“…Orada öyle bir süre bakışıyoruz. Dünyada bakışmaktan ve yağmurdan konuşmaktan başka işimiz yokmuşçasına…

– alkım doğan, bir uzun üşümek

şahane bir yeni yıl yazısı yazmışım buraya… bu şahane lafı komik oldu tabii 😉 babaannem kendi yaptığı yemekleri methederek sunarmış konuklarına; yaptığım yemekleri övdüğümde anlatmıştı annem, “babaannene mi çektin?” derdi. maalesef hiç tanıma şansım olmadı ama adını aldığım babaanneme benzeyen bir yanım var sanırım…

neyse konumuz bu değil… mesele geçen yılki yazı ve şahaneliği; bu yıl yazdığım yazının yanında kesinlikle parlıyor ve bu durum yazının biçeminden çok 2023’ün yaşattıklarının yükünden elbette; hakikaten nefesim kesilmiş 2023’te… sevgili leylakcım “öyle güzel bir yeni yıl yazısıydı ki, sanırım 2023 iyi geçecek…” diye bir yorum yapmıştı… ne oldu derseniz, pek çoğumuzu ezdi geçti!!!!

yazıya dönmek isterseniz şuradan buyrun

***

neyse bu yıl burada başka bir şey yapmaya karar verdim; şu hep açmak istediğim yemek günlüğünü burada yapacağım… malum çok yazamıyorum artık; uzak kalınca paslanmışım doğrusu. bunu yapmak hem biraz buraya dönmemi kolaylaştıracak hem de uzun süredir yapmak istediğim bir şeyi hayata geçirmiş olacağım; birden fazla alana da gerek yok, radyo z her şeyi içine alabilecek bir “kara parçası“…

yani sevgili alkım’ın şu sıralar benimle olan öykü kitabının inanılmaz güzel adına gönderme yaparak dünya sakin bir yermiş gibi burada bazen tariflerimi ve mutfak notlarımı paylaşacağım…

ilk tarifimiz mercimekli bir şey; ne olduğunu söylemeyeyim, sürpriz olsun…

az önce yağmur başladı; bu nedenle en güzel yağmur şarkılarından birini dinliyoruz şimdi.

josé feliciano‘dan rain diyor.

“… Bu: bir boşluk: içimde
Yaşamak izi de denir,
Sanki, nice kelebek tozu, içinde
…”

birhan keskin, zeytin ağacı

son bir kaç yıldır en mutlu olduğumuz saatleri burada geçiriyoruz… hava inanılmayacak kadar güzel, ince birer kazakla bile hiç üşümüyoruz… masamızı kurduk… ateşimizi yaktık… geçenlerde çıkan fırtınada kırılan dalları toparladık… a. buraya yapmanın hayalini kurduğumuz minik evin temellerini işaretledi… 2024 yılı için en büyük dileğim burada bir yaşam alanı kurabilmenin en azından başlangıcını yapabilmek… memleketin, dünyanın ve hayatın ağır yükünden biraz olsun uzaklaşabileceğimiz bir yerin hayali bu; kocaman bir hayal yani…

***

2023 pek çok açıdan tatsız bir yıldı benim için… sanki içime biraz daha çekildim… malum memleketin ve dünyanın durumu da çok yardımcı olmadı…

2024’te “açılmam” lazım…

yazmam lazım…

daha fazla sokaklarda olmam lazım…

dinlediğim müzikleri artırmam lazım…

nefes almam lazım…

başka bir z. lazım

***

zeytin ağaçların nefesinin altında ve yanımdaki ateşin sıcaklığıyla umutlu, direngen, dileklerinize ve hayallerinize kavuştuğunuz bir yıl diliyorum…

yılın son şarkısı zeytuni zar olsun!

arto tunçboyaciyan ve armenian navy band‘den dinliyoruz.

I got caught in a storm
And carried away
I got turned, turned around
…”

festival filmleri gibi olduğunu söylüyor… bu gece yine öyle bir rüyanın içindeyken, lhasa‘nın içimde çalan rising şarkısıyla uyandım… saat beşe on vardı; kalktım ve mutfak masasında rüyamdan parçaları hatırlayabildiğim kadarıyla not edip, tekrar yattım. bunu yapmazsam unutuyorum ve mutsuz oluyorum. ayrıntıya girmeden bir kaç detayı burada da yazayım…

hayatımdaki iki annem, paralel bir şekilde ve birbirlerinin yerini alarak bir olayın içindeydiler… sanırım bu rol geçişlerin kendi içinde bir mantığı vardı…

evde, sosyal medyadan tanıdığım birisi konuğumuzdu… onunla vakit geçirmek için bir şeyler yapmayı önerirken, önerdiğim şeyleri gördüm; caddebostan sahilden eve doğru yürüyorduk, hava bulutlu ve deniz çırpıntılıydı…

sırtımda ve boynumda bir sorun vardı, rüyada bir şeyler kontrol çıkmış gibiydi ve ne olduklarını hatırlamıyorum; kalın, mordan maviye dönen inanılmaz güzel renklerde alpaka yapağı ile yapılan bir fuları boynuma sıkı sıkı sardım… dışarıya çıkıyorduk… üzerimde hiç sevmediğim renklerde kıyafetler vardı, kalın ve polar bir şeyler… huzursuzdum bu nedenle… bu uyanmadan hemen önceydi…

***

lhasa’nın ölüm yıldönümüne sadece bir kaç gün kaldı… onu kaybettiğimizi öğrendiğim gün yaşadığım hüznü hala içimde hissediyorum…

evet rising diyoruz.

Sabah sabah 34 bin dertli vatandaşın burada toplaşması… durum çok vahim.”

bir fatih altaylı dinleyicisinin yorumu

bugün de güne altıda başladım… tiroid hapımı aldım, belim, dizlerim ve boynum için esneme hareketlerimi yaptım ve dişlerimi fırçaladım… sıcak suyumu içerken, kahveyi demledim, ada’nın kahvaltısını ve öğle yemeği kabını hazırladım…

dün akşam çınarcık açıklarında bir deprem olmuş; onunla ilgili bir kaç habere baktım…

sonra öğle yemeği kaplarını ve kahve mataralarını teslim ederek a&a’yı uğurladım…

ve yine he zaman olduğu gibi kulaklığı taktım ve fatih altaylı’nın sabah yayınlanan videosunu açarak, yatağı topladım, odaları havalandırdım, akşamdan kalan kupa, kadeh, bardak gibi şeyleri de toparlayarak sabah hazırlıkları sırasında ortaya çıkan bulaşıkları yıkadım…

giyindim, banyoya geçtim ve hafif bir temizlikten sonra makyajımı yaptım. emekli olup evde çalışmaya başladıktan sonra kendime yaptığım bir iyilik bu; dışarı hiç çıkmasam da kendime bi çeki düzen veriyorum

fatih altaylı ve emre bugün beni çok güldürdü; yukarıda sıraladığım şeyleri yaparken ara ara sesli kahkahalar attım… çamur gibi gündemi takip etmekten kendim alamıyorum maalesef; bu ülkeden bir b. olmaz hissiyle ve genel olarak yandaş olmayan gazetecilerin de artık neredeyse bir depresyonun içinde olduğunu düşünerek olan biteni bir zorunlulukmuş gibi takip ediyorum…. bundan kurtulmalıyım, biliyorum ve üzerinde çalışıyorum…

şimdi çalışmaya başlamadan önce günün şarkısını çalayım.

the bangles‘den

manic monday‘i dinliyoruz.

Sessiz değilsin; büyük bir gürültünün içindesin, duymuyorlar

ilhan berk

günü yaptığım yayında, çalışma masamın manzarası olan bir inşaattan söz etmiştim; bütün bir yıl boyunca tüm süreci izledim… yeni yılla birlikte bina biter ve komşular taşınır muhtemelen ama temelin hemen yanında açık bırakılan çukur hala tam olarak kapatılmadı…

yıl boyunca bu çukur yüzünde belediyeye tam altı şikayette bulundum; baktım değişen bir şey yok cimer’e yazdım; binanın bitmesine yakın üst katlardan ve hatta çatıdan çukura fırlatılan seramik parçalarından, borulardan, torbalardan bunalıp pencereden avaz avaz bağırdığım da oldu ki beni yakından tanıyanlar bilir böylesi bir tepki vermek kolay değildir benim için…

benden başka tepki veren de yoktu sanki; sadece arada bir karşı tarafta oturan yaşlı çiftin çukura bakıp sinirli sinirli söylendiklerini hissedebildim sadece… her şikayetimin sonrasında zabıtadan arayan görevli cezai işlem uygulandığını söyledi, cimer’in topuyla da yine aynı zabıta yine aynı ifadelerle bumerang gibi bana geri döndü….

şimdi çukur yavaş yavaş dolduruluyor, altı tamamen atık dolu ve ben bile artık görmemekten başka bir şey dilemiyorum. ama sevindiğim tek bir şey var; karşı taraftaki asma ve sarmaşıkla beraber, neredeyse öldüğünden emin olduğum dut ağacı bütün güçleriyle direniyorlar. yakında her şey bitecek ve umuyorum doğa bir sonraki müdahaleye kadar kendi bildiği şekilde toprağı ele geçirecek…

bir ólöf arnalds şarkısı geliyor şimdi; surrender diyoruz…

Stream of cold
Breathing slowly
Tired feet
Press the ground

Gentle flow
Scent of growth that opens me
…”

“hareket halinde olmak içinde hep bir vaat taşır. hem istasyonlarda hem de müzikte.”

kuş evi, eva meijer

ve hatta aylar ayları kovaladı; ben sessiz ve akvaryum gibi bir odanın içinde, sözcüklerin peşinde gittikçe sessizleştim… içimde durmadan yüzeye çıkıp derin bir nefes alma arzusu olsa da “küçük kara bir balığın” peşinde kaya diplerine doğru yol almayı tercih ettim; sessizlik ve o ıssız mavi derinlik itiraf etmeliyim çok cazipti…

işin tuhaf tarafı “o derin sularda” dışarının bütün gürültüsü, karmaşası ve saçmalığı benimleydi; onu takip etmekten asla vazgeçemedim; evi temizlerken, bulaşıkları yıkarken, yemek hazırlarken ve makalelerin rutin işlerini yaparken kulağımda katastrofik bir gündem çınlayıp durdu ve durmaya devam ediyor…

***

hafifçe güzün ışığına kavuştuğumuz ilk eylül günlerinde; gelecek olan yağmurların, serin rüzgarların ve bulutların da yardımıyla bizi saran saçmalıklar evreninden bir nebze de olsa azade bir “hayatı” yeniden kurabilme hayaliyle uyanmaya başlamıştım aslında; yeniden buraya dönmek, yeniden kendi sözcüklerime ve yazı evrenime kavuşmak için üç ay bekledim…

bugün kasım’ın, en sevdiğim ayın son günü… eğer bugün de buraya gelmezsem hiç gelemeyecekmiş gibi bir duygu yaşadığım için buradayım! beni içine çeken gündemden, gittikçe ağırlaşan ekonomik koşullardan, belirsizlikten, gölgeleri ve karanlığı gittikçe daha fazla hissedilen zihinlerin baskısından arada bir kurtulmam gerekiyor; aksi durumda boğulacağım… hissediyorum…

***

burada paylaşmak istediğim çok şey oldu aslında; ötleğenler ve eva meijer ile tanışmam, yandaki inşaatın çukuru, bir düşüşüm anatomisi filmi, rüyalarım, zeytinlik hayallerimiz, ekmek mayam, kuşlarım ve daha pek çok şey…

belki bunlardan bazılarını tek tek yazarım bundan sonra…

son sözcüklerim, haftalar önce, mindmills‘in sevgili neslihan’ına verdiğim söz olsun, 19 haziran tarihli rüyam;

sevgili neslihan ve köğeği coffee ile bir dağın zirvesine doğru neredeyse koşarak çıkıyoruz… heidi’nin peter’le ve keçilerle koşuşturduğu gibi bir ortamda; muhtemelen onların sahnesini ödünç aldığım bir rüya bu. biz zirveye doğru koşarken, kalabalık bir kuş sürüsü de bizi takip ediyor; birbirinden çok farklı büyüklüklerde, rengarenk kuşlar… sanki o kuşlar da nils ve uçan kaz çizgi filminde hafızama kazınmış bir sahnenin geri gelmesi gibi… bütün bu rengarenk ve olağanüstü güzel atmosfere rağmen koştuğumuz dağın zirvesini kurşuni bulutlar kaplamış durumda… bulutlara bakıp geri kalan her şeyi unutuyorum bir anda…”

bütün vücudum terden sırılsıklam oluyor ve aniden bastıran bir yaz yağmurunun sesiyle uyanıyorum… 

***

spotify 2023 yılı melodilerimizi yayınladı… geçen yıla göre daha az müzik dinlemişim ve neredeyse tamamen çalışırken dinlediklerim damgasını vurmuş tüm yıla… “konu dinleme olduğunda karanlığın içine dalmayı seviyorsun. duygusal ve atmosferik müzikleri çoğu kişiden daha fazla dinliyorsun” diyerek vampir olduğumu söylüyor spotify 😉

işte 2023 yılında en çok dinlediğim melodi…

fotoğraf köyümüz sazlı’dan…

“acaba düşe düşe dünyanın tam içinden geçip öbür tarafına çıkar mıyım?”

– alice harikalar diyarında, lewis carroll

en son 7 şubat günü şöyle yazmışım;

kahramanmaraş merkezli korkunç bir deprem oldu dün. on il etkilendi. durum korkunç. aslında iki deprem oldu peşpeşe. insanlar perişan durumda. hava soğuk. yardım yetersiz…

ardından yaşananları biliyorsunuz zaten!

çoğumuz gelmekte olan o felaketin ve cinayetlerin tanığıydık ve bu tanıklıkta zanlıyı doğa olarak görmekten vazgeçemedik; oysa doğa kendi ritmi içinde, kendi dinamikleriyle varlığını sürdürüyordu ve biz tamamen doğaya ait olan varlığımızı “inkar ederek” suç ortaklığımızı derinleştiriyorduk. tasarlanmış bir suç ortaklığı değildi elbette bu; teslim alınmış hayatımızın, aklımızın ve irademizin bir sonucuydu!

sonrası malum; tüm tanıklar bu korkunç “cinayetin” maktullerine dönüştü!

canlarını verenler…

uzuvlarını kaybedenler…

çocuklarını, annelerini, babalarını, kardeşlerini, ailelerini, arkadaşlarını, dostlarını, çiçeklerini, kedilerini, köpeklerini, kuşlarını kaybedenler…

evlerini, eşyalarını kaybedenler…

anılarını, neşelerini, kahkahalarını, gülümsemelerini, umutlarını kaybedenler…

mahallelerini, sokaklarını, komşularını kaybedenler…

işlerini, dükkanlarını, tezgahlarını, hayvanlarını, tarlalarını, ahırlarını, seralarını kaybedenler…

ekran karşısında gördükleri karşısında nefes almaktan, yemek yemekten, uyumaktan, üşümekten, acıkmaktan, susamaktan, yıkanmaktan, temizlenmekten utananlar…

bir süre sonra bunu da unutacağız hissiyle nefesleri kesilenler…

ne zaman geleceği bilinmeyen ve fakat geleceğinden emin olunan yeni yıkımların altında kalacağından emin olanlar…

kirişlerin, duvarların, tavanların ve tabanların altında ezilme hissiyle uykularından uyananlar…

mutfak dolaplarını her açtığında bütün cam, porselen ve seramik eşyaların tuzla buz olduğu hissini yaşayanlar…

ve bütün bu olan biten karşısında hiç bir şey hissetmeyenler ve “inançlarına” sığınanlar…

sonuçlarının gerçekliği, şiddeti, vahşeti ve hissettirdiği veya hissettirmediği birbirinden çok farklı olsa da hepimiz bu cinayetin maktulleriyiz! yaşanan, ölümün farklı biçimleri

eğer böyle devam ederse, bir sonraki cinayete kadar bu maktul oluş bazılarımız için yeniden tanıklığa evrilecek ve hemen ardından yeni ölümlere

“… Sanki
bir sandalyenin yerini değiştiriyormuş gibi
‘Ölüp gidiyoruz işte!’ dedi,
kaldırmadan başını.
Günlük işlerdenmiş gibi ölüm.

Bir rüzgâr dövüp duruyordu önündeki denizi
Arada bir başını kaldırıp baktığı.
“*

***

bu gece yine deprem sonrası sürekli gördüğüm ve içinden çıkamadığım sokakların, evlerin, toz ve ahşap kokan odaların, eski eşyaların olduğu rüyaların birindeydim; küf ve nem kokan, ışığın ele geçiremediği bir evde dokunmaya kıyamadığım rengarenk porselenlere, biblolara, porselen kandillere bakıyordum. her şey bir anda dağılacak ve ev yıkılacakmış gibi hissettiğim bir anda yanımdan sessizce ananem, ali amca ve muazzez hala geçti; gözlerinin temasını hissedemedim ama ali amca’nın elini omzumda hissettim; birden içinde olduğum evin, burdur yenci mahallede halamın oturduğu ev olduğunu anladım. sonrasında bir sandık odasındaydım. deri kılıfı olan küçük siyah bir radyoda, patti smith white rabbit‘i söylüyordu. ortada radyo falan yoktu aslında ama ben müziğin nereden geldiğini biliyordum. pek çok rüyamda bu radyo yeniden yeniden karşıma çıkıyordu çünkü… ceviz bir sandığın üzerinde ütülenmiş ve katlanmış bembeyaz çarşaflar ve yastık kılıfları vardı. odanın köşesinde duran küçük ceviz konsolun en üst çekmecesi açıktı; parlak kağıtlara, paketlere sarılı şekerlemeler, ezmeler ve lokumlarla dolu olan bu çekmeceden üzerinde kırmızı şeritler olan krem rengi bir paketi alıp açtım; küçük bir ısırıktan sonra ağzımda badem ezmesi dağıldı, tadını alamadan uyandım. yine ağzım sımsıkı kapalı ve dişlerim sıkılmış haldeydi… son iki aydır bunu çok sık yaşıyorum…

kendimi rüyalara kaçıyor gibi hissediyorum ama geride kalan her şeyi de kaçarken peşimden sürüklüyorum…

***

son söz olarak yukarıdaki fotoğraftan söz edeceğim. karşıma çıkan yüzlerce görüntü sonrasında aklımdan çıkaramadıklarımdan birisi bu. kaynağı medyascope’da yayımlanan bir sevilay çelenk yazısı. yazıdan küçük bir alıntı bırakıyorum;

… Video aktivisti ve belgeselci Kazım Kızıl’ın çektiği fotoğraf gibi. Kazım Kızıl “doğrulanmış” notunu düşerek şu paylaşımı yapmış; “Ailesi ve depremden sağ kurtulan tavşanı Zeytin ile çadırda kalan Sultan Abla ‘Alice Harikalar Diyarında’ kitabını okurken…” Fotoğraf olağanüstü etkileyici. Sanki koca ülke, bir tavşan deliğinden geçerek kurtulmak istiyor. Yaşananların hakikat olmadığını nihayet anlayacağı düşsel bir ferahlığa uyanmak istiyor. Fotoğrafta bunu görüyorsun. Herkes ama bilhassa kadınlar ve çocuklar müthiş güç koşullarla boğuşuyor çünkü. Sadece o ferahlık, o basit ferahlık bile yorgun, acılı ve öfkeli insanlara şimdi harikalar diyarı…

ve elbette patti smith‘den

white rabbit‘i dinliyoruz.

*ilhan berk, günlük işlerdenmiş gibi ölüm.

… I am the walking woman who vanishes
The dreamer full of dreams
All is vanity
I swear on the eternity of the stars and the universe
that life is so fragile and evanescent
and that angels give their caring luminescence…

son beş altı gündür ihmal ettiğim sabah sporumu yaptım; dizlerimi, sırtımı, boynumu ve belimi güçlendiren bir dizi hareketin yanında dizlerimi fazla zorlamadan yaptığım tai chi hareketleri. çünkü gece, muhtemelen dizimdeki ağrının etkisiyle bir rüya gördüm.

genç bir kadın doktorun muayene odasında diz ameliyatı geçiriyordum; muayene masasında dizimde açılan kesiği izlemek çok acayipti. kesikten sonrası yok, odaya alınmıştım ve yataktaydım. on gün sonra tamamen iyileşeceğim söylendi ve ben okuldan on gün izin almam gerektiğini düşündüm; neden okul, hangi okul, kaç yaşındayım, hiç biri yok

başka bir rüyada da;

kendi doğum fotoğraflarımı toparlayıp bir albüm yapıyordum. siyah beyaz bir fotoğrafa uzun uzun baktım; annem yatakta ve ben kucağındaydım. içinde babam, ananem ve ablamın olduğu bir fotoğrafın aslı olmayan bir versiyonuydu bu; sadece annem ve ben vardık; fotoğraf dik bir şekilde daha yakından çekilmişti. Ali’den onun da kendi doğum fotoğraflarını bulmasını istedim. elinde bir fotoğrafla geri döndü. bizim fotoğrafımıza benziyordu; sultan anne bildiğim bambaşka bir fotoğraftaki yüzüyle yatakta, ali kucağında. yine dik çekilmiş, yakından ve siyah beyaz; aslında hiç olmayan bir fotoğraf… sultan annenin arkasında sarı bir ışık farkettim sonra, ananemin belli belirsiz silueti oradaydı. başının üstünde bir düğümle toparladığı beyaz tülbentiyle gülümsüyordu. şaşkınlıkla uyandım…

***

sabah kahvemi yapıp çalışmaya başladıktan bir süre sonra pınar whatsapp’dan yazdı;

günaydın, rüyamda seni gördüm. uzun zamandır ilk defa huzurlu uyandım. yalnız rüya çok komik maltepe belediye başkanıydın“.

bayağı sesli bir kahkaha attım burada. bu rüyada muhtemelen benim yıllardır devam eden gömülü çöp kutularla ilgili mücadelemin etkisi vardı; sonra devam etti pınar;

sonra imamoğlu istifa etmiş ve senin İBB başkanı olmanı istemiş. sen de kabul etmiyorsun, asmam gereken çamaşırlar var diyorsun.”

artık kıkırdamaya başladım ve “cumhurbaşkanlığı istiyorumdur” yazdım. o devam etti;

evlerimiz karşılıklı, kocaman balkonları var, ikimiz çamaşır asıyoruz. sen aynı renkte, hepsi yavru ağzı şeyler asıyorsun, benimkilerin de hepsi gri. yanımda birisi var, ona bak görüyor musun Zehra renkleri çok sever diyorum“. sonrasında uyanmış.

çamaşırların rengi meselesine “instagram etkisi” yazdım.

o “niye ki” yazdı.

genel olarak renklere çalışıyorum orada, hissetmişsindir” yazdım.

çok özlemişimdir, ondandır” yazdı.

sonrası bize ait diyerek canım pınar’a bir şarkı geliyor şimdi (10.30).

ofise gitmiyorum artık. haftada üç gün evde üç gün ofiste çalışma planımdan vazgeçtim; evin konforunu sevdiğim için daha da önemlisi iki farklı çalışma masasının konsantrasyonumu bozmasından… bazen sıkılıp dışarı çıkıyorum, yürüyüş yapıyorum ve remzi kitabevi’nde çalışmaya devam ediyorum. bu ritmi sevdim. bugün de evdeyim. yepyeni ve ayrıntısına burada asla girmek istemediğim bir enfeksiyon hastalığını öğrendiğim makalenin dil düzeltmelerini bitirdim.

sonrasında makinaya attığım çamaşırları çıkardım ve mutfak işlerine daldım. brokolileri hafifçe buharda pişirdim, kerevizli ve kuru domatesli barbunya pilaki yaptım. salata için yeşillik yıkadım. yani renklere çalıştım

bütün bu işleri yaparken halk tv’de burak tatari’nin dünya varmış programını dinledim. brezilya’da ve iran’da olan olaylar, suriye ile ilişkiler falan derken program çok acayip bir habere geldi. pakistan’da halk kendi bulduğu doğal gazı, tamamen kendi yöntemleriyle çıkarıp satmaya başlamış ve insanlar evlerine balon gibi naylon poşetlerde doğal gaz götürüyormuş. evde kullandıkları mutfak tüpünden yüzde seksen seksen beş daha ucuz olan bu doğal gaz balonlarının tehlikesinin de herkes farkındaymış…

bu çok sevdiğim programı her dinlediğimde, adına takılıyorum ve güzelim dünya varmış hissini ne kadar az yaşadığımızı düşünüyorum (16.50).

***

şimdi bütün yazıyı toparlarken kulağımda şahane bir albüm dönüyor. twitter’dan canım bahar’la bir şarkı paylaşmak için daldığım bu albümden bir süre çıkabileceğimi sanmıyorum. siz de dinleyin derim… bir süreliğine her şeyden uzaklaşın, diğer bütün sesleri, hisleri ve içinizdeki karmaşayı durdurun, sesi açın ve kendinizi müziğe bırakın…

içinde rüyalar, renkler olan bir albüm bu. bazılarınıza dünya varmış hissi yaşatabilir.

şarkılarının sözlerini merak ederseniz tıklayın lütfen. ingilizce sözlerle tüm şarkılar var.

“… I wish I was a radio song, the one that you turned up….”

demir sesleri hakim; temel büyük bir sabırla örülüyor günlerdir… çalışma masamdan bir binanın nasıl yapıldığını gerçek-zamanlı olarak izliyorum.

temel sadece yan bahçede açılmadı, içimde de dev bir çukur var; güzelim ağaçlar hoyratça kesildi, kuşlarımın konduğu kocaman ceviz, yeni dünyalar, asmayla sarılı nar, kurtbağrı ağaçları, yıllardır yediğimiz inanılmaz lezzetli erik ve kiraz ağacı yok artık. sadece bizim bahçede olduğu için kalan çalışma masamın tam karşısındaki kurtbağrının yan bahçede kalan kökleri açıkta. o kısmı kapatacaklar ama kökler gömülene kadar bana huzur yok…

***

yılın ilk haftası bitti… bu yıl kendime okunacak kitap sayısı hedefi koymadım, yapılacaklar listesi yapmadım ama günlüğüme “bu yıl farklı olmalı” notunu düştüm. peki bu fark ne derseniz canım öykü’nün instagram paylaşımında bunun yanıtı:

… beni heyecanladıran şey ne? ve beni heyecanlandıran şeylere hayatımda yer açıyor muyum?

amerikalı efsanevi folk şarkıcısı woody guthrie 1943 yılının ilk gününde 33 maddelik yeni yıl için kurallar listesini resimleyerek yazmış defterine

bu kurallar dizisi zamandan, coğrafyadan bağımsız bir şekilde hala hepimiz için geçerli olabilecek bir liste;

daha fazla ve daha iyi çalış, bir programa göre çalış, dişlerini fırçala, tıraş ol, banyo yap, iyi meyve sebze ye ve süt tüket, varsa çok az içki iç, her gün şarkı yaz, temiz giysiler giy ve iyi görün, ayakkabıların parlasın, çoraplarını değiştir, yatak çarşaf ve nevresimlerini sık sık değiştir, çok sayıda kitap oku, bol bol radyo dinle, insanları daha iyi tanı, evi temiz tut, yalnız kalma, mutlu ol, umut makinesini çalışır durumda tut, iyi şeyler hayal et, para biriktir, mayayı sakla, arkadaşın olsun ama vakit kaybetme, mary ve çocuklara para gönder, güzel çal ve söyle, daha iyi dans et, savaşı kazanmaya yardım et-faşizmi yen, anneni sev, babanı sev, pete’i sev, herkesi sev, kararlı ol, uyan ve savaş.

woody guthrie çalmadan olmaz tabii; this land is your land diyoruz.

***

yan taraftaki inşaatın yükselişine paralel yaşayacağım 2023 için, işin heyecan kısmı bir yana, woody gibi bir liste yapsam ilk dört kural şunlar olurdu sanırım. gelecek yıllar için yıpranan temeli, kirişleri ve kolonları biraz desteklemek adına;

daha çok hareket et…

daha çok oku ve yaz…

öğrenmeye devam et…

umudunu besle, kaygılarının seni esir almasına izin verme…

****

peki ya sizin 2023 için ilk dördünüzde neler var? kimbilir, belki bana söylersiniz…

diyerek şahane bir pearl jam şarkısı ile bu yayını kapatıyorum; wishlist diyoruz.

1 2 3 4 5 41

kategoriler