıntı bırakıyorum;

… Video aktivisti ve belgeselci Kazım Kızıl’ın çektiği fotoğraf gibi. Kazım Kızıl “doğrulanmış” notunu düşerek şu paylaşımı yapmış; “Ailesi ve depremden sağ kurtulan tavşanı Zeytin ile çadırda kalan Sultan Abla ‘Alice Harikalar Diyarında’ kitabını okurken…” Fotoğraf olağanüstü etkileyici. Sanki koca ülke, bir tavşan deliğinden geçerek kurtulmak istiyor. Yaşananların hakikat olmadığını nihayet anlayacağı düşsel bir ferahlığa uyanmak istiyor. Fotoğrafta bunu görüyorsun. Herkes ama bilhassa kadınlar ve çocuklar müthiş güç koşullarla boğuşuyor çünkü. Sadece o ferahlık, o basit ferahlık bile yorgun, acılı ve öfkeli insanlara şimdi harikalar diyarı…

ve elbette patti smith‘den

white rabbit‘i dinliyoruz.

*ilhan berk, günlük işlerdenmiş gibi ölüm.

… I am the walking woman who vanishes
The dreamer full of dreams
All is vanity
I swear on the eternity of the stars and the universe
that life is so fragile and evanescent
and that angels give their caring luminescence…

son beş altı gündür ihmal ettiğim sabah sporumu yaptım; dizlerimi, sırtımı, boynumu ve belimi güçlendiren bir dizi hareketin yanında dizlerimi fazla zorlamadan yaptığım tai chi hareketleri. çünkü gece, muhtemelen dizimdeki ağrının etkisiyle bir rüya gördüm.

genç bir kadın doktorun muayene odasında diz ameliyatı geçiriyordum; muayene masasında dizimde açılan kesiği izlemek çok acayipti. kesikten sonrası yok, odaya alınmıştım ve yataktaydım. on gün sonra tamamen iyileşeceğim söylendi ve ben okuldan on gün izin almam gerektiğini düşündüm; neden okul, hangi okul, kaç yaşındayım, hiç biri yok

başka bir rüyada da;

kendi doğum fotoğraflarımı toparlayıp bir albüm yapıyordum. siyah beyaz bir fotoğrafa uzun uzun baktım; annem yatakta ve ben kucağındaydım. içinde babam, ananem ve ablamın olduğu bir fotoğrafın aslı olmayan bir versiyonuydu bu; sadece annem ve ben vardık; fotoğraf dik bir şekilde daha yakından çekilmişti. Ali’den onun da kendi doğum fotoğraflarını bulmasını istedim. elinde bir fotoğrafla geri döndü. bizim fotoğrafımıza benziyordu; sultan anne bildiğim bambaşka bir fotoğraftaki yüzüyle yatakta, ali kucağında. yine dik çekilmiş, yakından ve siyah beyaz; aslında hiç olmayan bir fotoğraf… sultan annenin arkasında sarı bir ışık farkettim sonra, ananemin belli belirsiz silueti oradaydı. başının üstünde bir düğümle toparladığı beyaz tülbentiyle gülümsüyordu. şaşkınlıkla uyandım…

***

sabah kahvemi yapıp çalışmaya başladıktan bir süre sonra pınar whatsapp’dan yazdı;

günaydın, rüyamda seni gördüm. uzun zamandır ilk defa huzurlu uyandım. yalnız rüya çok komik maltepe belediye başkanıydın“.

bayağı sesli bir kahkaha attım burada. bu rüyada muhtemelen benim yıllardır devam eden gömülü çöp kutularla ilgili mücadelemin etkisi vardı; sonra devam etti pınar;

sonra imamoğlu istifa etmiş ve senin İBB başkanı olmanı istemiş. sen de kabul etmiyorsun, asmam gereken çamaşırlar var diyorsun.”

artık kıkırdamaya başladım ve “cumhurbaşkanlığı istiyorumdur” yazdım. o devam etti;

evlerimiz karşılıklı, kocaman balkonları var, ikimiz çamaşır asıyoruz. sen aynı renkte, hepsi yavru ağzı şeyler asıyorsun, benimkilerin de hepsi gri. yanımda birisi var, ona bak görüyor musun Zehra renkleri çok sever diyorum“. sonrasında uyanmış.

çamaşırların rengi meselesine “instagram etkisi” yazdım.

o “niye ki” yazdı.

genel olarak renklere çalışıyorum orada, hissetmişsindir” yazdım.

çok özlemişimdir, ondandır” yazdı.

sonrası bize ait diyerek canım pınar’a bir şarkı geliyor şimdi (10.30).

ofise gitmiyorum artık. haftada üç gün evde üç gün ofiste çalışma planımdan vazgeçtim; evin konforunu sevdiğim için daha da önemlisi iki farklı çalışma masasının konsantrasyonumu bozmasından… bazen sıkılıp dışarı çıkıyorum, yürüyüş yapıyorum ve remzi kitabevi’nde çalışmaya devam ediyorum. bu ritmi sevdim. bugün de evdeyim. yepyeni ve ayrıntısına burada asla girmek istemediğim bir enfeksiyon hastalığını öğrendiğim makalenin dil düzeltmelerini bitirdim.

sonrasında makinaya attığım çamaşırları çıkardım ve mutfak işlerine daldım. brokolileri hafifçe buharda pişirdim, kerevizli ve kuru domatesli barbunya pilaki yaptım. salata için yeşillik yıkadım. yani renklere çalıştım

bütün bu işleri yaparken halk tv’de burak tatari’nin dünya varmış programını dinledim. brezilya’da ve iran’da olan olaylar, suriye ile ilişkiler falan derken program çok acayip bir habere geldi. pakistan’da halk kendi bulduğu doğal gazı, tamamen kendi yöntemleriyle çıkarıp satmaya başlamış ve insanlar evlerine balon gibi naylon poşetlerde doğal gaz götürüyormuş. evde kullandıkları mutfak tüpünden yüzde seksen seksen beş daha ucuz olan bu doğal gaz balonlarının tehlikesinin de herkes farkındaymış…

bu çok sevdiğim programı her dinlediğimde, adına takılıyorum ve güzelim dünya varmış hissini ne kadar az yaşadığımızı düşünüyorum (16.50).

***

şimdi bütün yazıyı toparlarken kulağımda şahane bir albüm dönüyor. twitter’dan canım bahar’la bir şarkı paylaşmak için daldığım bu albümden bir süre çıkabileceğimi sanmıyorum. siz de dinleyin derim… bir süreliğine her şeyden uzaklaşın, diğer bütün sesleri, hisleri ve içinizdeki karmaşayı durdurun, sesi açın ve kendinizi müziğe bırakın…

içinde rüyalar, renkler olan bir albüm bu. bazılarınıza dünya varmış hissi yaşatabilir.

şarkılarının sözlerini merak ederseniz tıklayın lütfen. ingilizce sözlerle tüm şarkılar var.

“… I wish I was a radio song, the one that you turned up….”

demir sesleri hakim; temel büyük bir sabırla örülüyor günlerdir… çalışma masamdan bir binanın nasıl yapıldığını gerçek-zamanlı olarak izliyorum.

temel sadece yan bahçede açılmadı, içimde de dev bir çukur var; güzelim ağaçlar hoyratça kesildi, kuşlarımın konduğu kocaman ceviz, yeni dünyalar, asmayla sarılı nar, kurtbağrı ağaçları, yıllardır yediğimiz inanılmaz lezzetli erik ve kiraz ağacı yok artık. sadece bizim bahçede olduğu için kalan çalışma masamın tam karşısındaki kurtbağrının yan bahçede kalan kökleri açıkta. o kısmı kapatacaklar ama kökler gömülene kadar bana huzur yok…

***

yılın ilk haftası bitti… bu yıl kendime okunacak kitap sayısı hedefi koymadım, yapılacaklar listesi yapmadım ama günlüğüme “bu yıl farklı olmalı” notunu düştüm. peki bu fark ne derseniz canım öykü’nün instagram paylaşımında bunun yanıtı:

… beni heyecanladıran şey ne? ve beni heyecanlandıran şeylere hayatımda yer açıyor muyum?

amerikalı efsanevi folk şarkıcısı woody guthrie 1943 yılının ilk gününde 33 maddelik yeni yıl için kurallar listesini resimleyerek yazmış defterine

bu kurallar dizisi zamandan, coğrafyadan bağımsız bir şekilde hala hepimiz için geçerli olabilecek bir liste;

daha fazla ve daha iyi çalış, bir programa göre çalış, dişlerini fırçala, tıraş ol, banyo yap, iyi meyve sebze ye ve süt tüket, varsa çok az içki iç, her gün şarkı yaz, temiz giysiler giy ve iyi görün, ayakkabıların parlasın, çoraplarını değiştir, yatak çarşaf ve nevresimlerini sık sık değiştir, çok sayıda kitap oku, bol bol radyo dinle, insanları daha iyi tanı, evi temiz tut, yalnız kalma, mutlu ol, umut makinesini çalışır durumda tut, iyi şeyler hayal et, para biriktir, mayayı sakla, arkadaşın olsun ama vakit kaybetme, mary ve çocuklara para gönder, güzel çal ve söyle, daha iyi dans et, savaşı kazanmaya yardım et-faşizmi yen, anneni sev, babanı sev, pete’i sev, herkesi sev, kararlı ol, uyan ve savaş.

woody guthrie çalmadan olmaz tabii; this land is your land diyoruz.

***

yan taraftaki inşaatın yükselişine paralel yaşayacağım 2023 için, işin heyecan kısmı bir yana, woody gibi bir liste yapsam ilk dört kural şunlar olurdu sanırım. gelecek yıllar için yıpranan temeli, kirişleri ve kolonları biraz desteklemek adına;

daha çok hareket et…

daha çok oku ve yaz…

öğrenmeye devam et…

umudunu besle, kaygılarının seni esir almasına izin verme…

****

peki ya sizin 2023 için ilk dördünüzde neler var? kimbilir, belki bana söylersiniz…

diyerek şahane bir pearl jam şarkısı ile bu yayını kapatıyorum; wishlist diyoruz.


… Ah acımasızdır uykusuz soru
Delice zeytin yerdi atamız Homeros
Biz yemezdik, aşılı zeytindi bizimki
Suskun arpa, uyur uyanık harlı toprak
Ama yüzyılımız hamdı, delice idi …

yaşadığımız bu yıl nasıldı diye düşündüğümde aklıma gelen ilk sözcük sert oldu. zor değil sert… beni zorlayan şeyleri sert olarak tanımladığımı farkettim sonra; sanırım bu sözcüğün içimde yarattığı duygudan ve hissedişten. inanılmaz güzel gezilerin, yeni heyecanların ve sevinçlerin, toprağa ve ağaçlara kavuşmanın yanında dünyanın, ülkenin içinde olduğu durum ve kendi evrenimde yaşanan irili ufaklı sorunlarla hissettiğim bir sertlikti bu.

sorsalar bu hayatta yaşadığın en zor yıl hangisiydi diye 2022 diyebilirim belki ama bu doğru değil tabii; geçeni çabuk unutuyoruz…

ekranlara bakarak yaşadığımız hayatımız algoritmaların elinde; her birimizin neyi görmemizi ve farketmemizi belirlerken bizim görünürlüğümüzün ve farkedilirliğimizin de ne olacağına onlar karar veriyor. eskiden fil hafızasına sahip zihnimin üzerinden geçen erezyonun ilerleyen yaşla beraber içinden geçtiğimiz dönemden ve algoritmalardan da kaynaklı olduğunun farkındayım…

tabii burada telaşlanmayın demeliyim!

nispeten olumsuz bu girişten sonra içinde karanlık değil umutlu ve neşeli bir şeyler olan kısa bir yeni yıl yazısı yazmaya çalışacağım…

bu unutma faslı hatırlamaya dönecek ve sevinçli birşeyler gelecek…

ve aslına bakarsanız içimde hissettiğim hiç bir şey kesinlikle tamamen karanlık değil; babamın dediği gibi hayat her şeye rağmen çok güzel diyerek sözü canımız leonard cohen‘e bırakayım önce;

çanları çalın hala çalınabiliyorken
unutun mükemmel adağınızı
herşeyde bir çatlak var
ve ışık böyle sızıyor içeriye

***

geçenlerde after yang filmini izledim… üzerine çok şey söylenebilir ama burada anmak istediklerim;

durağan atmosferinin ve renklerinin güzelliği, ki bunun nedeni çin kültürü…

genel olarak büyük bir sessizliğin içinde geçen filmde özenle yazılmış diyaloglar ve seçilmiş sözcükler…

ve bir robo-sapiens olan yang’in hafıza kartındaki yirmi saniyelik anılar. işte tam bu noktada hatırlamaya geliyoruz!

bu kısacık anılar ve görüntüler beni elimde olmadan kendi anılarıma götürdü. hafızamdaki pek çok an ve görüntü içimde bir yerlerde ortaya saçılmış durumda. ve fakat aslında işin en enteresan tarafı bu kısacık anların ve görüntülerin neredeyse hepsinin neşe ve mutluluk saçması…

yaz günü, annemin üzerinde kocaman kocaman mavi kırmızı çiçekleri ve parçalı eteği olan şifonumsu bir elbise var, ablamla sürekli onun dönmesini istiyoruz, dönünce o kadar güzel görünüyor ki…

mahalleden abiler, ablalar kardeşler şeklinde kalabalık bir arkadaş grubuyla falezlerdeyiz, kayaların arasından mağaraya girip dalarak bir delikten ışığı takip ederek yüzüyoruz ve diğer tarafa çıkıyoruz, karanlık suyun içindeki o pırıl pırıl ışığın cazibesi tüm korkuları ortadan kaldırıyor…

kalekapısı’nda güzel sanatlar galerisi’nde o güzelim tarihi binasının bahçeside çardağın altında günay hoca’dan resim dersi alıyoruz, öğrenci olarak sadece memoş ve ben varım, galerinin müdürü ve günay hoca’nın eşi olan esen emekçi de bahçede. kalabalık bir pazar resmi yapıyorum. memoş bir anda yılan yılan diye bağırıyor ben sadece bir hışırtı duyuyorum…

üniversite’de ilk aylarım, kaldığım misafirhane’den çıkıp tunus caddesi’ndeki servis durağına yürürken küçük küçük kar taneleri düşmeye başlıyor, hayatımda ilk kez kar yağdığını görüyorum, gözlerim doluyor ve yüzdüğümü hissediyorum…

yusuf dedemlerin evindeyim, en fazla 5-6 yaşlarında olmalıyım, yukarı çıkan ahşap merdivenlerde oturuyorum, dedem ayakta, bir şeyler anlatıp “di mi?” diyorum, dedem gülümseyerek “di” diyor...

bir yılbaşı akşamı, televizyonda müzedeki hayalet var, korkarak ve göz ucuyla televizyona bakarken salondaki talaş sobasının üzerinde kestane pişiriyorum…

***

hepimize hep umutlu, ara ara dingin ve huzurlu, iç sesimizi hep duyduğumuz, doğaya dokunduğumuz, hayvanlara ağaçlara sarıldığımız, bolca kahkaha attığımız bir yıl diliyorum.

hediyeniz ise bir melih cevdet anday şiiri olsun; ağır ağır okuyun… içindeki içime sinen zeytin kokusunu ve yağmuru hissedin…

YAĞMURUN ALTINDA

Yirminci yüzyılı yaşadım
Ertelenmiş bir yüzyıldı bu
Yıkık bir sur yazgımızın uydusu
Bekletir ömrü yürüyen ayla birlikte
Bırakmaz günün adını koyalım.

Yanıtsız bir yaşamdı erdemimiz
Herkes içindi ve kimse içindi
Okunmamış bir yazı, umudu doyuran,
Duaları düşünmek neye yarar
Kurgular tutuşturdu bacalardan.

Yirminci yüzyılı taşıdım
Tedirginliğimizin zorbalığıdır sanrılar
Ve tohumun beklenmedik gürültüsüyle
Çıplak su gibi yinelenir zaman 
Gökyüzünde usumuzun dirliği

Aklın başarısızlığa uğradığı içtenlik
Bir şive gibidir insan, ey öldürülmüş insan 
Bilinmeyen bir hayvana özgü bir ses gibi
Sabırsız testi, hep dolar gibi olan
Her şeyin sese dönüşeceği bilinemez ki!
 

Yiminci yüzyılı yaşadım
Parlak suyunda boğulmuş sahipsiz
İnsan yeryüzünde durur, bulutlar
Bulutlar düşümüzde doludizgin
Soylu bir çılgınlıktı gündemimiz.

Ellerinde oyuk gözlü idoller
Yüreğimin yalanını besler üç güzel
Bir dağın tepesinde buldum üç güzeli
Ama ses yok, sessizlik yok, önce erte yok.

Yirminci yüzyılı taşıdım 
Golgota’ ya dirilemem ki,
Taşlar arasında yabanıl erinç 
Ölümü diriltiyorduk hep
Yaşam tabular arasında bir esinti.

Mevsimler kurgularla oyaladı bizi
Tarlaya bırakılmış bir at gibi
Bağlı, yalnız ve özgür,
Umudumuz sabrın tutamadığı ırmak 
Umutsuzluğumuz insan kalmak içindi.

Yirminci yüzyılı yaşadım
Dingin karşıtlıkların adını bulmalı
Sel gibi kuruyor yaşlılık, gençlik
Sanki melekleri gördük uzun saçları
Tanrının unutkan kuzgunu idik.

Nasıl unuturum ey doğa
Bana bir diyeceğin vardı, kalakaldım,
Vaktim yetmedi, ölüm kalım,
Bütün yüzyılları yaşadım
Vaktim yetmedi anlamaya.

Yirminci yüzyılı taşıdım
Atalardan kalma huysuzluk
Kuşku, yeryüzü deliliği,
Kıralımız doğuştan yarım
Ama tanrımız Ara Ara idi.

Yaşayamadım yirminci yüzyılı
Kim yaşadı ki kendi yüzyılını 
Akarsuyun dilinden sezenimiz yok
Orpheus’ tan sonra ben geldim
Giz dönüp baktığımız yerde kaldı.

Görüp de bilenimiz yok.

Ah acımasızdır uykusuz soru
Delice zeytin yerdi atamız Homeros
Biz yemezdik, aşılı zeytindi bizimki
Suskun arpa, uyur uyanık harlı toprak
Ama yüzyılımız hamdı, delice idi.

Yirminci yüzyılı yaşadık
O çağa bu çağa gömüldük
Bir şey var, susar, bakar durur
Ölümün soluduğu denizle varolan
Gökyüzünden başka çağ yoktur.

Oysa ne cok gecmis var, ne cok zaman
Ne cok gelecek, ne az zaman
Benzerlikle karşılaştık, susalım,
Kapalı bir avuçtur sözcük
Neden açıp da sormak ister insan?

Sorup da dönenimiz yok.

Hiçbir yüzyılı yaşamadım

Tüy kuşun ruhudur, ses teni
Hep anlar gibi oldum duvara vuran güneşi
Nesne ve bilinç birdir, çağ atlattı beni
Bir hoş bilmece içinde yaşadım.

dingin ol ruhum, belki uzaklarda
Bir yerde nicedir ilk dizeleri
Yaratılıyor acıklı destanımızın 
Çağlar sonra hayranlıkla okunmak için
Belki benzer umursamazlığımız kahramanlığa.

Kalk dostum ormana gidelim
Geyik sesleri içine çökelim
Yeniden doğuş, kıvanç, uyum
Kurgular bir yana, biz bir yana
İlk kez düşünmeden görelim

Martılar gibi yağmurun altında

“Mavi kurşunumla göğsümden vuruldum 
Ay doldu geceye 
Ben uyurdum ben uyurdum”

içine düştüğüm uykusuzluk döngüsünden kurtulabilmek için bir doktora gittim ve ilaç kullanmaya başladım… çünkü ara ara gün ışığında bile zihnim sisli, bulanık bir hal alıyor ve adeta kaybettiğim rüyalarımı yaşıyordum; gerçeklikten kopmadan ve o gerçekliğin tüm ağırlığını da yaşayarak…

uykusuz geceler ise asla içinden çıkamadığım, tuhaf bir karabasana dönmüştü; her hissin, her düşüncenin, her konuşmanın, her kaygının ağırlığı gittikçe artarak her gece üzerime yığılıyordu…

ilaçla birlikte rüyalarıma ve hatta nerdeyse çocukluğumun fantastik rüyalar evrenine yeniden kavuştum. geçenlerde, gördüğüm bir rüyayı hemen peşinden gördüğüm başka bir rüyada kim olduğunu bilmediğim birine anlatıyordum; eşsiz bir deneyimdi…

rüya görmenin belki mutlulukla değil ama insanın derinliklerinde bir yerde kurması gereken dengeyle kesinlikle alakası var; en azından benim için… birbirinden kopuk ve alakasız bir yapbozun parçalarının bir bütünü oluşturması gibi zihnimizde yıllar içinde yaşayarak, okuyarak, tanık olarak, görerek, hissederek, hayal ederek, acı çekerek, hüzünlenerek, neşelenerek biriktirdiğimiz şeylere ait minik parçalar, bir gecenin kendi evreni içinde bir araya gelerek, gerçeklikten bağımsız ve özgür, bir bütün oluşturuyor.

her bir bütün bağımsız gibi görünse de içimizdeki evrilmeyi ve benliğimizi anlatıyor…

***

rüyalarla ilgili burada yazmaya devam edeceğim muhakkak ama şimdi bu gecenin bir rüyasını anlatıp ona şarkı çalacağım…

bana bir paket gelmişti; inanılmaz güzel bir paket, bir an açmaya kıyamadığımı hatırlıyorum. geçmişte kalan bir arkadaşım göndermişti. şeffaf ve incecik camdan yılbaşı süsleri… üzerinde hiç bir pırıltı süsleme olmayan, mavi turkuazın, morun en açık tonlarında beş altı cam küre… tutarken hissettiğim kırma korkusu hala benimle… kutunun en altında bir cd vardı… üzerinde hiç bir şey yazılı değildi ama benim için yapılmış bir müzik seçkisi olduğunu biliyordum, seçkinin adı olan mavi, o arkadaşımın kızının adıydı; listeyi görmeden ve dinleyemeden uyandım…

***

ben de hep sözleriyle ve ritmiyle, dipsiz bir rüya hissi yaşatan şarkı geliyor şimdi.

imajımız marc chagall’ın mavi sirki… rüyalar ve chagall benim için hep birlikte çünkü. resmin bütünü için lütfen tıklayınız.

“there is a universe inside your head, constellation of things you left unsaid“*

lauren aquilina

o buz gibi denizinde yüzerken neden yıllar içinde soğuk sularda yüzmeyi sevmeye başladığım konusunda bir “aydınlanma” yaşadım! artık suyun içinde kaybolmayı, suyla bir olmayı değil suyu tamamen hissetmeyi seviyordum ve istiyordum… kendimi, varlığımı o buz gibi suyun içinde yeniden her hücremle hissetmiştim adeta!

içinde yaşadığımız bu çılgın, her gün her şeyin yeniden yeniden zıvanadan çıktığı bu hayatta, kendimizi hissetmenin ve aklımızı korumanın bir yolu kaldı mı bilmiyorum. ama artık etrafımızı saran seslerden, görüntülerden, isyanlardan, yalanlardan, yorumlardan, itiş kakıştan sağır, dilsiz ve kör olduğumuzu biliyorum…

kusar gibi konuşurken, yazarken nasıl da dilsiziz aslında…

sürekli önümüzde akıp giden görüntülerin, yansımaların, renklerin karmaşasında kamaşan gözlerimiz nasıl da kör

***

en son bu yukarıdaki satırları yazıp bırakmışım; muhtemelen kendi hissettiklerimden korkarak yazmaya devam etmedim… şu anda ise farklı hissettiğim için değil, devam etmekten ve her şeye rağmen babamın dediği gibi “hayat güzel” demekten vazgeçmediğim için buradayım… yazmak öyle yada böyle kendimi ifade etmek için, buz gibi bir suyun içinde olduğu gibi, kendimi hissetmek için en iyi yol…

şu anda “iş” olarak yaptığım metin düzeltmelerinin arasında, kurulamayan cümleleri toparlarken, yeniden yazarken, ne demek istendiğini anlamaya çalışırken, kendi sözcüklerime yabancılaşmak istemiyorum, bu dilsizler dünyasında susmak istemiyorum; yazmaya devam etmek zorundayım…

ama şimdilik susuyorum ve this bitter earth / on the nature of daylight diyorum.

*”kafanın içinde bir evren var, söylemediklerinden oluşan takımyıldızlar.”

“… anılar kırılgandır, tek bir insan yaşamı kısacıktır…”

isabel allende, ruhlar evi

ananemle dedemin evindeydim… annem, ablam, yeğenim, dayımlar, kuzenler, çocuklar, yarısı satılmış yarısı hala bize ait olan, huzmeler halinde ışıklar yayılan, halı odası ve akşam sefası kokan bir evde, inanılmaz güzel eski eşyaların arasındaydık; eski bardaklar, tabaklar, fincanlar, ananemin çok sevdiğim konsolu, dedemin bana verdiği minik çakı, duvarlardaki ahşap kapaklı minik niş, dayımın aldığı toz pembe ponponlu terliğim, yatak odasındaki dolaba gömülü banyo, bambaşka versiyonlarıyla oradaydılar…

hem çok yabancı hem bir o kadar tanıdıktı her şey… karanlığından korktuğum halde girip büyük cam kavanozlardan salamura peynir arakladığım kiler yerine farklı fermantasyon süreçlerindeki peynirlerin ve bitki filizlerinin yetiştirildiği inanılmaz güzel ışıklı bir odadaydık bir ara; kafama takılan bir sorunun yanıtını sessizce karşımda sadece yüzüyle beliren ve hemen ardından kaybolan ali amca verdi..

bu ev çocukluğumun en güzel ve fakat en silik anılarının yanında hayatımın ilk büyük kaybını, dedemin yok oluşunu yaşadığım evdi… onu kaybettiğimi hissettiğim anda ahşap zemine kapaklanmamı hiç unutamadım. beni yerden kaldıramamışlardı ve o eve dair bütün hatıralar o andan sonra yoktu artık…

ananem yüzünün bütün aydınlığıyla bizimleydi; muhtemelen ali amca gibi o da bir “ruh”tu… sessizce bizi izliyor gibi hissettim rüyam boyunca…

***

şimdi anlıyorum, o ev benim ruhlar evimdi… dün bütün gün doğum kitabım olan ruhlar evini ve tatlı miroşumuzu düşündüm. facebook hesabımdaki ruhlar evi albümüne tatlı kuzumuzun fotoğraflarını eklemeyi ihmal etmiştim; şimdi tam zamanı çünkü o artık bir yaşında…

mira’mız adını bir yıldızdan aldı; çünkü annesi o daha doğmadan önce bir gece rüyasında gökyüzünden yıldız toplamıştı… ablamla çocukluğumuzdaki balkonda yıldızları saymaya çalıştığımız, sahilde yıldız kaymasını beklediğimiz geceler, çocuklardan doğduktan sonra bir yıldız toplama oyununa dönüşmüştü çünkü. ellerimizi havaya doğru uzatıp, bir oradan bir buradan diyerek bir sürü yıldızı kucağımıza toplayıp tekrar gökyüzüne savururduk…

***

mira yıldızı, 17. yüzyıl astronomları tarafından keşfediliyor ve ilk önce ona omicron ceti diyorlar ama sonra omicron balina, balinanın harika yıldızı, harika (the wonderful) gibi başka isimler alıyor. onu önemli yapan şeylerden birisi bilinen en eski değişen yıldız olması; değişen yıldızların parlaklıkları zaman içinde değişiyormuş ve mira da on bir aylık süreçlerde bu değişimi yaşıyormuş. mira’nın bir diğer önemli özelliği ise 13 ışık yılı uzunluğundaki devasa kuyruğu…

***

ben çocuklarımı ninni olarak yıldızların altında şarkısıyla uyuturdum elbette miroşuma da onu çalacağım…

yolun hep açık, aydınlık olsun ve sürekli değişen ve evrilen bir ışıkla parla tatlı kuzum.

1 3 4 5 6 7 43

kategoriler