eski günlerinde gündemde bir şeyler olduğunda mutlaka bir yorum yapar ve olana şarkı çalardım… bin yıl öncesi gibi… adeta başka bir ülkede ve başka bir dünyadaydık…
şimdi her gün, her an, her nefes alışımızda bir şeyler oluyor… ve biz her yeni geleni sindirmeye çalışırken diğer her şeyi “unutuyoruz”… gelen bizi kendi içine çekip sürüklüyor ve gücünü kaybedip bıraktığında, bir kenarda öylece, neden orada olduğumuzu bilmeden yeniden ayağa kalkıyoruz…
sırada gelmez sanılan bir savaş varmış meğer… (25 şubat, gün ortası)
dhafer youssef‘dan humankind.
***
sabaha doğru; sessizliğin, karanlığın ve evi saran nergis kokusunun içindeyim şu an. neredeyse kırk beş dakika yatakta uykuya geri dönmek için yapmadığım kalmadı… sağıma doğru döndüm… nefesimi dinledim… zihnimde, bir ağacın gölgesinde uzanıp güneş ışıklarını bedenimde hissetmeye çalıştım… pazar günü ada’da yürüdüğümüzü yolları, patikaları tekrar tekrar zihnimin kıvrımlarında yürüyerek hep o nergis tarlasına ulaştım ama tek bir nergise bile dokunamadan her defasında başka bir his, başka bir düşünce beni hem oradan hem de uykunun sıcak kollarından alıp daha da uyanık bir köşeye çekti…
şimdi ağır ağır gelen güne bir melih cevdet anday şiiri ve paris paloma‘dan nergis melodisi bırakayım.
“işte o zaman bir akarsu / geçtiği yerlerden bir daha geçti / isteyerek ikiledi kendini / gök bir daha, bulut bir daha / Saklı bir deniz altında / Yaprağın altında yaprak / göründü görünecek ucu / Uçan kuş gene uçuyordu / Kendi gibi olmaya çalışarak” (kolları bağlı odysseus, ikinci bölüm)
şimdi biraz okuyup yeniden uykunun kollarına dönmeyi denemeliyim… (1 mart, gecenin bir yarısı)
***
mutfak penceresinden dışarıya doğru bakarken bir kuzgun sürüsünün geldiğini farkettim; çalışma masamın karşısında pencere açıktı. bir an içeriye girmelerinden korktum ama o kuzgun sürüsü penceremin yanından geçerken büyülü bir şeye dönüştü bir anda; simsiyah kuzgunların üzerinde, uçan arabalarda ve süpürgelerde cadılar vardı. pembe ve lilanın en toz halindeki renkleriyle beni büyüleyerek geçip gittiler… uyandığımda lila ışığı hala hissediyordum (3 mart, sabaha doğru)
***
beklenen yoğun kar yağışı bugün bitti… bütün gün hava bir açtı, bir yağdı mahallede. sakin bir pazar günü geçirdim… a. çarşamba’dan beri yok; kahvaltımı yalnız yaptım, kuşları besledim ve onları seyrettim, videolarını çektim. çocuklar kalkınca evi temizledim, çamaşır yıkadım, kuruyanları kaldırdım; bütün bunların arasında biraz kitap da okudum, bir şeyler de izledim ve gündemi de takip ettim. kendini uzun hissettiren bir gündü… akşam üzeri her şey bitip banyomu yapıp kış bahçeme oturduğumda nefis bir kar yağmaya başladı; kendimi bir kar küresinde gibi hissettim. o esnada murakami’nin neredeyse her şey olağanüstüyken aynı anda durağan da olan evreni ve schubert’in her zaman beni içine çeken melodileri yanımdaydı… (13 mart, akşama doğru)
***
yeni bir hafta başlıyor… ada evden çıkarken kalktım; aslında neredeyse bir saattir uyanıktım ve yatakta kitap okudum.
evi havalandırdım… salondaki akşamdan kalan hafif dağınıklığı toparladım… biraz esneme hareketleri yaptım… haberleri açtım ve fakat vazgeçip günün ilk kahvesiyle zhu xiao-mei‘nin çok sevdiğim yorumuyla goldberg variations albümünü dinlemeye başladım…
yine niyetim daha çok buraya gelmek; bakalım bu defa olacak mı? (14 mart, sabahın ilk saatleri)
fotoğraf kar öncesi yaptığım uzun yürüyüşten…