mahallenin sokak aralarında yürüyüş yapmaktan sıkılıp bu sabah 6.30’da sahile inip yürüdüm. sadece ben, kargalar, martılar, uzaktan gördüğüm parka bakım yapan iki belediye çalışanı ve bir kedi ile karşılaştım; kimseler yoktu… o tenhalıktan hem biraz ürktüm hem de çok keyif aldım… fotoğraf sabahtan; inanılmaz güzel bir ışık vardı.

yürüyüş müziklerim DeVotchKa‘dandı. bir şarkıyı buraya bırakmalıyım elbette. hadi head honcho‘yu dinleyelim.

sonrasında eve gelip salonu toparladım, kendime bir kahve yaptım ve akşam uyuyakaldığım dizinin son bölümünü izledim; bir danimarka polisiyesi olan the investigation. 2017 yılında işlenen bir cinayetin gerçek hikayesi. sanığı hiç görmeden izlenen bu polisiye tahmin edeceğiniz gibi duygusal olarak sert bir dizi; hikayenin kendisi bir yana coğrafyadan ve kuzey avrupa kültüründen kaynaklanan bir sertlik bu! hikayeye dair bir spoiler içermediğini düşündüğüm için dedektifle savcı arasında geçen bir konuşmayı buraya yazacağım:

dedektif: “… kaç tane cinayet davasında çalıştığımı biliyor musun? 138. ama hiç böyle bir davada çalışmamıştım… danimarka’da her yıl 50 cinayet işleniyor değil mi?

savcı: “evet yaklaşık olarak.

dedektif: “çok düşük bir sayı ama bana hiç öyle gelmiyor. çünkü hepsini biliyoruz.

savcı: “belki daha da medeni oldukça karanlığa bakmaya daha çok ihtiyaç duyuyoruzdur.

pencerenin önüne koyduğum bulgur tanelerine gelen serçelerin ve kumruların kanat çırpışları, yeme çıtırtıları arasında, mutfak masasında bunları yazıyorum. pencere açık ve tatlı bir sabah serinliği var. karanlığa bakmanın her halini düşünmekten kendimi alamıyorum… herkes iyiki uyuyor (8.30)

***

kahvaltı sonrası mutfağı toparladım. hepimiz evde olduğumuz için ev daha çabuk kirleniyor ve ben “boşluktan” yerdeki her şeye ve toza çok fazla takılıyorum… kalben‘in şarkısı içimde çalıp duruyor. (10.30)

***

gün içinde evde sesler bazen çok yükseliyor… bunlar neşeli sesler de olabiliyor gerginlikler de. bu sefer neşeli bir bağrış çağrış seansının ardından şu anda çocuklar odalarına çekildiler, a. salonda bitmeyen iş konuşmalarından birini daha yapmaya başladı. ben çalışma masamdayım ve etta james dinliyorum. geçenlerde mutfakta iş yaparken gündeme dair haber ve videoları dinlemekten vazgeçip müzik dinlemeye karar verdiğimde dinlediğim etta James‘e geri döndüm…

size de bir tane gelsin; at last elbette. (16.11)

“… But life is coming back to me
One winning ticket is all you need
And all falls in place suddenly
Remember, one winning ticket is all you
…”

yeniden bir hayat kurmaya çalışıyorum; yeni ritimlerden, yeni rutinlerden, eskiden yapılan her şeyin başka bir döngü içinde yerini almaya çalışmasından, biçimini değiştirmesinden oluşan bir araf hali bu!

çok iyi bildiğimi yeniden, yeni bir şey gibi öğrenmeye çalışırken, geçen hayatın içinde kaybettiğim kendimle birlikte, yeni bir ben yaratma çabası adeta… yavaşça oluyor, hissediyorum…

bu uzun sessizliğin nedeni buydu; sanırım ne diyeceğimi pek bilmiyordum…

***

sabahları 5.25’de değil ama en geç 6.30 gibi kalkıyorum… yeniden qigong çalışmaya başladım. evde bile kalsam, her gün hafif bir makyaj yapmayı sürdürüyorum; bunu yapmak hoşuma gidiyor… kampüsteki kısa mesafe yürüyüşlerinin yerini caddebostan idealtepe sahil hattında uzun yürüyüşler almıştı. ama malum kapandık. şimdi mahalle arasında yürümeye devam edeceğim.

evi saran ağaçların ve doğanın uyanma halini izliyorum. bolca kanat çırpıntısı var etrafımızda. anne baba olmaya karar veren iki kumru, aysel ve nejat, bunu bizim penceremizin önünde yapmayı başaramadılar. yumurtalarını kaybettiler ve yeniden denediler ama olmadı. umarım başka bir yerde güvenli bir alan bulmuşlardır. şu anda bazen ikisi, bazen tek tek gelip mutfak penceresi önünde serçeler ile birlikte onlara koyduğun bulgurla karınlarını doyuruyorlar… yemek kalmadıysa içeriye dik dik bakan kumrular ve serçeler var hayatımızda ve bolca kanat çırpıntısı sesi elbette…

***

bu süreçte kendimi mümkün olduğunca her türlü ekrandan uzak tutmaya çalıştım… bu aşamada “tehlikeli” bir şeydi benim için çünkü… bu gündemle, içinde olduğumuz dünyanın ruh haliyle, ekrana hapsolmak çok mümkün… bunu istemiyorum…

***

ama artık buraya daha sık geleceğime ve hala blog yazan arkadaşlarıma uğrayacağıma söz veriyorum.

bu yeni hayatın ilk şarkısı

michelle gurevich‘den life is coming back to me olsun.

And in your soul
They poked a million holes
But you never let them show
Come on, it’s time to go

2006 yılında bir buhran döneminde ve elime geçen zengin bir mp3 arşivi sayesinde 7 kişilik bir arkadaş grubuna e-posta mesajlarıyla bu kampüste başladı. her nefes darlığında dışarı koştum ve kendimi doğaya bıraktım… bu manzara, orman, geyikler, alakargalar, yabani tavşanlar, açan çiçekler, sararan yapraklar, kendini yeniden doğuran doğa yoldaşım oldu…

söyleyecek çok şey var ama hepsi “teferruat” gibi geliyor.

gitmeden son bir şarkı çalmak lazım…

DevotcKa‘dan

how it ends

burada geçen 21 yıla gelsin…

bana burası radyo şarampol‘ü gönderdiğinde ne yaptığını çok iyi biliyordu. kitabın beni olduğum yerden alıp erken gençliğin, o kendini keşfetmeye ve hissetmeye başlamanın zorlu ve fakat bir o kadar da heyecanlı yolculuğuna geri götüreceğinin elbette farkındaydı.

üstelik, kitabın “evreni” tam da o kendimi keşfetme ve hissetme yolculuğumun geçtiği coğrafyayı, sokakları, caddeleri, çay bahçelerini, deniz kıyılarını, müzikleri, mekanları, nesneleri, ruh hallerini, narenciye bahçelerinin çiçek ve portakal kokularını veriyordu bana…

uzun bir okuma oldu benim için, neredeyse kitabın tamamını işe gidiş geliş yolunda, serviste okudum. belki de okumanın ötesinde hayatımda ilk kez bir kitaba kendi hikayemi ekledim ve hatta kendi evrenime göre metni düzelttim. şu anda elimde olmadan şarampol’de büyümüş filiz’den çok yenikapı’da büyüyen ve kendini bulmaya çalışan o sessiz ve sakin kızı düşünüyorum. elbette filiz de okuldaki şarampol’lü ve matematiği iyi olan benden iki üç yaş büyük kız olarak kendi hikayesi ve evreniyle benimle…

şimdi burada, kitaba kaçak olarak giren o kızın, z.’nin burası radyo yenikapı çağrışımlarını yazacağım; kısa, kısa ve hafifçe puslu anılar halinde…

***

… annemin mutfağında her zaman bir radyo vardı… ikindileri çalan fasılları, cumartesi günleri dinlediğimiz radyo tiyatrolarını, arkası yarınları hiç unutmadım ama hafızamda tuhaf bir şekilde en çok kalan joseph kessel’ın atlılar adlı romanından uyarlanan arkası yarının cilgılı oldu. o gün bugündür o kitabı okumak isterim. artık vakti geldi sanırım…

… kitapta geçen antalyalı şair metin demirtaş yerine benim o yıllardaki antalyalı şairim abdullah şanal‘dı. ablamın lise edebiyat öğretmeniydi sanırım ve evde onun bir kitabı vardı. ne zaman hatırlamıyorum ama kitabı karıştırdığımda bir dizeye takılıp kalmıştım; hala zihnimde dönen bir dize bu;

“zamanlama yanlışıdır yansıyan düşlerime”

gugullayınca, abdullah şanal‘ı buldum. kitabın arkasındaki pos bıyıklı o genç adam artık bambaşka birisi tabii…

… şimdi yat limanı olarak bilinen eski liman… bir kız çocuğunun balık tutmasının mümkün olmadığı bir yer benim için… niyeyse hafif karanlık, çok temiz olmayan, balık ve nem kokan bir balıkçı mekanıydı orası… bizim günlük yaşamımıza neredeyse hiç dahil olmayan bu limana münci enişteler geldiğinde gezmeye gitmiştik… belki de sonrasında, lise yıllarımda, bütün değişim ve dönüşüm sürecini yakından takip etme ve yaşama şansım olduğu için eski liman sadece siyah beyaz bir fotoğrafın hissiyle kaldı içimde… martılarsa antalya’da neredeyse hiç yoktular ve hala yoklar…

… konyaaltı… obalar… varyanta en yakın olan obalar antalya’lı varlıklı ailelerinin yazlarını geçirdiği düzgün yapılardı… annemin kuzeninin oradaki obasına gittiğimizde gördüğüm bir kasa coca cola (burada hafızam beni yanıltıyor olabilir) veya gazoz benim için inanılmaz bir zenginlik göstergesiydi… bizim evimizde değil bir kasa bir şişe bile olmazdı. soğuk içeceklerimiz vişne şurubunun tanesiz kısmının sulandırılmasıyla yapılan vişne şurubu, annemin ezilmiş meyvelerle yaptığı karışık meyve suları veya limonataydı elbette… biz hiç obada kalmadık… ama bir karpuz ve annemin yaptığı zeytinyağlı dolma ve böreklerle nihal teyzelerin yüzme havuzunun daha ilerisine kurdukları derme çatma obalarına çok giderdik…

antalya film festivali bizim çekirdek ailemiz ve komşularımız için inanılmaz şenlikli ve eğlenceli bir şeydi. her yıl gelişini heyecanla karşılar, palmiyeli yolda korteje mutlaka katılırdık… faytonlarla, kocaman üstü açık arabalarla önümüzden geçen ünlülerin gülüşleri ve el sallamalarıyla etrafa yayılan neşe ve mutluluğu hala içimde hissediyorum. bir ünlüyle göz göze gelmek ve onun size gülümsemesi büyük bir olaydı o zamanlar. festivalle başlayan sokak konserleri ve gösterileri, konyaaltı sahilde yapılan kalabalık sünnet töreni konserleri eylül ayının en keyifli etkinlikleriydi. oturduğumuz evin çok yakınlarında ara sokakların birinde kurulan sahnede rüştü asyalı‘nın keloğlan yorumunu hayal meyal hala hatırlıyorum…

… içinde olduğum ailenin ve elbette babamın dünya görüşüyle beraber yetmişli yılların hareketliliği ve seksenlerin karanlığı sola meyletmemin nedeniydi… saray sinemasında sloganlar ve marşlar eşliğinde, ürkerek ve kalbim çarparak izlediğim sürü filmi… topladığım renkli, siyah beyaz çocuk, işçi, köylü fotoğrafları… fabrikada çalışan bir genç kızı anlatmaya çalıştığım ilk öykü denememi bir aile büyüğüyle paylaşmam sonrasında duvara çarpmam ve uzun yıllar yazdığım her şeyi deneyimlemem gerekiyor gibi bir zorunluluk hissetmem; yazmaktan korkmam!… çağlayan lisesindeki bir öğretmenin aynı model ve ördekbaşı yeşil rengindeki arabasıyla karıştırılarak, ziya amcanın apartmanın altındaki arabasına bomba konması ve bir gece patlayan bomba sesiyle uyanmam…. babam iş gezisinde olduğu için annemle yattığım yatağın üzerindeki küçük cam parçalarının parlaklığı, camlardaki çatlaklar, bütün apartmanı saran korku, keder, üzüntü ve göz yaşı… seksen darbesi sonrasında jandarmaların gezdiği boş sokaklardaki bisiklet turlarımız…. en sevdiklerimden biri olan edip akbayram’ın eşkiya dünyaya anam hükümdar olmaz şarkısını ortaokulda bir sınıf etkinliğinde söylemeye çalışırken sesimin titremesi ve sınıftaki gülüşmeler nedeniyle buharlaşıp kaybolmayı istemem… yarın dergisiyle tanışmam… belediye işhanı’nın ikinci katındaki akdeniz kitabevi’nin müdavimi olmam… cumhuriyet kitap kulübü üyeliğimle içten içe duyduğum gurur… cumhuriyet gazetesine gönderdiğim ve yayınlanan yorumum için yaşadığım heyecan ve mutlulukla üniversite yıllarıma geldiğimde dalga geçmem ve hatta biraz utanmam…

… filiz’in gittiği lisedeki öğretmenlerim… kapıda bekleyerek, belde kemerin altına toplanarak kısaltılan etekleri dikişlerinden yırtarak uzatan, sınavlarda yüksek topuklu ayakkabılarıyla sandalyenin üzerine çıkan coğrafya öğretmeni çılgın meloş, çok hızlı konuştuğu için trilom lakaplı bir beyefendi olan edebiyat öğretmenimiz ve divan edebiyatının benim için bir muamma olarak kalması, ortaokul yıllarım boyunca desteklenen ressam olma hayallerimin liseye gelince bunu hobi olarak yapman daha iyi şeklinde telkinlerle yerle bir edilmesi, kendimi dertleşecek kadar yakın hissetmem bir yana beni bir birey olarak ciddiye aldığını hissettiğim ingilizce öğretmenim adil bey, “sanat mı önemlidir bilim mi?” başlıklı münazarada çok acayip bir savunma hazırlayarak, herkes “elbette bilim” diyerek “baştan kaybettiğimizi” söylerken sanat’la kazanmamız ve bu mağlubiyeti kaldıramayan en yakın arkadaşlarımdan birini kaybetmem…

benim için filiz’in ali’si gibi olan altuğ’un bize adalet ağaoğlu‘nun kitabı hadi gidelim‘le gelip, kurşunlu şelalesine gitmemizi istemesine annemin evde komşular olduğu için izin vermemesi ve yaşadığım günlerce süren hayal kırıklığı…

… annemin bize elbise dikeceği zaman, fikir almak için konfeksiyon vitrinlerine yaptığımız turlar… dikiş makinesinin sesi, annemin müşterileri, annemin işleri yetiştirme telaşı… kumaş kokusu, kumaş dokusu, kumaş renkleri, kumaşın üzerine koyarak seçtiğimiz düğmeler ve düğmeleri satın aldığımız küçücük dükkanların kaotik dünyası, kumaşçılarda, raftan seçtiğimiz kumaş toplarının önümüze çok zarif bir el hareketiyle açılması, kendimi her kumaşa hafifçe dokunmaktan alıkoyamamam ve seçtiğimiz kumaşın metreyle ölçülürken ve kesilirken yapılan hareketlerine büyülü hareketlermiş gibi takılı kalmam…

ve o zamanlar arpacı bir kuş gibi olan ruh halimin hala zaman zaman benimle olması ve o kızın hala içimde bir yerlerde saklı kaldığını hissetmem…

***

kitapta belediye işhanı’nın duvarındaki prometheus resminden söz edildiği bölümleri okuduğumda kalbim çarptı… sanki binlerce yıl öncesinden söz ediyordu… ve sanki ben ida’lı ölümsüz bir tanrıça gibi bu hayatı döne döne, bitmeden yaşamaya mahkumdum… ömür dediğimiz meselenin kısalığı fikri uçup gitmişti bir anda… o hayat bitmiş, başka bir hayat yaşanmış, sonra başka bir hayat daha geçip gitmişti belki… kaç farklı hayatın içinden girip çıkmıştım acaba?… kim bilir?…

benim çocukluğumda, 80 öncesi antalyasının efsanevi bir belediye başkanı vardı. niyeyse yıllardır onun artık yaşamıyor olduğundan çok emindim… meğer sadece 1941 doğumluymuş ve hala hayattaymış selahattin tonguç. darbe dönemimde görevinden alınan bu çok kıymetli belediye başkanının antalya’da yarattığı sanat ve sosyal ortamı inanılmazdı. aşağıya prometheus resmini yapan orhan taylan‘la birlikte salt’da 2013 yılında yaptıkları bir söyleşiyi bırakıyorum. bu söyleşi o dönem antalya’da yaratılan çevrenin ne kadar değerli olduğunu eminim size hissettirecektir…

bütün hikayeyi ve 80’de memleketi saran hastalıklı kafayı şu yazıdan da okuyabilirsiniz.

***

başladığımda bu kadar uzun bir yazı olacağını düşünmemiştim doğrusu… üstelik aslında yazacak daha çok şey var. ama bir yerde durmam gerekiyor sanırım…

son söz olarak müzikten söz edeceğim elbette ve benim müzik evrenimde radyonun yerinden…

radyo z elbette kendiliğinden ortaya çıkan bir şey değil annemin genç kızlığında evlerine alınan ilk radyonun, üzerinde danteliyle bizim evimizde yer almasıyla başlayan ve annemin mutfağındaki radyolarla devam eden bu macera, TRT radyo 3’de dinleyip öğrendiğim klasik müziğe ve en önemlisi çok kıymetli şebnem savaşçı & yavuz aydar‘ın memleketin en uzun soluklu radyo programı olan stüdyo fm‘le doruğa ulaştı. bugün bile çok büyük bir keyifle dinlediğim police, neil young ve salif keita gibi müzisyenleri bu şahane iki insanla tanıdım. yakın zamanlara kadar ntv’de, ntv stüdyo olarak program yapmaya devam ediyorlardı; son durumu bilmiyorum… şuradan yayınların podcast’lerine ulaşabilirsiniz.

***

müziğe gelince radyo yenikapı‘nın müzik listesi radyo şarampol’den birazcık farklı aslına bakarsanız. antalya festivali’ne gelen müzisyenlerin şarkılarından, anne babalarımızın piknik repertuarlarına giren türk sanat müziği şarkılarına, siyah beyaz müzikal filmlerin melodilerine, aspendos tiyatrosu ve antalya stadyumunda yapılan konserlere, dandan gazinosu’na ve elbette stüdyo fm’e dayanan bir liste bu; elbette çok küçük bir bölümü ve hızlıca ilk aklıma gelenler… filiz’in listesinde berlin dönemi melodileri de var ama ben ona karşılık gelen odtü yıllarımın melodilerini buraya hiç almayacağım…

önce antalya’lı besteci ismail baha sürelsan‘ın beni hep mutlu eden şarkısı

o yaz günleri en tatlı hayallerle geçti‘sini

nesrin sipahi‘den dinliyoruz.

sonra sizi youtube’da radyo yenikapı’ya alayım.

içinde gibiyim iki gündür burada… pencerenin ardında lapa lapa yağan kara içimde uçuşan pek çok his eşlik ediyor. birikemeyen, toprağa tutunamayan kar gibi içimdeki hislerin de bir yerleşikliği yok; bir yerlerde yüzeye çarpıp sağa sola savruluyorlar…

emeklilik sürecinin bürokratik hengamesi yanında yaptığım işlerin devri bir krize dönüşmüş durumda… bazen buradan çıkamayacakmışım hissi yaşıyorum ve nefesim kesiliyor!

bu da geçecek elbette…

her şey gibi…

burada susuyorum ve

baby I’am tired

diyorum.

si connelly

söylüyor.

Kendim olmaya karar verdim. İyi de kendim kimdi, nasıl biriydi?

F. M. Dostoyevski, Ecinniler

bir “çanta” hazırlıyorum şu sıralar. yeni bir hayat ve başlangıçlar için… umuyorum uzun bir yolculuk olacak bu… gideceğim yola dair bazı hedeflerim var. son bir kaç gündür bir liste yapmaya başladım; yapılacaklar ve gidilebilecek yollar listesi. bu yollarda hem eski kendimi hem de yeni olan beni bulmaya da çalışacağım. kendimden geriye ne kaldıysa… kendimi içimde bir yerlerde neye evrilttiysem. göreceğiz…

on iki nisan’ı izleyen ilk günlerde resim heykel müzesine gidip Aivazovsky resminin karşısına oturmak istiyorum mesela; o fırtınanın içindeki anlaşılmaz dinginliğe ve huzura ihtiyacım var çünkü.

elimde olmadan son yirmi bir yıldır içinde kendimi doğayla, karşılaştığım geyiklerle, yabani koca kulaklı tavşanlarla, alakargalarla, her bahar kendini yeniden doğuran doğayla sağalttığım anlamsızlığa harcadığım vakti ve enerjiyi düşünüyorum. keşke demek istemiyorum; bu sözcüğün tınısını da, hissettirdiklerini de, hatırlattıklarını da sevmiyorum çünkü… kendi çocuklarıma dediğim şeye inanmak istiyorum: hiç bir şey boşuna değildir

bu geldiğim nokta bugünden dolayı elbette. memleketin hemen her yerindeki, kurumlarındaki pespayelik, vasatlık ve anlamsızlıklar çoğumuzu tüketiyor. son dört beş gündür olan bitenlerse “yeni bir yeniye” başladığımızı gösteriyor sanki!

***

ama bugün bunlardan söz etmek istemiyorum; dışarıdaki tüm gürültüye rağmen içimdeki huzuru ve iyi hissetme halini duymak istiyorum. o his şükürler olsun orada, bütün saçmalıklardan azade kendini her geçen günle daha da güçlendirerek ve evrilerek öylece duruyor. malum iyi hissetmenin kendisi de değişken ve rengarenk!

sevgili neslihan’ın diken’de çıkan son yazısında dediği gibi:

… ilkbahar resmen başlıyor. Kutlu olsun! Öncü nitelikli bir ateş elementi olan Koç arketipi saf benliğin ileri atılarak sahaya çıkmasını ve kendi varlık sebebi için mücadele etmesini temsil eder. Burada düşünce yoktur. Saf, ham ve kendi yakıtını sağlayan bir cesaret söz konusudur. Eskinin önüne geçip yenisini getirmek belki de böyle mümkündür.

Her sene bu zaman bizlerin de haritasındaki Koç alanı tetiklenir. Başlangıç yeri her zaman aynıdır, ama mücadele alanı, şekli ve öncelikleri değişir. Doğumumuzdan bugünümüze sabit duran varlıklar olmadığımıza göre bu da anlamlıdır…”

evet şimdi bir nevruz günü geldiğim bu hayata, yeni başlangıçlara şükran diyorum ve kendime bir nina simone şarkısı çalıyorum.

feeling good

elbette.

Fish in the sea, you know how I feel
River runnin’ free, you know how I feel
Blossom on the tree, you know how I feel
It’s a new dawn, it’s a new day, it’s a new life for me, oh
And I’m feelin’ good

Utan
Utan
Utanmayan insan olur mu lan?
Altın bir madalyon gibi taşınmalı vicdan
Tek kıvılcımdan nasıl yanarsa koca orman
Unutmazlar, unutmayız, unutmam
…”

– tolga akdoğan

burada çalmak istediğim bir şarkı vardı. bugün gündüz vassaf‘ı dinleyince,

tamam” dedim, “artık vakti geldi…”

gündüz vassaf’la DW Türkçe’nin youtube kanalında yapılan söyleşiyi mutlaka dinleyin derim; ben içim titreyerek dinledim…

***

önce söyleşiden bir alıntı bırakayım;

… Bu düzenin ahlaksızlığı ortada zaten. Gelir adaletsizliği, gezegene yapılan, hayvanlara yaptığımız. Bunlar ahlaksızlık artık. Tek kelimeyle ahlaksızlık… O ahlakı arıyoruz. Utanmıyorsun diyoruz. Bu düzen değiştirmek değil, devrim yapmak değil. Sen nasıl böyle birisi olabilirsin? Utanmıyor musun? Bundan daha temel bir şey olabilir mi? …

sonra da şarkımızı çalayım.

adamlar söylüyor

utanmazsan unutmam.

fotoğrafın kaynağı için lütfen şuradan buyrun.

“Şu an kendimi özgür hissediyorum.”

nathalie 

mutfak masası ve tezgah yemek sonrasının karmaşası içindeyken ben bir köşede bunları yazıyorum… ev sessiz, herkes kendi köşesine çekildi…

kafam yemekle birlikte hızla içtiğim şarabın ve gün içinde yapılan tüm konuşmaların, gelgitlerin etkisiyle hafif dumanlı…

yarın iş günü ve buna hazır değilim; artık asla hazır olmuyorum, olamıyorum!

zihnimde sabah izlediğim filmin ve dün akşam izlemeye başlayıp sabah bitirdiğimiz dizinin hikayesi dönüp duruyor. hayat ağır bir yük oluyor bazen; bazen değil aslında her zaman… ve kendi yükümüz yetmiyormuş gibi ekrandan izlediğimiz hikayelerin yüküyle de tükeniyoruz gibi geliyor şu sıralar!

diziden söz etmeyeceğim, şu an anlatmak istediğim film.

***

sabahın sessizliğinde, gün ağarırken izlediğim film, isabelle huppert‘in başrolünde oynadığı ve kadın yönetmen mia hansen-love‘ın yönettiği 2016 yapımı l’avenir.

bir kadının değişikliklere ve krizlere uyum sağlama konusunda nasıl yetenekli, nasıl güçlü, nasıl yalnız, nasıl katı, nasıl inatçı ve kendi gerçekliğiyle nasıl da barışık olabileceğinin çok sade bir anlatımı bu film… atmosferini, dilini ve elbette müziklerini çok sevdim. isabelle huppert’e çok özel bir sempatim olmasa da bu filmdeki karakterin aurasıyla uyumu inanılmaz.

müziklerine ise gerçekten bayıldım; sabahtan beri içimde sürekli dönüp duran melodilerden ikisini buraya bırakıyorum.

ilki donovan‘dan

deep peace

ve ikincisi the fleetwoods‘dan unchained melody.

hala yoğun bir şekilde devam ediyor. çalışmam gerekiyor ama gözümü penceremden ve düşen kar tanelerinden alamıyorum.

bu güzellik için güne başladığım melodiyi çalacağım şimdi.

manu delago‘dan

a step‘i dinliyoruz.

bu fotoğraf ise penceremin hemen karşısındaki kardan ağacım 🙂

1 5 6 7 8 9 41

kategoriler